Oyunişi El Kitabı – 1

Giriş: Oyun İşçileri Ne Yapar?

“Bizler çocukların ağlayıp gülebilecekleri, keşfedip deneyebilecekleri, yıkıp yaratabilecekleri, başarabilecekleri, heyecanlı ve şen hissedecekleri, bazen sıkılacakları ya da hüsrana uğrayacakları, belki de bir yerlerini incitecekleri, ihtiyaçları olduğunda yardım bulacakları, desteklenecekleri, isterlerse diğerlerinden cesaret alacakları, bağımsız ve kendilerine güvenerek büyüyecekleri, -mümkün olan en geniş manada- kendileri hakkında, diğerleri hakkında, dünya hakkında öğrenecekleri bir oyun ortamı sağlamayı amaçlıyoruz.”

Stuart Lester

“Oyun sayesinde insanlaşırız.” 

Arthur Battram

İnsanlar her zaman oyunu tanımlayarak başlamak ister fakat oyun işçisi  ve oyun teorisyeni Gordon Sturrock şöyle der; “ Oyunu tanımlamaya çalışmak, aşkı tanımlamaya çalışmak gibidir. Bunu yapamazsınız. Bunun için çok büyüktür.”  Bunun yerine, oyun işçileri ve teorisyenler oyunu şu şekilde tanımlar: 

Oyun; özgürce seçilen, kişisel olarak yürütülen, ve içsel olarak motive olunan davranışlar dizisidir. Muhtemelen bunu öylece okudunuz ve gerçekten kavramadınız. Geri dönün ve bir kez daha okuyun ve ne anlama geldiğini ve böyle bir oyunun nasıl göründüğünü ya da nasıl hissettirdiğini düşünün. 

Oyun bir süreçtir, bir ürün değil. Biz, çocukların doğuştan gelen bilgeliğine güvenmeyi ve onların ilerleme göstermesine olanak sağlamayı öğrenmek zorundayız. Sturrock aynı zamanda şöyle der; oyun hem yapmak hem de olmaktır. Bu “an”a içkindir ve öyle değerlendirilmedir. 

Arthur Battram, oyun sayesinde insanlaştığımızı söyler. Oyun bizim yetişkin dünyalarımızı şekillendirir. Çocukluğumuzda oynarken bunu düşündüğümüzden değil elbette. Gelgelelim, yetişkinler olarak, gerçekten oynamanın, çocuklarımızın yapabileceği neredeyse en önemli şey olduğunu bilmemiz gerekir. 

Vurgulamamız gereken bir konu da şudur; dünyanın her yerindeki çocuklar, özgürce oynamalarına izin verildiğinde, çok benzer oyun örüntüleri geliştirir. Winnicott’a göre, çocuklar oyun aracılığıyla içsel ve dışsal dünyalarını bütünleştirirler. Birbirinden farklı bir grup çocuk, aynı yerde zaman geçirdiğinde birlikte oynayacaklardır. Öyle görünüyor ki  oyun, evrensel olarak çocukların  anadilidir.

Çocuklar oynamaya ihtiyaç duyar

Çocuklar, doğum ve  geç ergenlik arasındaki insanlardır. Yaşça büyük olanlara bazen gençler ya da genç insanlar da deriz. Onlar büyüdükçe oynama biçimleri değişse de, hepsi oynamaya ihtiyaç duyar. Özellikle daha küçük yaşlarda, çocuklar bir çok nedenden dolayı oynamaya ihtiyaç duyar. Birleşik Krallık’taki Oyunişi İlkeleri’nde de belirtildiği gibi, çocuklar oyunlarının içeriği ve amacı konusunda kontrol sahibi olmalıdır.  Eğer onlara ihtiyaç duydukları zaman ve mekan verilirse, oldukça geniş bir yelpazede farklı oyun türlerini deneyimleyebilirler. Bu onların tüm gelişimlerinde, nöral gelişimleri de dahil, olumlu bir etkiye sahiptir. 

İnsan bebekleri tam olarak gelişmemiş bir beyinle dünyaya gelirler. İnsan beyninin yapısı, hayatının ilk bir kaç yılında  hızlı bir şekilde değişir. Hayvan araştırmacıları, vücuduna oranla en büyük beyne sahip olan canlıların en çok oynayan hayvanlar olduğunu ortaya koymuştur. Bunun insanlarda da benzer bir gelişim gösterdiğini anlamak kolaydır. Fakat çocuklara, bunu deneyimlemedikleri durumda ne olduğunu anlamak da kolaydır. Oyun yokluğu çeken çocuklarla yapılan çalışmalar henüz başlıyor.

İlk Macera Oyun Alanları

1946 yılında, sıradışı rastlantılar;  Hurtwood’lu Lady Allen’ın, Kopenhag-Emdrup’da  mimar Carl Sorensen tarafından 1943 yılında inşa edilen bir hurda oyun alanını ziyaret etmesine neden oldu. Sorensen, Alman İşgali sırasında artan seviyelerdeki çocuk suçluluğu ile mücadele kapsamında, otoriteler tarafından  çocuklar için oynayacak bir yer tasarlamakla görevlendirilmişti.  Bu nedenle, Sorensen daha önce tasarladığı oyun alanlarına geri dönüp baktı. Ve hepsi boştu. Çocuklar neredeydi?  Çocuklar bombalanmış binaların yıkıntılarında oynuyorlardı. Sonuç olarak, şunu yarattı: Çocukların  hareket ettirebileceği malzemelerlerin olduğu, göze çarpmadan  saatlerce altını üstüne getirebilecekleri ve kendi dünyalarında kaybolabilecekleri bir yer.

Lady Allen bu oyun alanına yaptığı ziyaret için şöyle demişti; “ Emdrup’taki oyun alanına yaptığım ilk ziyarette ayaklarım yerden kesildi. Bir anda tamamen yepyeni bir şeye bakmakta olduğumu anladım, yepyeni ve sonsuz olasılıklarla dolu bir şey.” Böylece bu anlayışı Londra’ya getirdi ve bunlara “ macera oyun alanları” dedi.

O sırada Londra çocuklarının İkinci Dünya Savaşından kalma bombalanmış alanlar dışında oynayacak çok az yeri vardı. Buralarda, zamanlarını ateş yakarak, ölü evlerde hazine arayarak, ve genellikle kendi hallerinde takılarak geçiriyorlardı. Lady Allen’ın kırsalda geçen oyun dolu bir çocukluğu vardı. Kendi deneyimlerinin ideal olduğunu düşündü ve yerel topluluklarla birlikte bir “karşılayıcı çevre” yarattığı alanlarla tanındı. Bununla şunu demek istiyordu; bu alanlar şehirdeki çocuklar için yaratılabilecek, kendi kırsaldaki çocukluğuna en yakın şeylerdi.

Kentin kırsalında bir macera oyun alanı düşünün; çocuklar, şehirde ancak çok büyük zorluklarla oynayabileceği her türden oyunu deneyimleyebiliyor. Yetişkin tasarımcılar bunun etrefındaki çevreyi incelemeli,  açıklarını görmeli ve bu açıkları telafi etmeli, karşılamalıdır. Çocukların ağaçlara erişimi yoksa, tırmanabilecekleri bir şey yapmaları için onlarla birlikte çalışmalıdır. (Kendi oyun alanındaki büyük yapılarının ne olduğu sorulduğunda, Bob Hughes “Onlar ağaçlar için” demişti.)

Bir macera oyun alanı sürekli bir değişim sürecinde olmalı; çocuklar tarafından yürütülen, haberdar olunan, icra edilen; ve oyun işçileri tarafından desteklenen. Bu alan, tüm farklı oyun tiplerinin çocuklar tarafından keşfedilmesine olanak sağlar. Burası psikolojik güvenlik ve hesaplanmış risk alanıdır. 

Bir macera oyun alanını bir Gesamtkunstwerk ya da “bütün bir sanat eseri”, bütün duyularınla bağlandığın bir mekan ve zaman olarak düşünmek, yardımcı olabilir.

Bekçiden oyunişçisine 

İlk bombalanmış alanlardaki macera oyun alanları, bekçiler istihdam etmişti. Bu kişiler, çocukların oynamak için ihtiyaç duyduğu yapı malzemeleri ve ıvırzıvırların konulduğu barınakların anahtarlarına sahipti. Bu rol hızlıca gelişti. Bekçiler çocukları oynarken izledikçe mucize bir şey fark ettiler, oyunu. İlk macera oyun alanı bekçilerinden biri olan Pat Turner, kendi zamanındaki Lollard oyun alanı hakkında bir kitap yazdı. Lollard oyun alanına o şöyle diyordu; Sıradışı Birşey.

Bekçiler çocukların oyunlarının savunucusu oldular. Malzemeleri topladılar ve yerel desteği buldular ve çocukların oyun süreçlerini kolaylaştırdılar. Bekçiler bilgi paylaştıkça, benzer şeyleri gördüklerini fark ettiler. Böylece “oyun liderleri” ve sonra da “oyunişçileri” oldular, çünkü kendilerinin oyuna liderlik etmemesi gerektiğini anladılar, aslında onlar oyunla çalışıyor olmalılardı. 

Bob Hughes gibi oyunişçileri ve bir çok başkaları, oyunişini araştırmaya ve hakkında yazmaya başladı. Bu yeniydi. Daha önce oyun üzerine yapılan araştırmalar hep -teori ve yazılanları çerçeveleyen- eğitim ya da terapi gibi farklı amaçlara yönelikti. Oyun hakkında yazmak başlı başına bir mücadeleydi ve yeni bir düşünme biçimi gerektiriyordu. Oyunla çalışmak saygıdeğer bir meslek oldu. Günümüzde, oyunişçileri sıklıkla bölgesel ve ulusal oyun kuruluşlarında çalışıyor ve oyun politikalarının geliştirilmesine yardımcı oluyor. Onlar oldukça iyi eğitimli ve oyunişi üzerine mesleki sertifikalar ya da lisans, yüksek lisans ya da doktora düzeyinde diplomalar alabiliyorlar.

