Epey oldu sana yazmayalı…
Bir süredir çok yorgunum ve sadece duruyorum… Dışarıda esen rüzgarı, rüzgarda uçuşan poşetleri, bulutların kendi halinde değişip duran biçimlerini izliyorum oturduğum yerden.
Hayat akıp giderken; yapacağım herhangi bir şeyin, en fazla bir koşu bandında, hiç bir yere varmadan koşmak kadar anlamlı olduğunu düşünüyorum bir süredir… Ve neredeyse asgari ihtiyaçlarım dışında hiçbir şey için çaba sarf etmiyorum. Bu belki yorgunluktan ziyade isteksizliktir ya da kayıtsızlık… Adından emin değilim ama bu duygu epeydir benimle.
Merak ediyorum neden?
Neden ben hayatımı yaşamak dururken, onu kayıtsızca izlemeye başladım?
Ne oldu da ben, aslında yapmak istediğim (sana yazmak gibi) şeyleri bile yapmak için kıçımı kaldıramaz oldum?
Yine de, onca zaman sonra bugün, sana yazmak isteyip de yazmadığım onca günden sonra; içimde büyüte büyüte kocaman yaptığım suçluluk duygumu ve bu duygudan koşarak kaçma arzumu bir kenara bırakıp; sana yazıyorum. Bu çabamı, artık her şeyin değiştiğine dair bir iddia olarak algılamanı istemem. Bir şekilde bunları yazıyor olmam, en fazla yorgunluğuma kulak vermeme, ya da onun bana söylemeye çalıştıklarını dinlemeye başladığıma işaret edebilir; yahut yorgunluğuma nasıl davranacağımı öğrenmeye başladığıma…
Son zamanlarda ilişkimiz biraz değişti. Artık ona, beni yapmak istediğim şeylerden alıkoyan bir canavar gibi bakmıyorum, “Canım yorgunluğum” diyorum ona, “Başının altına bir yastık daha koyayım mı? Sıcak çikolata yapayım sana? Film açayım”… Onu anlamaya çalıştıkça o da bana kendini daha çok açmaya başladı. Nasıl mı?
“Çok sıkıldım, televizyonu açsana” dedi bana geçenlerde, açtım. Boş gözlerle kanalları değiştirirken Harry Potter’la karşılaştım, hem de filmin daha başlarıydı. Televizyonda keyifli bir filmi başlarında yakaladıysam uğur getirdiğine inanırım. Hemen kumandayı bıraktım ve izlemeye başladık… Harry asasını seçti, baykuşunu aldı, arkadaşlar edindi ve bir şekilde Hogwards’a ulaştı… Hogwards’ta herbişey olağan bir sıradışılıkla devam ederken, diğerlerinden daha sıradışı görünmeyen bir sahneye adeta mıhlandım ben.
Harry eski bir aynaya bakıyordu.
Kelid aynası.
Aynadaki görüntüsü, çoktan ölmüş olan anne ve babasının arasındaydı. Annesi solunda, babası sağında gülümsüyor, hatta annesi uzanıp, elini oğlunun omzuna koyuyordu… Öylesine gerçek.
Harry ve ben mıhlanmış aynaya bakıyorduk, ta ki Profesör Dumbledore gelip şöyle diyene kadar:
“Senden önceki pek çokları gibi kelid aynasının mucizelerini keşfettiğini görüyorum… Dünyanın en mutlu insanı bu aynaya baktığında yalnızca kendini görür, aynen olduğu haliyle… Bize gösterdikleri sadece ve sadece yüreklerimizdeki en gizli ve en umutsuz arzulardır… Bu ayna ne bilgelik ne de gerçeği verir. Karşısında harcanıp gidenler oldu, hatta çıldıranlar… Hayallere bağlanmak ve yaşamayı unutmak iyi değildir Harry.”
Harry aynanın karşısından uzaklaşırken, Dumbledore benim gözlerimin içine bakarak bir kaç kez daha tekrar etti:
“Hayallere bağlanmak ve yaşamayı unutmak iyi değildir…”
Şimdi sana anlatacağım hikaye de, Profesör Dumbledore’un ya da dolaylı olarak yorgunluğumun bana yeniden hatırlattığı bir hikaye işte…
Bu noktada, unutulmuş olanı hatırlattığı için yorgunluğumu ve bunları anlatma çabasıyla harekete geçtiğim için de kendimi kutluyorum ve bu hikayenin, geçirmekte olduğumun nekahat dönemini anlamama vesile olmasını diliyorum…
***
Çocukken bazı günler çok zordu canım. Bunu biliyorsun zaten, sen de çocuktun ve çocukken hayat zor olur genelde. Evdekiler seni dinlemez, pek dikkate almazlar. Sonuçta çocuksun… Ama işte insansın, herkes gibi anlaşılmak, avutulmak, görülmek, takdir edilmek, bağ kurmak falan istiyorsun yani. 🙂 Aile ortamlarında da her zaman buna olanak olmuyor… Ve sen de bir yerde vazgeçiyorsun evin içinde avuntu aramaktan; dışarıya bakıyorsun, bir sürü ev, bir sürü insan… “Dışarda bir yerde beni anlayacak birileri vardır mutlaka” diye avutmaya başlıyorsun kendini.
İşte ben o zor günlerin birinde, bir oyun uydurdum. Yıllarca oynadım bu oyunu, bazen daha sık bazen daha seyrek… Oyun basit. Dışarıyı gören bir pencere dışında hiçbir şeye ihtiyacın yok. Sadece rahatsız edilmemek önemli, o yüzden ben, çoğunlukla gece, herkes uyuduktan, en azından beni uyudu sandıktan sonra oynardım. Oynardım dediğim, odamın penceresinden görünen evlere bakarak; gözüme kestirdiğim bir tanesine ışınlardım kendimi. O evde yaşayan insanları, pişen yemekleri, evin kendine has kokusunu, dağınıklığını, buzdolabının üzerine asılan anılarını hayal eder; hatta televizyon açıksa onun duvarlara vuran ışığını izlerdim saatlerce, sanki o evdeymişim gibi.