Oyunişi terimi kasıtlı olarak tezattır. Bu zanaat paradokslarla doludur. Oyunişçileri ideal bir dünyada gerekli olmadıklarının farkındadır. Çocukların oyunu için yerler hazırlarlar; fakat bu iş, mümkün olduğunca görünmez ve çocuklara engel oluşturmayan bir şekilde olmalı. İdeal oyunişçisi çocukları kendi kendilerine istedikleri gibi oynamaları için bırakır, fakat oyun sürecini desteklemek için dikkatli ve ölçülü yollardan oyun sürecini destekler. Kendi oyunbazlığının farkındadır, fakat bunu diğer çocuklara dayatmaz. Kesinlikle çocukların oyununa adanmış olması gerekir, fakat Fareli Köyün Kavalcısı rolünden kaçınmalıdır. Oyun çocukların işidir. 

Kaynak: The Playwork Primer by Penny Wilson

“Where are you, my friend?” -Letters to my friend (1)

I don’t remember if I have ever told you this…

When I was in my early twenties, I was living in a house with some people whom I know from the university. Right across this house, there was a boy who was spending his time behind the bars of the balcony. Sometimes I woke up to his voice. Most of the time he was on the balcony, calling out to an unknown -never responding- friend; asking “Where are you, my friend?” till he was tired or bored of shouting. Although he was repeating this question over and over again, his tone never changed, always waiting a few seconds for a response: “Where are you, my friend?”.

I have never responded to his call.  While his voice was echoing in the silence of our street;  I was already too grown up to realize that it was a call for play, I guess. But sometimes, I accompanied him in different games. Especially, if he was out with his plastic toy gun, he used to open fire on the adults he came across. Those times, I used to join the game,  got shot, knocked down on the floor, and crawl around trying to take shelter. Of course, this game would end when there was no one left to shoot, then he would remember his long-awaited friend, and the refrain would start all over again. “Where are you, my friend?”

We were living in buildings facing one another, in the middle of a steep street that goes down to the seaside. I have never seen my friend playing out in the street. Moreover, I have never seen anyone who accompanied him on the balcony. I have to say that I have never seen any spark of life at his home except for the curtain moving slightly from time to time when he was out, on the balcony. He was very much isolated behind the bars of the balcony. He was convicted of childhood. His imprisonment was really heartbreaking to see but I used to think that there was nothing I can do for him, and kept on watching him silently from behind the curtains.

I guess he was reacting to my inaction by opening fire on my balcony. I thought, his reaction was right; so I  got shot over and over again and groaned with pain. I think this game emerged with a feeling of revenge on the adults who sentenced him or who did not help him to be free. So, it felt like, the more I groaned in pain, the more fun he had, and even more relieved. Still, I have to say that this revenge is very much naïve in his situation. In the end, I was pretending to be shot, but he was literally isolated.

It is very painful when we are not seen or feel invisible, you already know this. But what is worse, is being a child, because if you are a child “not being seen” is an ongoing experience that you start normalizing. But unfortunately, this continuity or normalization does not make it less painful. We just try to find out ways to cope with the agony.

So, my friend made up this game to get rid of his agony which was too painful for him to handle. All in all, his loneliness could not last forever, there should be someone like him, someone who also has a longing for a friend, who would hear him and accept him as he is, who would accompany him… There should be -at least one person-  out there, in this huge world, among all these crowds of people. That’s why he carried on playing, pretending that there is someone out there, waiting to hear from him.

“Where are you, my friend?”

Pretending makes it easier to endure. If you think that your “never-responding friend” is in some difficult situation, or couldn’t find you yet, or looking for you with longing and patience; then you would stop feeling pity for yourself and be concerned about your friend; while wishing him best luck to get rid of his difficult situation. Or you would think that he is hiding somewhere around the corner or chilling on a park bench then you feel and share his joy. Therefore, you walk up to any corner with excitement or keep your eyes on the curtains to catch the slightest movement and carry on playing.

And at this point, the magic of playing enters the scene. When you really believe in whatever you were pretending,  it becomes real. This is exactly what happened in our story. 

After all those days and weeks and months, without having any response to his never-ending call, asking “where are you my friend”, a little girl responded:

“Here I am, my friend”

I could not see where the girl was, but I can say that the voice was coming from the right side, probably from one of the buildings next to mine.

There was no one on the balconies and she was probably shouting out behind an open window. She sounded about the same age as my friend, both were 5 or 6.

The game was no longer the same, they were taking turns.

“Where are you, my friend?”

“Here I am, my friend”

“Where are you, my friend?”

“Here I am, my friend”

They kept on calling out to one another with a curious and joyful tone for days and weeks. I thought it sounded like a chirping, singing, or a serenade. It made me so happy; as if  I was the one who was waiting for a friend and finally found her.

I can not tell the rest of the story, because I had problems with my home mates and moved. I never went to that neighborhood again. I don’t know how long they kept on calling out to one another. Did they ever meet in the park? Did they make a picnic? Did they talk about how they had waited for one another? I have no idea. But I think these are trivial. The end of their story is not that important, because, to me, the important thing was their encounter.

Do you say,  “So what?  Why did she tell me all these?” 🙂

I know not, I just wanted to tell you; because even today after many years, their voices are still singing in my ears and I listen like my favorite song on repeat. Actually, I know what it is like to wait for a friend, who would hear me and understand me (and I know how difficult it is.)

And I guess, I was struck by the miracle of the play, which went on for months without a response, and the magic of carrying on without having any reaction…

Well, just like the sun, which does not need any spectator to rise…

Or like a blossom, which does not need anyone to bloom. Something like that.

And also, it feels good when I tell you anything that comes to my mind, my dear. 

I say to myself that, in this huge world, among all these crowds of people, there is someone who hears me and understands me, at least one person.

Fortunately.

Kelid Aynası- Arkadaşıma Mektuplar (2)

Epey oldu sana yazmayalı… 

Bir süredir çok yorgunum ve  sadece duruyorum… Dışarıda esen rüzgarı, rüzgarda uçuşan poşetleri, bulutların kendi halinde değişip duran biçimlerini izliyorum oturduğum yerden. 

Hayat akıp giderken; yapacağım herhangi bir şeyin, en fazla  bir koşu bandında, hiç bir yere varmadan koşmak kadar anlamlı olduğunu düşünüyorum bir süredir… Ve neredeyse asgari ihtiyaçlarım dışında hiçbir şey için çaba sarf etmiyorum.  Bu belki yorgunluktan ziyade isteksizliktir ya da kayıtsızlık… Adından emin değilim ama bu duygu epeydir benimle. 

Merak ediyorum neden? 

Neden ben hayatımı yaşamak dururken, onu kayıtsızca izlemeye başladım? 

Ne oldu da ben, aslında yapmak istediğim (sana yazmak gibi) şeyleri bile yapmak için kıçımı kaldıramaz oldum?

Yine de, onca zaman sonra bugün, sana yazmak isteyip de yazmadığım onca günden sonra; içimde büyüte büyüte kocaman yaptığım suçluluk duygumu ve bu duygudan koşarak kaçma arzumu bir kenara bırakıp; sana yazıyorum. Bu çabamı, artık her şeyin değiştiğine dair bir iddia olarak algılamanı istemem. Bir şekilde bunları yazıyor olmam, en fazla yorgunluğuma kulak vermeme, ya da onun bana söylemeye çalıştıklarını dinlemeye başladığıma işaret edebilir; yahut yorgunluğuma nasıl davranacağımı öğrenmeye başladığıma…

Son zamanlarda  ilişkimiz biraz değişti. Artık ona, beni yapmak istediğim şeylerden alıkoyan bir canavar gibi bakmıyorum, “Canım yorgunluğum” diyorum ona, “Başının altına bir yastık daha koyayım mı? Sıcak çikolata yapayım sana? Film açayım”… Onu anlamaya çalıştıkça o da bana kendini daha çok açmaya başladı. Nasıl mı?

“Çok sıkıldım, televizyonu açsana” dedi bana geçenlerde, açtım. Boş gözlerle kanalları değiştirirken Harry Potter’la karşılaştım, hem de filmin daha başlarıydı. Televizyonda keyifli bir filmi başlarında yakaladıysam uğur getirdiğine inanırım. Hemen kumandayı bıraktım ve izlemeye başladık… Harry asasını seçti, baykuşunu aldı, arkadaşlar edindi ve bir şekilde Hogwards’a ulaştı… Hogwards’ta herbişey olağan bir sıradışılıkla devam ederken, diğerlerinden daha sıradışı görünmeyen bir sahneye adeta  mıhlandım ben. 

Harry eski bir aynaya bakıyordu. 

Kelid aynası.  

Aynadaki görüntüsü, çoktan ölmüş olan anne ve babasının arasındaydı. Annesi solunda, babası sağında gülümsüyor, hatta annesi uzanıp, elini oğlunun omzuna koyuyordu…  Öylesine gerçek. 

Harry ve ben mıhlanmış aynaya bakıyorduk, ta ki Profesör Dumbledore gelip şöyle diyene kadar:

“Senden önceki pek çokları gibi kelid aynasının mucizelerini keşfettiğini görüyorum… Dünyanın en mutlu insanı bu aynaya baktığında yalnızca kendini görür, aynen olduğu haliyle… Bize gösterdikleri sadece ve sadece  yüreklerimizdeki en gizli ve en umutsuz arzulardır… Bu ayna ne bilgelik ne de gerçeği verir. Karşısında harcanıp gidenler oldu, hatta çıldıranlar… Hayallere bağlanmak ve yaşamayı unutmak iyi değildir Harry.” 

Harry aynanın karşısından uzaklaşırken, Dumbledore benim gözlerimin içine bakarak bir kaç kez daha tekrar etti:

“Hayallere bağlanmak ve yaşamayı unutmak iyi değildir…”

Şimdi sana anlatacağım hikaye de, Profesör Dumbledore’un ya da dolaylı olarak yorgunluğumun bana  yeniden hatırlattığı bir hikaye işte…

Bu noktada, unutulmuş olanı hatırlattığı için yorgunluğumu ve bunları anlatma çabasıyla harekete geçtiğim için de kendimi kutluyorum ve bu hikayenin, geçirmekte olduğumun nekahat dönemini anlamama vesile olmasını diliyorum… 

***

Çocukken bazı günler çok zordu canım. Bunu biliyorsun zaten, sen de çocuktun ve çocukken hayat zor olur genelde. Evdekiler seni dinlemez, pek dikkate almazlar. Sonuçta çocuksun… Ama işte insansın, herkes gibi anlaşılmak, avutulmak, görülmek, takdir edilmek, bağ kurmak falan istiyorsun yani. 🙂 Aile ortamlarında da her zaman buna olanak olmuyor… Ve sen de bir yerde vazgeçiyorsun evin içinde avuntu aramaktan;  dışarıya bakıyorsun, bir sürü ev, bir sürü insan… “Dışarda bir yerde beni anlayacak birileri vardır mutlaka” diye avutmaya başlıyorsun kendini. 

İşte ben o zor günlerin birinde, bir oyun uydurdum. Yıllarca oynadım bu oyunu, bazen daha sık bazen daha seyrek… Oyun basit. Dışarıyı gören bir pencere dışında hiçbir şeye ihtiyacın yok. Sadece rahatsız edilmemek önemli, o yüzden ben, çoğunlukla gece, herkes uyuduktan, en azından beni uyudu sandıktan sonra oynardım. Oynardım dediğim, odamın penceresinden görünen evlere bakarak; gözüme kestirdiğim bir tanesine ışınlardım kendimi. O evde yaşayan insanları,  pişen yemekleri, evin kendine has kokusunu, dağınıklığını, buzdolabının üzerine asılan anılarını hayal eder; hatta televizyon açıksa onun duvarlara vuran ışığını izlerdim saatlerce, sanki o evdeymişim gibi. 

Fiili olarak sıkıştığımı hissettiğim bir evden alıp, başka bir eve koyardım kendimi. 

Bu oyundan, senaryosunu benim yazıp çektiğim bir filmi izler gibi keyif alıyordum. Hem seyirci, hem oyuncu, hem  senarist ben, yani ben nasıl istersem öyle bir hikaye…

İşte bu özgürlükle (manzaram elverdikçe); bu hayatlara  benimkinden daha huzurlu, daha güzel, daha eğlenceli olan ne kadar şey varsa onları koyuyordum.  Çocuktum ve hayatımda hiç bir şey benim kontrolümde değilken, bu oyunun kontrolü tamamen bendeydi… Belki de bu yüzden, o “herşeyi bir başka” olan  hayatlar, bana öyle tatlı geliyordu ki… 

Belki abarttığımı düşüneceksin, ama bu hayaller çok zor bir dönemimde benim hayatta kalmamı sağladı. İçinde kendime yer bulabileceğim bir hayatın mümkün olduğunu hatırlattı bana.  Bir yerlerde, “belki büyüdüğümde”  daha yaşanmaya değer bir hayatın olduğuna inandım oynadıkça ve bir süre bu bana çok iyi geldi. Ben de hayallere tutunmaya devam ettim. Ve iyi gelen çoğu şey gibi giderek alışkanlık halini aldı. “Böyle bir alışkanlığın kime ne zararı olur ki?” diye düşünebilirsin ama hikaye henüz bitmedi… 

***

Çocukken çaresizlikten uydurduğum bu oyun, ben büyüdükçe odamdan görünen pencerelerin ötesine geçti… Hayatın azıcık çekilmez olmaya başladığı her an, hemen kaçıp altına saklanabileceğim bir battaniye gibi gittiğim her yere  taşıdım bu alışkanlığımı. 

Bir şeyi sürekli yaparsan elbette o konuda giderek ustalaşırsın. Ben de ümit etmek, ne olursa olsun iyimserliğini korumak gibi konularda oldukça mesafe katettim. Fakat ustalaştığım konular bunlarla sınırlı değil. Hayatımın çekilmez yanlarından kaçmakta ya da  gelecekteki olası muhteşem hayat fantezileriyle oyalanmakta da ustalaştım. 

Biliyor musun bazı ustalıkların bedeli vardır. Misal nakkaşlar ömür boyu ince ince çalışmaktan kör olurmuş meslek hayatlarının ustalık zamanlarında… Hatta rivayete göre nakkaşlıkta ustalaşan zanaatkar kör olmazsa, adına zeval gelmesin diye gözlerine mil çeker kör edermiş kendisini. İşte benim hayallere tutunmakta ustalaşmamın da bir bedeli oldu…

O “her şeyi bir başka olan hayatlara” imrenerek baktığım yıllar boyunca  gözlerim çok bozuldu canım. Yakını pek göremez oldum,  gözüme bir perde indi ya da korneamda bir mutasyon gerçekleşti  (ya da devam edebilmek için kendi gözlerime mil çektim) ve ben kendi bulunduğum yeri puslu ve sisli görürken, uzakları, başka hayatları ışıl ışıl görmeye başladım. Bu yüzden de, bana parıltılı gelen  yerlere doğru, pervanenin ateşe çekildiği gibi çekilmeye başladım. 

Bunun en yorucu yanı sanırım şuydu: Bana uzaktan ışıl ışıl görünen bu yerler, oraya vardığımda solup gidiyor ve sisin içinde yok oluyordu; ben ise sürekli bir telaş içinde yeni bir parıltıya doğru koşturmaya devam ediyordum… 

Hiçbir yere varmayan bu koşturmaca yıllarca devam etti… Sanki ona doğru ilerledikçe benden uzaklaşan bir seraba koşmak gibi… Beni anladığını düşündüğüm insanlara, ait olduğumu sandığım yerlere, beni daha iyi, güzel, başarılı yapacak ve böylece “kabul görmemi” ya da “sevilmemi” sağlayacak  şeylere doğru koştum koştum koştum… 

Sonunda yorgunluktan pestilim çıkana ve bacaklarım beni bir adım daha taşımayı reddedene kadar.

***

İşte böyle canım… 

Ben bu aralar hikayenin sonunda oturup kaldığım yerdeyim.

İlk zamanlar beni taşımayı reddeden bacaklarıma çok küfrettim, yerlerde süründüm, sürüklemeye çalıştım onları… Olmadı. 

Olmayınca olmuyor, bilirsin 🙂

Şimdilerde daha sakinim. 

Bacaklarım biraz güç toplayınca tekrar ayaklanırım belki de.

Ama ondan önce, kendimle durmayı öğrenmeye çalışıyorum. 

Zira bu meziyet; koşturmaktan, kaçmaktan saklanmaktan daha az bildiğim bir şey. 

Ve bilirsin, yeni bir meziyet edinmeye çalışmak, en başında hep çok zordur.

He bir de manzaramı değiştirdim biraz.

Pencerelere bakmanın tadı yok pek.

Bu aralar durduğum yerden bulutların kendi kendilerine değişen şekillerini  izliyorum, iyi geliyor.. 

“Durdukları yerde kendinden bir başka kendi doğurmayı ne güzel beceriyor bulutlar” diyor yorgunluğum.

Hak veriyorum ona.

İşte öyle.

Anlayacağın ben iyiyim.

Sen nasılsın canım? 

How to Survive When Exposed to Cyanide

This post is published on Tipping Points Magazine on the 9th of January, 2020

Reflections on “the believers in deadness and believers in life,” thoughts on how “their hateful system of punishment” will shape our society, and how or if it is possible to change it?

The fight is an unequal one, for the haters control education, religion, the law, the armies and the vile prisons. Only a handful of educators strive to allow the good in all children to grow in freedom. The vast majority of children are being molded by anti-life supporters with their hateful system of punishments.

It is a race between the believers in deadness and the believers in life. And no man dare to remain neutral: that will mean death. we must be one side or the other. The death side gives us the problem child; the life side will give us the healthy child.
 –A.S. Neill1

For quite a while, I have really had a suspicion whether the system we are living in– and that we are preparing our children to live in– is suffocating us. And as I think more about it, the more I find evidence to convince myself that this system does not serve for life but death. Just like being exposed to cyanide, without being realized, maybe just with a slightly bitter almond smell, gradually poisoning all of us and leaving no place to survive. So I call it a system of cyanide, a system interwoven through thousands of threads, which we are exposed to starting from childhood, preparing us to be dead people or at best to close our eyes and ears to the things around us and just to stay silent. And when it comes to parenting, schooling or conventional education, they make up most of these deadly threads…

I would like to note that, the analogy which I am about to draw may seem absurd, unrealistic or even nonsense to some readers. I may agree with the exaggeration at some points, yet I have to say that I cannot simply ignore the similarities. These stories which I am about to tell are true stories. And as I keep on replaying these stories over and over again, in my head, I oftentimes smell bitter almond and hardly breath…

Does having lack of community mean having lack of hope?

A few months ago, as I was reading the morning news, and I came across the news that four siblings committed suicide in İstanbul. Leaving a note on the door saying “Cyanide inside – call the police”, they were found lying hand in hand on their beds. At first sight, it was difficult for many of us to understand why these siblings aged 48, 54, 56 and 60 decided to commit suicide together. Soon it is revealed that these people had inherited many debts from their parents, two of them were chronically ill, the only wage was garnished, drowning in an ocean of debt and execution, they were not able to afford the rent, the bills– even bread. The day they were found dead, the power was cut off by the administration – due to their debt of about $100. Having no one but themselves, they decided to stop trying. Oya, Cüneyt, Kamuran, and Yaşar, were all about to be buried in a cemetery of the nameless; in the end, an old friend managed to have them buried with their names.

As tragic as it may be, the incident was discussed a lot for a week or so… The government was criticized because of the economic conditions, even some actions were held… But was that enough to blame the economic conditions? Or would it be different if they had a supporting community, both financially and socially? Would they give up hope, if there were people around them who were supportive, encouraging, or collaborating instead of an apathetic mass of individuals? That remains unknown.I am afraid that, in a society where women and children cannot decide for themselves while living, no one will ask them their own decisions about “committing suicide.”

When is it harmless to decide instead of somebody else?

After this incident, I happened to hear the death of another family with cyanide. A father, a mother and their 9 and 5-year-old children. The father left a note saying that they decided to commit suicide, but the scene was different this time. The father was holding the hands of his children but the mother was in another room, laundering. Does anyone who decided to commit suicide do laundry?

Though the father left a note saying that “they are ending their lives”- it was obvious he was the one who decided to end the lives of the others. This was a planned murder that inspired some others, and a few weeks later there was another cyanide suicide on the news in which the mother was found on the threshold while trying to escape…

In all of these cases, the financial difficulties and depression became the main topic to discuss– as if it is “normal” to decide to end the life of someone else. Actually, the fathers, justifying their superiority over the mothers and the children decided that the rest cannot survive when he dies…I am afraid that, in a society where women and children cannot decide for themselves while living, no one will ask them their own decisions about “committing suicide.” And we live in a society where it is widely accepted and even encouraged “to think that they know what is best for another person.” Besides, unsurprisingly, all these men were mentioned as “good and kind” people but where lies the evil then?Are we living in a system which is based on control of information, manipulation, constant mind control, and aggrandizing obedience, self sacrifice, and so on?