Fiili olarak sıkıştığımı hissettiğim bir evden alıp, başka bir eve koyardım kendimi.
Bu oyundan, senaryosunu benim yazıp çektiğim bir filmi izler gibi keyif alıyordum. Hem seyirci, hem oyuncu, hem senarist ben, yani ben nasıl istersem öyle bir hikaye…
İşte bu özgürlükle (manzaram elverdikçe); bu hayatlara benimkinden daha huzurlu, daha güzel, daha eğlenceli olan ne kadar şey varsa onları koyuyordum. Çocuktum ve hayatımda hiç bir şey benim kontrolümde değilken, bu oyunun kontrolü tamamen bendeydi… Belki de bu yüzden, o “herşeyi bir başka” olan hayatlar, bana öyle tatlı geliyordu ki…
Belki abarttığımı düşüneceksin, ama bu hayaller çok zor bir dönemimde benim hayatta kalmamı sağladı. İçinde kendime yer bulabileceğim bir hayatın mümkün olduğunu hatırlattı bana. Bir yerlerde, “belki büyüdüğümde” daha yaşanmaya değer bir hayatın olduğuna inandım oynadıkça ve bir süre bu bana çok iyi geldi. Ben de hayallere tutunmaya devam ettim. Ve iyi gelen çoğu şey gibi giderek alışkanlık halini aldı. “Böyle bir alışkanlığın kime ne zararı olur ki?” diye düşünebilirsin ama hikaye henüz bitmedi…
***
Çocukken çaresizlikten uydurduğum bu oyun, ben büyüdükçe odamdan görünen pencerelerin ötesine geçti… Hayatın azıcık çekilmez olmaya başladığı her an, hemen kaçıp altına saklanabileceğim bir battaniye gibi gittiğim her yere taşıdım bu alışkanlığımı.
Bir şeyi sürekli yaparsan elbette o konuda giderek ustalaşırsın. Ben de ümit etmek, ne olursa olsun iyimserliğini korumak gibi konularda oldukça mesafe katettim. Fakat ustalaştığım konular bunlarla sınırlı değil. Hayatımın çekilmez yanlarından kaçmakta ya da gelecekteki olası muhteşem hayat fantezileriyle oyalanmakta da ustalaştım.
Biliyor musun bazı ustalıkların bedeli vardır. Misal nakkaşlar ömür boyu ince ince çalışmaktan kör olurmuş meslek hayatlarının ustalık zamanlarında… Hatta rivayete göre nakkaşlıkta ustalaşan zanaatkar kör olmazsa, adına zeval gelmesin diye gözlerine mil çeker kör edermiş kendisini. İşte benim hayallere tutunmakta ustalaşmamın da bir bedeli oldu…
O “her şeyi bir başka olan hayatlara” imrenerek baktığım yıllar boyunca gözlerim çok bozuldu canım. Yakını pek göremez oldum, gözüme bir perde indi ya da korneamda bir mutasyon gerçekleşti (ya da devam edebilmek için kendi gözlerime mil çektim) ve ben kendi bulunduğum yeri puslu ve sisli görürken, uzakları, başka hayatları ışıl ışıl görmeye başladım. Bu yüzden de, bana parıltılı gelen yerlere doğru, pervanenin ateşe çekildiği gibi çekilmeye başladım.
Bunun en yorucu yanı sanırım şuydu: Bana uzaktan ışıl ışıl görünen bu yerler, oraya vardığımda solup gidiyor ve sisin içinde yok oluyordu; ben ise sürekli bir telaş içinde yeni bir parıltıya doğru koşturmaya devam ediyordum…
Hiçbir yere varmayan bu koşturmaca yıllarca devam etti… Sanki ona doğru ilerledikçe benden uzaklaşan bir seraba koşmak gibi… Beni anladığını düşündüğüm insanlara, ait olduğumu sandığım yerlere, beni daha iyi, güzel, başarılı yapacak ve böylece “kabul görmemi” ya da “sevilmemi” sağlayacak şeylere doğru koştum koştum koştum…
Sonunda yorgunluktan pestilim çıkana ve bacaklarım beni bir adım daha taşımayı reddedene kadar.
***
İşte böyle canım…
Ben bu aralar hikayenin sonunda oturup kaldığım yerdeyim.
İlk zamanlar beni taşımayı reddeden bacaklarıma çok küfrettim, yerlerde süründüm, sürüklemeye çalıştım onları… Olmadı.
Olmayınca olmuyor, bilirsin 🙂
Şimdilerde daha sakinim.
Bacaklarım biraz güç toplayınca tekrar ayaklanırım belki de.
Ama ondan önce, kendimle durmayı öğrenmeye çalışıyorum.
Zira bu meziyet; koşturmaktan, kaçmaktan saklanmaktan daha az bildiğim bir şey.
Ve bilirsin, yeni bir meziyet edinmeye çalışmak, en başında hep çok zordur.
He bir de manzaramı değiştirdim biraz.
Pencerelere bakmanın tadı yok pek.
Bu aralar durduğum yerden bulutların kendi kendilerine değişen şekillerini izliyorum, iyi geliyor..
“Durdukları yerde kendinden bir başka kendi doğurmayı ne güzel beceriyor bulutlar” diyor yorgunluğum.
Hak veriyorum ona.
İşte öyle.
Anlayacağın ben iyiyim.
Sen nasılsın canım?