“Oh dear, it is for your own sake”

“The sad truth is that most evil is done by people who never make up their minds to be good or evil.” –Hannah Arendt2

Goebbels’ children’s story is probably one of the most dreadful stories about the murders with cyanide. On the evening of May 1st, 1945, six children of the Nazi Propaganda Minister, after being knocked out with morphine by a Nazi doctor, were poisoned with cyanide capsules being crushed between their teeth. Six of them were found by Soviet troops two days later, lying on their bunk beds, in nightclothes, with ribbons tied in the girl’s hair. Magda Goebbels, herself combed their hair just before getting them poisoned with cyanide, what a dreadfully romantic scene for a mom– preparing her own children to be found “beautifully” dead by Soviet troops! A perfectly planned “farewell”– morphine to sedate, cyanide to kill, nightgowns and ribbons to make it look nicer!

It is clear that Joseph Goebbels was one of the century’s foremost instigators, being the Reich Minister of Propaganda of Nazi Germany, he obviously performed his job “successfully.” But even his wife and he too were sure that their children would be growing up, hearing their father’s dishonorable and non-virtuous actions. So they were to decide what is best for their children too, as they used to do for the masses. That was for their own sake, rather than living shamefully, dying beautifully. It is no surprise that once one legitimizes the control over the lives of the others “for they are weak or inferior”, it will inevitably spread to a larger area.

A Nazi Propaganda Minister may be an exaggerated example, but let’s not focus on the “Nazi” but on the “Propaganda”. Thinking of this as a starting point, how deep can we follow the roots of this totalitarianism? What if this example would not be a racist one but an inclusive one or a depiction of a utopia where people would live equally as brothers and sisters?That is a perfect method to create an obedient society isn’t it?

“Oh please, you don’t need to question, you just need to believe”

18th November 1978, was the day when more than 900 people died of cyanide poisoning, more than 300 of them were children. It was The People’s Temple, which was fighting for humanitarian reasons and good intentions, yet it turned out to be one of the largest mass murderings in U.S. history.

All these people were either convinced or forced to kill their own children and themselves. This cult, living in a colony among the jungles of Guyana, was completely isolated from the outer world, all the information was controlled and had no communication except the radio speaker system on which the leader Jim Jones’ preachings were constantly playing. And these everyday-nonstop preachings were aggrandizing the obedience to cult while criticism or quitting was considered as a betrayal. Does this seem dystopic?

As an extreme example of mind control, Jonestown Massacre has been examined and discussed for more than 40 years now. But is it really a unique or an extreme example? Or are we living in a system which is based on control of information, manipulation, constant mind control, and aggrandizing obedience, self sacrifice, and so on? Knowing that all the sources of information are controlled by the ones who have the power, we can only see or hear about the chosen news or propaganda. Nobody ever learns about the Kurdish children bombed and scattered in Tel Rifat, nobody hears about the siblings who died while playing with an explosive, the murder of the natives in rainforests or the murder of the activists in Chile and many many others left secret…

When I was about 13, I remember reading one of my homework assignments in writing class. It was about a murder of a journalist whose assassination still remained secret. As soon as I finished reading, regardless of what I was writing, the teacher started preaching, advising us to be wary, and not to question that much– which was quite shocking to me at that time– and yet, now it makes perfect sense.

As a conventionally schooled child I have seen many scenes in which I or my fellows were warned or threatened or punished when we were not obedient or when we just talked. Besides we were many many times given questions to be answered correctly (it is said as “correctly” but actually what is meant is “expected”) and yet hardly ever encouraged to question. I would prefer to take these experiences personally, but unfortunately, many children, in many countries still have been experiencing this every single day, for many many years. That is a perfect method to create an obedient society isn’t it?

Yet maybe that is not obedience poisoning us all but another form of ignorance– ignorance of “self”. Hannah Arendt sounds right, when she says “The aim of totalitarian education has never been to instill convictions but to destroy the capacity to form any.” Considering all of the stories above, it is obvious that the dominant system (it can be called capitalism, authoritarianism, totalitarianism, parliamentary democracy or whatever…) is molded by the believers in deadness.

What to do with ourselves now?

As I am about to finish my ramblings I want to go back to the beginning, to the words of Neill, saying “… children are being molded by anti-life supporters with their hateful system of punishments.” As a grown up in this system, I have come across with certain kinds of blockages in my life and in the lives of the ones I happened to witness in a way. As I became obsessed with the destruction of schooling on human beings, I realised that these blockages are somehow very similar to each other regardless of how different our lives are. Here are some of my arguments or questions about these blockages:

Just like it is not easy to learn to question things while you are being questioned all the time, it is not easy to know about your personal interests, your needs while you are supposed to spend your time on the issues which are deliberately chosen by the authority and while you are supposed to ignore all your interests for the sake of someone else (a parent, a teacher, a leader…)

It is not easy to decide or to be sure about something when someone else is constantly deciding instead for you. Or it becomes impossible to organise or plan your own time when the external obligations or motivations are always driving you to a certain point.

And isn’t it impossible to cooperate and show empathy for one another or just to be at peace with yourself, when you are constantly forced to be “better than the others” and endlessly being evaluated or graded?

Helplessly crippled starting from childhood we become the lack of an authentic self, the lack of self-discipline or self-actualisation or the lack of self-respect, self-peace, or self-love. Remembering Neill’s definition, an ill society, made up of troubled adults who are unhappy constantly at war with themselves or one another. Isn’t this poisonous for us all? We are made to believe that this is normal, and there is no other way, yet as we let our authentic selves be buried, we are content with the rest of us, if there is anything left?

Original Photo: Scott Webb

How to survive?

Considering all of the stories above, it is obvious that the dominant system (it can be called capitalism, authoritarianism, totalitarianism, parliamentary democracy or whatever…) is molded by the believers in deadness. We are living in this crazy era in human history, with deepening crisis of economy, social justice, and climate… After talking about many things I have to confess that I don’t know the exact answer to how to survive when exposed to the cyanide system? But I have questions which will bring some more questions.

Are we brave enough to love the world and assume responsibility for it?

Are we able to let our lives be governed by “the wellsprings of our lives” such as empathy or love?

Are we ready to question and search for answers together?

Are we ready to cooperate and collaborate? To live as a community working for a common interest?

Are we going to forget the old corrupted morals and embrace the renewal?

Are we going to let the new and the young ones take over?

Leaving these questions here and thinking about more, as I finish, I have to agree with Wilhelm Reich in his book Children of Future:

We cannot tell our children what kind of a world they will or should build. But we can equip them with the kind of character structure and biological vigor which will enable them to make their own decisions to find their own ways to build their own future and that of their children in a rational manner.3



[1] Neill, Alexander S., çev. Nilgün Şarman, Özgürlük Okulu, Payel Yayınları, 2000. sf 131
[2] Arendt, Hannah. The life of the Mind : One/Thinking, Two/Willing. Hartcourt, 1981.
[3] Reich et al. Children of the Future : On the Prevention of Sexual Pathology. Farrar Straus Giroux, 1984.

Arkadaşım Nerdesin? – Arkadaşıma Mektuplar (1)

Sana daha önce anlatmış mıydım hatırlamıyorum…

Yirmili yaşların başındayken, üniversiteden tanıdığım insanlarla bir eve çıkmıştım. İşte o evin tam karşısındaki balkonda, parmaklıkların ardında takılan bir çocuk vardı. Sabahları bazen onun sesiyle uyanırdım. Balkona çıkar, yorulana ya da sıkılana kadar “Arkadaşııım nerdesin?”  diye seslenirdi. Defalarca tekrarladığı halde sesinin tonu hiç değişmez, her seferinde bir karşılık almayı bekleyerek tekrarlardı: “Arkadaşııım nerdesin?”. 

Bu seslenişine hiç karşılık vermedim. Onun seslenişi sokağın sessizliğinde çınlarken, bunun bir oyun çağrısı olduğunu fark etmeyecek kadar büyümüştüm sanırım. Ama zaman zaman başka oyunlarına dahil olduğum olurdu. Özellikle balkona oyuncak silahıyla çıktıysa, karşılaştığı yetişkinlere ateş açardı. Öyle zamanlarda oyuna katılır, vurularak yere yığılır ya da balkondan içeriye doğru kaçar siper alırdım. Elbette bu oyun, vuracak kimse kalmadığında biter, birlikte oynayacak bir arkadaş özlemi ağır basar ve “Arkadaşııım nerdesin?” nakaratı yeniden tekdüze devam ederdi.  

***

Dimdik bir yokuşla denize inen bir yolun ortasında oturuyorduk karşılıklı apartmanlarda. Arkadaşımı sokakta oynarken hiç görmedim. Hatta ona balkonda eşlik eden kimseyi de görmedim. Arkadaşım balkondayken arada sırada kıpırdayan perde dışında evde bir  hayat belirtisine rastladığımı da söyleyemem. Arkadaşım balkon parmaklarının ardında tecritte gibiydi. Çocuk olmaktan hüküm giymişti. Arkadaşımın mahkumiyeti acı vericiydi ama onu perdenin arkasından izlemek dışında yapabileceğim bir şey olmadığını düşünürdüm. O da, benim bu eylemsizliğimin karşılığını balkondan bana ateş açarak verirdi. Bu tepkisinin haklı olduğunu düşünür ve hiç  gocunmadan defalarca vurulur ve acı çekiyormuş gibi inlerdim. Bana kalırsa bu oyun, onu balkon parmaklıkların arkasına mahkum eden, ya da oradan kurtulmasına yardım etmeyen tüm yetişkinlere hatta yetişkinliğe karşı bir intikam duygusuyla ortaya çıkmıştı. Bu  yüzden ne kadar acı çekiyormuş gibi görünürsem, onun o kadar eğlendiğini ve rahatladığını hissediyordum. Yine de içinde bulunduğu durumun karşısında böyle bir  intikamın çok naif kaldığını da söylemek isterim. Sonuçta ben oyun icabı bir silahla vuruluyordum; oysa o,  kelimenin gerçek anlamıyla tecritteydi. 

***

Görülmediğimiz, ya da görülmediğimizi hissettiğimiz anlar oldukça acı vericidir, bu duyguyu sen de bilirsin. Fakat bence daha kötüsü çocuk olmaktır, çünkü çocuksan, “görülmemek” sürekli yaşadığın, hatta normalleştirdiğin bir deneyimdir. Ve maalesef bu süreklilik ya da normalleşme bunu daha az acı verici hale getirmez. Sadece bu ızdırapla başa çıkabilmek için kendimizce farklı yöntemler geliştiririz.

Benim arkadaşım da bu ızdırap başa çıkılamayacak kadar büyük olduğunda, böyle bir oyun bulmuştu. Sonuçta yalnızlığı sonsuza kadar süremezdi, şu kocaman dünyada, onca insanın içinde onun gibi arkadaş özlemi çeken, onu duyacak, koşulsuz kabul edip anlayacak ve eşlik edecek biri -en azından bir kişi- bir yerlerde varolmalıydı.  O yüzden her gün sabırla, oralarda bir yerde onu duyacak bir arkadaşı varmış gibi sürdürdü bu oyunu.  

“Arkadaşııım nerdesin?”

***

“-mış gibi” yapmak bu bekleyişi katlanılabilir kılar. Sana asla karşılık vermeyen o arkadaşın da zor durumda olduğunu ve seni henüz bulamadığını, onun da özlemle ve sabırla seni aradığını düşünürsen, kendi haline acımayı bırakıp, arkadaşın için kaygılanmaya başlarsın ve onun içinde olduğu zor durumdan bir an önce kurtulabilmesini dilersin. 

Ya da onun sokağın köşesinde bir yerlerde saklandığını, bir köpeğin peşinden koştuğunu, bir ağaca tırmandığını, bir bankta oturup dinlendiğini düşünürsün ve onun aldığı keyfe ortak olursun. Böylece her kıpırdayan perdeye dikkat kesilir, her köşe başına heyecanla yaklaşır ve oyuna devam edersin.

Ve işte oyunun büyüsü tam da burada devreye girer. Gerçek olduğuna inanarak -mış gibi yaptığın şey her neyse, bir anda ete kemiğe bürünür. Hikayenin bu kısmında tam olarak böyle oldu. 

***

Günler, haftalar, aylar sonra bir gün, hiç karşılık duymadığı halde, aynı umutlu ve tekdüze sesle balkondan “Arkadaşııım nerdesin”  diye seslenirken, küçük bir kız ona yanıt verdi.

“Arkadaşııım burdayım!”

Sesin nereden geldiğini göremiyordum ama bizim binanın hizasından ve sağ taraftan geldiğini söyleyebilirim. Balkonlarda kimse görünmüyordu, muhtemelen açık bir camın arkasından sesleniyordu bu küçük kız. Arkadaşımla aynı yaştaydılar, 5-6 yaşlarındaydı ikisi de. 

Artık oyun farklı bir seyre bürünmüştü, sırayla sesleniyorlardı birbirlerine:

“Arkadaşııım nerdesin?” 

“Arkadaşııım burdayım.”

“Arkadaşııım nerdesin?” 

“Arkadaşııım burdayım.”

Birbirlerine seslenişleri hiç değişmeyen meraklı ve neşeli bir tonda dakikalarca, günlerce devam etti.  Bu karşılıklı cıvıldaşma, bir şarkı hatta serenat  gibi geliyordu kulağıma. Sanki yalnızlığına bir arkadaş arayan benmişim de sonunda “O”nu bulmuşum gibi mutlu ediyordu beni.

***

Bu hikayenin sonrası yok, çünkü ben birlikte eve çıktığım insanlarla sorunlar yaşadım falan filan, sonra oradan taşındım. O mahalleye de bir daha gitmedim. O iki arkadaş ne zamana kadar birbirlerine öyle seslenmeye devam etti bilmiyorum. Hiç parkta buluştular mı? Birlikte piknik yaptılar mı? Karşılaşmadan önce birbirlerini nasıl beklediklerini konuştular mı? Bunların hiç birini bilmiyorum. Ama bu soruların çok da önemi yok sanırım. Sonunda ne olduğu çok da önemli değil aslında, çünkü benim için önemli olan o karşılaşmanın kendisiydi. 

“Eee şimdi  niye anlattın bunları” diyor musun? 🙂

Ne bileyim işte, anlatmak istedim sana, çünkü bugün bile hala o seslenişleri kulağımda çınlıyor ve ben sanki sevdiğim bir şarkıyı tekrara almışım gibi dinliyorum. 

Aslına bakarsan, ben de bir yerlerde beni duymasını, anlamasını istediğim bir arkadaşı beklemenin neye benzediğini iyi biliyorum. O bekleyişle başa çıkmanın zorluğunu da…

Bir de sanırım hiç karşılık almadan aylarca devam eden bu oyunun yarattığı mucizeye tutuldum, ve hiç bir karşılık bulmasa da oyuna devam etmenin büyüsüne…

Hani güneş doğmak için kimsenin onu izlemesini beklemez ya… 

Ya da bir tomurcuk açmak için birinin onu görmesini beklemez falan, onun gibi işte.

He bir de, aklıma üşüşen ne varsa sana yazmak bana çok iyi geliyor sevgili dostum. Diyorum ki şu koca dünyada, onca insanın içinde beni duyan ve anlayan biri – en azından bir kişi var. İyi ki… 

Oyun sadece oyun mudur?

Oyun insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe dayanmaktadır. Ebeveynlerin/yetişkinlerin çocuklarını tanımalarının en doğal ve sağlıklı yolu oyundur. Okul öncesi dönemde oyun, büyük ve önemli bir kısmı kapsamaktadır. Çocuklar kendi kimliklerini tam olarak oturtana kadar sürekli büyür, gelişir ve dönüşürler. Oyun oynamak çocukların iletişim kurma, özgüven geliştirme ve duygusal sıkıntılarını giderme aracıdır. Bir çocuğun oyun oynamasını istememek/ertelemek ya da engellemek, bir yetişkinin konuşmasına izin vermemek ya da engellemeye benzer. Oyun oynamak çocuğunuzun duygusal enerjisini şarj etmenin en iyi ve en temel yollarından birisidir. Çocuğun iş birliği yapmasını kolaylaştırır. Çocukların sağlıklı ve destekleyici ilişkiler kurmasını sağlar ve davranışlarını düzenler. Oyun oynamak çocukların beslenme ve uyku kadar temel ihtiyaçlarından birisidir. Çocuk oyunla birlikte sosyalleşmektedir.

Oyun hayatın özüdür

Çocuklarda okul öncesi dönemde öğrenmenin gerçekleşmesinde oyunun büyük bir yeri olduğu bilinmektedir. Okul öncesi dönemde oyun etkinlikleri ve oyun ortamı, belirlenen hedeflerin çocukların hayatına entegre edilmesine ortam yaratır. Özellikle okul öncesi eğitim kurumlarında çocuğu tanımada, davranışlarını anlamada, sağlıklı bir ilişki kurmada ve yeteneklerini desteklemede oyun önemli bir yere sahiptir. Oyun oynama içgüdüsü tam anlamıyla iki, üç yaşlarında gelişmiş olur. Çocuklara sağlıklı ve doğal öğrenme ortamında alan açarak çocukların duygusal, sosyal, fiziksel ve zihinsel yönden gelişmelerine ortam yaratmaktadır. Oyun etkinlikleri yapılırken çocuk, kendi bedenini kontrol etme, nesneleri kavrayabilme ve anlamlandırabilme yeteneği kazanmaya başlar. Oyunlarla çocuklar kendi iç dünyalarını yansıtırlar. Oyunda kurallar ve sınırlar yoktur çocuk istediği gibi oynayabilir, kendini istediği gibi ifade edebilir ve böylelikle hayallerini oyuna yansıtma fırsatı bulur. Oyun çocuğun fiziksel ve zihinsel yapısını geliştirmesine katkı sağlarken aynı zamanda çocuğun yaratıcılık özelliklerini geliştirmesine ve ortaya çıkarmasına da alan açmaktadır. Oyun oynarken çocuk sıçrar, koşar, sürünür. El becerilerini sağlayan oyunlarıyla da parmak ve el becerilerini harekete geçirir. Oyun çocuğun ince ve kaba motor becerilerini geliştirir. Çocuk oyun esnasında akranlarıyla iletişim halindedir ve böylelikle çocuğun dili kullanma yeteneği de gelişir. Oyun çocuklar için geliştirici ve iyileştirici bir niteliğe sahiptir. Oyun esnasında çocuklar yaşadıkları sorunlarını ve mutluluklarını oyuncaklar ve hikayeler yoluyla anlatırlar. Çocuklar böylelikle duygu boşalımlarını sağlar ve rahatlarlar. Oyunlarda ebeveynlerin yeri de çocuğun gelişimi için geniş bir yere sahiptir

Çocuklar, ebeveynleri tarafından anlaşılmaya ve güvende hissetmeye ihtiyaç duyarlar. Çocuklar, siz ebeveynlere içsel deneyimlerini ve duygularını oyun esnasında aktarırlar. Yetişkinler duygularını ve deneyimlerini sözcüklerle ve kelimelerle aktarırlar. Çocukların ise dili oyundur, kendilerini oyun yoluyla ifade ederler. Oyunun çocukların dünyasında yeri büyüktür. Çocuklar ‘bugün okulda kötü bir gün geçirdim, kendimi mutsuz hissediyorum, konuşalım anne/baba diyemezler.’ ‘Anne/baba benimle oyun oynar mısın’ derler. 

Çocuğunuzla yakınlık kurmak istiyorsanız birlikte oyun oynayın

Oyun sadece çocuğun gelişim alanlarını etki göstermekle kalmamakla birlikte aileye de çocuğunu anlama ve tanıma imkanı verir. Oyun oynarken çocukların ebeveynlerinden aldıkları destek ve karşılık çocuğun ileriki yaşamı için çok önemlidir. Çocuğunuzla oyun oynamak size çocuğunuzun ne kadar mutlu, sevgi dolu, ilgili, uyumlu ve yaratıcı olduğunu anlamanıza alan açar. Çocuğunuzu anlamakta zorlandığınız ya da fark edemediğiniz noktaları anlamanızı sağlar. Çocuğunuzla birlikte o derin ve büyüleyici duygusal yakınlığa uzanan köprüyü oyun oynayarak destekleyebilirsiniz. 

Oyun oynamak aynı zamanda dünyayı keşfetmelerini, anlamalarını, yeni deneyimler kazanmalarını ve duygularını fark etmelerini de sağlayan sınırsız ve sonu olmayan bir yoldur. Gelişimsel dönemlerinde çocuk en çok ebeveynlerin desteğine ve karşılığına ihtiyaç duyar. Çocuklar oyunlarında bile ebeveynlerini rol model alırlar. Ebeveynler çalışıyor olma, isteksizlik ya da oyun oynamayı bilmiyor olma gibi durumlardan dolayı çocuklarıyla yeterince oyun oynamamaktadırlar. 10-20 dakika bile olsa çocuklarınızın sizlerle oyun oynamaya, duygularını size anlatmaya ve sizinle oyun esnasında duygusal yakınlık kurmaya ihtiyaçları vardır. 

Ebeveynlerin oyuna karşı bakış açısı ve ilgi düzeyleri de bu durumu etkilemektedir. Ebeveynlerin çocukları ile oyun oynamaları çocuğun işbirliği ve dayanışma içerisinde olan, güven duyan, kendisiyle barışık, çevresiyle dengeli ve uyum içerisinde olan kişilik yapısı geliştirmelerinde etkilidir. Oyun oynarken ebeveynlerin yerme, yargılama, kıyaslama ve karşılaştırma gibi davranışlarından uzak durmaları gerekmektedir. Bu tür davranışların sergilenmesi çocuğun benlik gelişimini bastırmaktadır. Yapılan araştırmalar ebeveynlerin çocukları ile oyun oynamadığı zaman fiziksel, duygusal ve psikomotor gelişim yönlerinde aksaklıkların olduğu belirlenmiştir. 

Çocuğunuzla oyun oynarken kahkahalarla gülün

Kahkahalarla gülmek sizin ve çocuğunuzun kaygı ve stresine olumlu etkileri vardır ve aranızdaki sevgi,  iletişim ve yakınlık bağını güçlendirir. Kahkahalarla gülmek ailedeki bireyleri birbirine yakınlaştırır. Çocukların gülmesini sağlamak ve oyunu daha da keyifli hale getirmek oldukça kolaydır. Birlikte yastık savaşı yaparak, birbirinizi sandviç yaparak, saklambaç ve kovalamaca gibi bağlanma ve hareket temelli oyunlar oynayarak kahkahalarla gülebilirsiniz. Birlikte dans edebilirsiniz, komik surat ifadeleri yapabilirsiniz. Oyun oynamanın her yerde ve her zamanda mümkün olduğunu unutmamalısınız. 

Kilit Noktalar

Oyun çocuğun dilidir.

Oyun bir uyumdur.

Oyunla çocuk kendi duygularını ifade etme imkanı bulur. Mutsuzluklarını, sevinçlerini ve kızgınlıklarını oyuna yansıtır.

Oyunla çocuk kendi deneyimlerinin farkına varır.

Oyun gerçek ile hayal arasında bir köprü niteliği taşır.

Oyun çocuğun benlik gelişimine, sosyal gelişimine, psikomotor gelişimine ve duygusal gelişimine katkı sağlar.

Oyun çocuğu gelecekteki yetişkin/ebeveyn yaşamına hazırlar.

Oyun çocuğun sosyal ilişkilerine katkı sağlar. Akran ilişkilerini güçlendirir.

Oyunda aile ve okulun etkisi büyük bir öneme sahiptir.

Ebeveyn çocuk oyunları ailedeki duygusal bağı güçlendirir.

Oyun çocukların yaratıcılıklarına alan açar.

Oyunla birlikte çocuk özgürleşir.

Oyun gelişimin bir parçasıdır ve çocuğun vazgeçilmez öğrenme aracıdır. Çocukların oyunlarında kendini ifade etmesine izin verilmesi, duygularını paylaşmasına destek olunması, aradaki duygusal bağı güçlendirmeye çalışılması ve gerekli oyun ortamının sunulması gelecekte duygularını rahatça paylaşan, sorun çözme becerileri gelişmiş, kendini ifade edebilen, diğer insanların sınırlarına saygı duyabilen ve aidiyet duygusu gelişmiş ebeveynler/yetişkinler olması açısından büyük bir öneme sahiptir. 

Psikolog/Oyun Terapisti Afranur Mamuş

KAYNAKÇA

Cohen, L,J.  (2020). Oyuncu Ebeveynlik. Görünmez Adam Yayıncılık. 

Solter, A.J. (2017). Oyun Oynama Sanatı. Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Ticaret A.Ş.

Ayan, S., Memiş, U,A. (2012). Erken Çocukluk Döneminde Oyun. Selçuk Üniversitesi. Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Bilim Dergisi.  

Ulutaş, A. (2011). Okul Öncesi Dönemde Drama ve Oyunun Önemi. Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 

Özyürek, A. Gürleyik, S. (2016). Anne Babaların Okul Öncesi Dönem Çocukları ile Etkileşimlerinde Oyunun Yeri. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi. 

Koçyiğit, S. Tuğluk, M.N. Kök, M. (2007). Çocuğun Gelişim Sürecinde Eğitsel Bir Etkinlik Olarak Oyun. Atatürk Üniversitesi. Erzurum.

Bayramiç – Tohum Takas Şenliği Vol.II

Aradan iki yıl geçtikten sonra, yine Bayramiç’e Tohum Takas şenliğine davet edildik. Davete icabet etmeyi seviyoruz 🙂

Pandemiyle geçen uzuuuuuun zamanın ardından yeniden bir yap-boz oyun alanı kuracak olmak içimizi neşeyle doldurdu ve İzmir’den yola çıkan iki, İstanbul’dan gelip yolumuza çıkan iki ve Çanakkalede bizi bekleyen iki kişi olarak, +6 oyun heveslileri bir araya geldik, ne bulduysak topladık, heyecanımızı, neşemizi, tedirginliklerimizi, hamlığımızı, paylaşmaya ve çoğalmaya duyduğumuz açlığımızı ortaya koyduk. Ortaya güzelce şeyler, oyunlar, deneyimler, girişimler, tanışıklıklar, şaşkınlıklar çıktı:

Kumanda hep çocuklardaydı:

Neyi nasıl kullanacakları onların inisiyatifindeydi ve oyun alanındaki eskici dükkanını daha işlek bir yere taşımaya karar verdiler, fena da para kazanmadılar… Paralar kırışıldı, limonatalar içildi, macunlar, dondurmalar yendi, hint kınasından dövmeler yaptırıldı…

Sergiler açıldı, bu arada parmaklarımız su toplayana kadar kuru boya açarken Oyun işçiliği neydi diye tekrar sorduk : )

Pankartlar hazırlandı:

Hatırlatmalar yapıldı:

Sonuç olarak çok güzel oldu, eğlendik, arkadaşlar edindik, tekrar yapmak için sabırsızlanıyoruz 🙂

Pencereme Yansıyanlar – Ayşen Altay

Geçen yıl Nisan ayında Covid 19 Çağında Evokulluluk: Altı Okulsuz Ebeveynden Tavsiyeler başlığıyla bir dizi çeviri yayınlamıştık. Türkiye dışında pandemiyi deneyimleyen altı okulsuz ebeveynin tavsiyelerini sıraladığı bu yazı, karantina sürecinde çocuklarla yapılacak aktiviteler listesi içermiyordu; birdenbire kendimizi içinde bulduğumuz bu durumla nasıl başa çıkılacağına dair bir reçete de sunmuyordu. Yine de bu altı ebeveynin dikkat çektiği konular ve verdikleri tavsiyeler, o zaman içinde olduğumuz dönemi, hatta bu dönemin  öncesini ve sonrasını da kapsayan bir doğrultuda genişliyordu. 

Pandemi sürecin başından bu yana;  çoğu ebeveynin  işyerinin,  çoğu çocuğun da okulunun eve taşındığı  ve evin alışılagelenden bambaşka bir ritminin  oluştuğu o günlerden bu yana bir seneden fazla zaman geçti.  Bu geçen sürede içinde olduğumuz duruma kimimiz alıştık, kimilerimiz ise bu dönemde Türkiye’de  çocukların dışarı çıkmasının yasaklanması, okulların kapatılması ya da  çocukların sosyal ve fiziksel çevrelerinin büyük oranda kısıtlanmasından dolayı bu dönemi çokça tartışır ve eleştirir olduk.  Ama hepimiz bu dönemin içinden geçtik,  yaşadık ve yansıttık.

Aşağıda paylaştığımız yazı, içinden geçtiğimiz bu deneyimin gösterdiklerine, öğrettiklerine ve yansıttıklarına doğru açılan kişisel bir penceredir. Bu pencere, tıpkı girişte bahsettiğim yazı gibi,  bu süreci deneyimleyen bir yetişkinin, bu sürecin öncesine ve sonrasına uzanarak genişleyen ufkuna açılır.  Penceresinden bakıp, oynamakta, öğrenmekte ve kendini yaratmakta olan çocukları gören, duyan ve bizimle paylaşan Ayşen Altay’a teşekkür ederiz.

***

Salgın sürecinde, kızımın  öğrendiklerine dair pencereme yansıyanlar:

-İnsan ve doğa ilişkisinin karşılıklılığını, doğaya bencilce yaklaşmanın insanlık için sonuçları olacağını öğrendi.

-Doğanın güçlü olduğunu, kendi kuralları olduğunu, insan için en doğru seçimin doğaya saygı ve uyum olduğunu öğrendi.

-Doğada sadece insanların yaşamadığını daha çok fark etti. Gözümüzle göremeyeceğimiz mikroorganizmalarla beraber yaşadığımızı öğrendi. Tüm canlılığın efendisi gibi davranan insanın, en en küçükler karşısında çaresiz kalabileceğini öğrendi.

-Bazı durumlarda bireysel kurtuluş olamayacağını öğrendi. B. Brecht’in dizesini yaşayarak anladı: “Kurtuluş yok tek başına. Ya hep beraber, ya hiçbirimiz…”

-İnsan emeğinin ve bilimin, insanlığın kurtuluşuna hizmet edebileceğini öğrendi. Bazı insanların; diğer insanlar, toplum ve insanlık için olağanüstü fedakarlıkla emek harcayabileceklerini öğrendi.  “Şu anda bilim insanları ve doktorlar çalışıyorlar,” dedi sık sık. “Bu saatte bile çalışıyorlar mı?” diye sordu. Gözlerinden, saygı, minnettarlık ve umut okunuyordu. 

-Üstelik bu emeğin kurtarıcı olabileceğini gördü, anladı. (Aşı bulundu, haberini ona verdiğimde, kendi özgün tarzıyla şöyle dedi: “Ne oldu korona, çok havalıydın? İnsanlar  kazandı işte!..)

-Daha çok ihtiyacı olana, gönüllü olarak öncelik verilmesi gerektiğini öğrendi. Aşı uygulamalarında olduğu gibi.

-Korunmak konusunda herkesin eşit şartlara sahip olamadığını öğrendi. Evden çıkmadığımız günlerde, kargo çalışanı kendisine oyuncak getirince, çok kafası karıştı. Zor zamanlarda, zorunlu üretim ve dağıtımın ne olması gerektiği konusunda düşündü. Kendince sonuçlara da ulaştı. 

-Hiçbir ebeveyn müdahalesinin, hiçbir yapılandırılmış eğitim programının öğretemeyeceği nitelikte, “beklemeyi” öğrendi.

-Zor zamanların geçeceğini, her şeyin bir sonu olduğunu öğrendi.

-Sahip olduklarımızın beklemediğimiz bir anda elimizden alınabileceğini, alıştığımız yaşamın birdenbire değişebileceğini deneyimledi. Bunun travmatik etkisinden kurtulmak için dayanışma içinde olmayı, yaşamı güzelleştirecek yolları birlikte aramayı öğrendi.

-Sadece kendisini korumak için değil, hiç tanımadığı insanları korumak için de fedakarlık etmeyi öğrendi.

-Umutsuzluğa kapılmamayı ve gelecek güzel günlere kesin olarak inanmayı öğrendi.

-“Hayır” demeyi daha çok öğrendi. “Bana dokunma” demenin en meşru hakkı olduğunu öğrendi.

-Bireylere ve topluluklara, özgüvenle müdahale etmeyi öğrendi. (Maske ve sosyal mesafe konusundaki uyarıları ile, çevresindekileri daha duyarlı daha saygılı hale dönüştürmeyi başardı da.)

-Herkesin, her zaman doğru davranmadığını, hatta insanların akıl almaz yanlışlar yapabileceğini ve hatta bu yanlışlarını yalanla gizlemeye çalışabileceğini, gördü, öğrendi. (Bazen, “çocuğunu da korumuyor” diye, bazen “hiç maske kullanmıyor, bi de bizi kandırıyor, maske takıyorum diye” söylenerek kızdı. Komşunun kalabalık doğum günü  partisini şaşkınlıkla karşıladı…) Sanırım sosyal çevresinin davranışlarını referans alırken iki kere düşünmeyi, “herkes kendini damdan aşağıya atıyor diye atlamamayı” öğrendi. 

-Sevdiği ve güvendiği insanların ciddi hatalar yapabildiğini gördü. İyi ebeveynlik üstüne düşündü. Bilmemek, umursamamak, rahat etmek istemek gibi durum ve tavırların ebeveynlik ile uyumlu olmadığına karar verdi.

-Kendisini korurken ölçülü olması gerektiğini, önlemleri abartmanın yaşamı zorlaştıracağını öğrendi. Gerçekçi önlemler ile abartılı önlemleri ayırt ederek , kendisini takıntılardan korumayı öğrendi.

-Bu arada okuma yazma, biraz matematik, biraz ingilizce, paten kaymak, bolca tasarım ve geri dönüşüm projesi üretmek, bolca bilgisayar oyunu da öğrendi. Ama bunlar ikincil bence. Yaşama dair kazandığı tutumlar daha önemli geliyor bana…

Macera Oyun Alanları (1968)* – Lady Allen of Hurtwood

*Bu metin Superpool tarafından yayınlanan “İstanbul Okumaları: Şehirde Oyun” adlı kitapta yer alan Macera Oyun Alanları makalesinden alıntılanmıştır. 

Makalenin devamında incelenen  Nothing Hill Macera Oyun Alanı ve Lenox-Camden Oyun Alanı örnekleri, ikinci ve üçüncü kısım olarak ayrıca  yayınlanacaktır.

 1920-1930 yılları arasında peyzaj mimarı olarak çalışan Lady Allen of Hurtwood, 1930 yılında Peyzaj Mimarları Enstitüsü’ne (Büyük Britanya) ilk üye olarak kabul edildi.  Kendini çocuk sağlığı ve hakları konusuna adayan Lady Allen’ın mücadelesi, 1948 yılında Çocuk Yasası’nın kabul edilmesiyle meyvesini verdi. Çocuk yuvası, erken çocukluk eğitimi, çocuk filmleri  konularında faaliyet gösteren kurumlarda aktif rol aldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında bombalanan alanlardaki hurdaların çocukların oynayabileceği şekilde dönüştürülmesi konusunda çalıştı. Savaşın ardından Avrupa ve Orta Doğu’da UNICEF’in irtibat yetkilisi olarak çalıştı. Oyun alanları üzerine yazılar yazdı. Macera oyun alanları üzerine yazdığı kitabı Planning for Play (1968), düşüncenin dünyaya yayılmasını sağladı.

Başarılı bir macera oyun alanının sırrı,

devamlı gelişim içinde olmasındadır,

hiçbir zaman tamamlanmaz, gelişimi hiç bitmez.

Birçok çocuk için bir çok şey olabilen

bir tür “boş arazi”dir.

Jack Lambert, Lider **

Macera oyun alanları, her yaştaki çocuğun kendi oyun fikirlerini geliştirebileceği yerlerdir. Gençlerin çoğu, arada sırada yersiz eleştiri veya kınamaya maruz kalmadan, gerçek araç gereçlerle çalışarak toprak, ateş, su veya tahtayla bir şeyler denemek için derin bir ihtiyaç hisseder. Bu oyun alanlarında, onların serbestçe hesaplanmış bir risk alma tutkuları kabul görür, hoşgörülü ve müşfik bir rehberlik denetiminde tadı çıkarılır.

Asfalt denizi üzerine çakılmış sabit ekipmanla donatılan eski usul oyun alanlarının pek yakında geçmişin kalıntıları arasına katılacağı ümit edilmektedir. Artık onların ömürleri dolmuştur, çünkü çocuklar esnekliği olmayan demir eşyadan kısa sürede sıkılmaktadır. Genel oyun tanımlaması içinde hareketsiz nesnelerin de yeri vardır, ancak tek başlarına yeterli değillerdir. Oyun alanı tasarımcıları demir eşyalardan vazgeçip, aynı hareketsizlikte kütükler, tırmanma çerçeveleri ve soyut şekilli pahalı oyun heykellerini tercih etmeye başladıklarında, doğru yönde ufak bir adım atmışlardı. Fakat bunlar da çocukların ilgisini devam ettirmeyi başaramadığından, beton tekneler, çekme motorları, kamyonlar ve bozuk arabalar gibi unsurlardan medet umuldu. Fakat çocuklar kısa zamanda bu yeniliklerden de bıkıp ilgilileri çileden çıkararak, sokaklardaki daha heyecanlı oyunlarına döndüler veya boş alanlarda daha yaratıcı eğlenceler keşfetmeye koyuldular. Buralarda buldukları nesneleri istedikleri gibi sağa sola götürüyor, eski tuğla ve tahtalarla evler yapıyor, (polisler bakmadığında) ateş yakabiliyor, hendeklerdeki çamurlu sulara akacak yollar, havuzlar yapıp oynuyorlardı. Bugünlerde böyle kıymetli boş arsalar giderek azalıyor, dereler lağımların içine saklanıyor, tepecikler ve tümsekler düzlenip betonun altına gömülüyor, ağaçlar ise artık tırmanmak için değil.

Macera oyun alanıyla ilgili ilham, 1943 yılında Alman işgali sırasında açılan Emdrup oyun alanıyla Danimarka’dan gelmişti. Ünlü peyzaj mimarı Profesör C.Th. Sørensen Kopenhag’da birçok güzel oyun alanı tasarlamış olmasına rağmen, çocukların hurda alanlarında ve şantiyelerde oynamayı tercih ettiğine dikkat etmiş, sağı solu karıştırıp buldukları atıklarla kendi oyunlarını geliştirmelerinden etkilenmişti. Büyük bir anlayış ve cesaretle, Kopenhag dışındaki yeni bir toplu konut projesinde Emdrup hurda oyun alanını kurdu. Anlayışlı bir lider bulma konusunda ilk andan itibaren hem kendisi hem de çocuklar çok şanslıydı. Eğitimli bir anaokulu öğretmeni olan John Bertelsen aynı zamanda eski bir denizciydi, dolayısıyla bu denemeyi başarıya götürecek insandı. Bu başlangıçla Emdrup, bütün dünyaya ilham verdi. 

1947 yılındaki bir yazısında Profesör Sørensen fikirlerini şöyle vurguluyordu:

Bir macera oyun alanı kurulması düşünülüyorsa, çocukların fazlaca denetim ve organizasyona tabi tutulmasına karşı bir uyarıda bulunmak yerine olacaktır. Bence çocuklar mümkün olduğu kadar serbest ve kendi başlarına bırakılmalıdırlar. Tabii ki bir miktar denetim ve yönlendirme gerekecektir. Ancak, çocukların hayatlarına ve faaliyetlerine müdahale ederken çok dikkatli olmak gerektiğine kalpten inanıyorum. Macera oyun alanının amacı, kentteki çocuklara, kırsalda yaşayan çocukların sahip olduğu oyun olanaklarının zengin bir alternatifini sunmak olmalıdır.

Danimarka’daki Skrammellegepladsen ile İsviçre’deki Robinson oyun alanları ve Birleşik Krallık ve başka ülkelerdeki macera oyun alanlarının hepsi Emdrup’tan türemiştir. Buna rağmen, hurda oyun alanlarının hepsi bulundukları ülkeye, yerlerinin doğasına, çocukların isteklerine, liderin hayal gücüne ve eldeki paranın miktarına bağlı olarak birbirinden çok farklıdır. Gelgelelim hepsinin paylaştığı amaç, çocukların özgür ve serbest bir atmosferde, şekillendirebilecek malzemelerle istedikleri gibi oynamalarını sağlamaktır.

Emdrup

Birleşik Krallık’taki macera oyun alanlarının neredeyse hepsi müstakil ebeveyn grupları ve en yakın çevreden gelen diğer katılımcılar tarafından başlatılmış ve onlar tarafından yürütülmektedir. Bu oyun alanların çoğu geliştirilmeyi bekleyen boş arsalarda olduğundan, beş ile on yıl arasında kısa devrelerle kiralanırlar. Hepsi başarılı olamamış, çoğu zaman finansal destek yetmediğinden, bazıları kira devresinin sonuna kadar bile yaşayamamıştır.

**Metnin yazıldığı dönemde  “Play Leader” olarak geçen kavram yıllar içerisinde, macera oyun alanları deneyimiyle “Play Worker” yani “Oyun İşçisi” olarak evrilmiştir. Bu çeviride orijinal metne sadık kalınarak Lider şeklinde kullanılacaktır. 

Lider 

Başarılı bir macera oyun alanının sırrı, liderin nitelik ve tecrübesinde yatmaktadır. Bu işi üstlenen kimsenin, çocukların kendi girişimleri için gereken ortamı yaratan ve onlarla bir liderden çok, daha büyük bir arkadaş veya rehber öğretmen gibi ilişki kurabilen olgun bir kişiliğe sahip olması gerekir. Bu görev için kullanılacak unvan ya da kelimeyi tam olarak bulmuş sayılmayız. Müfettiş sıfatı akla disiplini getirir, gençlik lideri başka işler için  eğitilmiştir, muhafız fazlasıyla otoriteyi çağrıştırır. Doğru kişi için tek tanım olmadığı gibi, İngiltere’de bu işin henüz tam zamanlı eğitimi de yoktur. Ancak, farklı ve beklenmedik çevrelerden gelen bazı kimselerin, titizlik isteyen bu işe duyarlılıkla sarılabildikleri görülmüştür. Daha başarılı olanlar arasında aktörleri, marangozları, sıhhi tesisatçıları, bir gece bekçisini, ve de engelli ve ruhsal bozukluğu olan çocuklar konusunda tecrübeli bir emekçiyi sayabiliriz. Macera oyun alanının alışılmamış durumuna eğitimli gençlik liderleri veya okul öğretmenlerinin ender uyum sağlayabildiğini görüyoruz. Belki de onların başlamadan önce akıllarından çıkarmaları gereken çok fazla şey vardır. 

Çocuklar güvendikleri kimselerin her türlü insani niteliğine şahit olmaktan hoşlanırlar; değişen ruh halleri onları perişan etmez. Çocukların, tıpkı iyi bir ebeveyn gibi, liderin de onları hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmayacağını, ne tür bir belaya bulaşmış olurlarsa olsunlar, onlara arka çıkacağını şüpheye yer bırakmayacak şekilde ve kesin olarak bilmeleri gerekir.

Bu işi yapacak kişi sıcak tabiatlı ve anlayışlı olmalı. Bilhassa pek sevilmeyen, okulda başarılı olamayan, şu veya bu sebepten sosyal grubundan kopuk çocuklara gösterilecek anlayış çok önemlidir, çünkü yaşamlarında özlediklerini macera oyun alanında bulacak olanlar bu gruptaki çocuklardır. Arada sırada keskin bir azarla kendisinin de insan olduğunu hatırlatsa bile bir lider, sonsuz sabır gösteren, ve her şeyden önemlisi, dostça ve kınamayan bir tutum içinde olmalı. Çocuklar güvendikleri kimselerin her türlü insani niteliğine şahit olmaktan hoşlanırlar; değişen ruh halleri onları perişan etmez. Çocukların, tıpkı iyi bir ebeveyn gibi, liderin de onları hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmayacağını, ne tür bir belaya bulaşmış olurlarsa olsunlar, onlara arka çıkacağını şüpheye yer bırakmayacak şekilde ve kesin olarak bilmeleri gerekir. 

Bir macera oyun alanının başarılı lideri, çocukların kendilerine has yöntemlerle bir şeyler yapıp yaratacaklarına dair olumlu yaklaşım içinde olduklarına güvenir ve birbirleriyle iyi ilişkiler kurabilecek yeteneğe sahip olduklarını düşünür. Oyun veya topluca yapılan eylemler için “takım” kurma, “nasıl oyun oynanacağını” gösterme veya onların fiziksel gelişimi gibi konularla daha az ilgilenir. Diğer taraftan, kontrolden çıkmakta olan bir durum karşısında veya çocuklar geçici anlaşmazlıklarını kendi aralarında çözemediklerinde hakem vazifesini üstlenir. Olayların ilerisinde olup, gelişmekte olan projeler için ne gibi malzeme ve araçların gerekeceğini önceden kestirebilmeli, ve o an ne gibi bir eyleme ihtiyaç olduğunu, tartışıp desteklemeye hazır olmalıdır. Her şeyden önemlisi, bir grubu veya tek bir çocuğu bile gerçekten sevindirmiş olan herhangi bir çabayı övmeye hazır olduğu gibi, yapılan iş terk edilip, hiçbir zaman tamamlanmadığında da hayal kırıklığını göstermemelidir. 

Lider oyun alanına gönüllü çalışacak insan çekmeyi iş edinmelidir. Onlar, müzik, tiyatro, resim, maket yapımı veya marangozluk gibi özel becerileri buraya taşıyabilirler. Lider, ebeveynler ve sosyal hizmetlerin farklı bölümleriyle olumlu ilişkiler kurma fırsatlarını değerlendirerek, zor durumlarda çocuklara bu şekilde de yardımcı olabilir. 

Genelde liderlerin tecrübeden başka bir özelliği yoktur. En iyileri paha biçilmez insanlardır.

Komite 

Lider, idari işlerin çoğunu yüklenen anlayışlı bir komite tarafından desteklenmelidir. Yeterli fon bulmak, yerel ilgiyi geliştirmek, tanıtımı organize etmek komitenin görevlerinden bazılarıdır. Ana amaçları, ihtiyacı olduğunda lidere destek olmaktır, ancak işine lüzumundan fazla karışmamaları gerekir. Bir lider komite tarafından iş başına getirildikten sonra, bir gazetenin editörü gibi, görevini kendi başına yürütebileceğine güvenilmelidir. Birçok macera oyun alanının başarısızlığı, bazen komitenin fazla denetimci olup lideri “yönlendirmeleri”nden, bazen de öncülük hevesiyle başlayıp, sonradan kaçınılmaz bir kriz sırasında lideri destekleyememiş olmalarından kaynaklanır. Komite ile lider arasındaki ilişki, zamanla gelişip kuvvetlenen karşılıklı güvene dayanır. İlk başlarda iki tarafta da sabır gerekir; komitenin işi de liderinki kadar zor, ancak farklıdır. 

Belki de başkalarına yardım etmek için gösterilen samimi çaba, gerçek olgunluğun belirtisidir. Gençlerle ve gençler için çalışan herkesin amacı da budur. 

Çeşitli fırsatlar 

Bir macera oyun alanının esnek atmosferinde, geliştirilip keyfine varılacak faaliyetlerin çeşidi sonsuzdur. Kimi geçici olabileceği gibi, diğerleri de kalıcı unsurlar halini alabilir. Bazı oyun alanlarında mahalledeki yaşlılar için haftada veya ayda bir partiler yapılır. Kekler alanda pişirilip eğlenceler düzenlenirken, bir yandan da sivil bilincin gelişmesine önayak olunur. Basit operalar hazırlanıp temsil edilmiş, dergiler derlenip basılmıştır. Atık kütük ve odunlar kullanıma hazır boyda kesilip emekli yaşlıların evlerine ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Bahçeler ekilip alınan ürün ve çiçekler hasta dostlara veya komşulara verilmiştir. Bazen daha büyük çocuklar gruplar oluşturarak yaşlıların odalarını süslemeye veya temizlemeye gitmiş, onlar da dış dünyadan gördükleri bu ilgiden çok mutlu olmuşlardır. Bazen resim sergileri de düzenlenmiştir. Bütün bu etkinlikler ve daha başkaları, gençlere içinde yaşadıkları topluma ait olduklarını hissettirir ve başkaları için değerli bir şeyler yapmanın mutluluğunu yaşatır. Birçok macera oyun alanı kamp tatilleri veya kırsala hafta sonu gezileri düzenler; bazıları da yurtdışına seyahatler yapar. Daha büyük çocuklardan biri kendi macera oyun alanının filmini yapmış, ancak sonuçtan tatmin olmamıştı. “Bir şeyler kaçırdım”, demişti. “Galiba buradaki bölge halkını kaçırdım.” Önemli bir noktaya değinmişti, çünkü oyun alanı ruhu olan bir varlıktır; ve bu ruh farklı yaşların, kişiliklerin, uğraşların meydana getirdiği olağanüstü karışımın içindedir. Macera oyun alanındaki çocuklar burada sağlıklı bir özgüvene kavuşabilirler, çünkü her birinin başarılı olabildiği bir konu her zaman bulunur. Zengin oyun olanakları sayesinde giderek gelişirler, oyun alanını sahiplenirler, kendilerinden küçük çocuklara ve oyun alanı dışındaki insanlara karşı sorumluluk duyguları artar. Belki de başkalarına yardım etmek için gösterilen samimi çaba, gerçek olgunluğun belirtisidir. Gençlerle ve gençler için çalışan herkesin amacı da budur. 

Alan ve kullanımı 

Macera oyun alanları çocukların kendileri tarafından ihtiyaçlarına göre şekillenir. Ancak bazı temel unsurların ya komite, ya yerel yönetimler veya her ikisi tarafından karşılanması gerekmektedir. Muhtemelen oyun alanının şekli ve büyüklüğü konusunda pek bir seçenek bulunmaz. Arazinin şekli önem taşımamakla beraber, bir dönümden küçük olan yerler fazla küçük olduğu gibi, altı dönümden büyük olanlar da denetim ve bakım açısından sorun çıkarabilmektedir. Müsait alanların çoğu düzlüktür, ancak tepecikler yapılarak bu değiştirilebilir. Karanlık akşamlarda veya kötü havalarda bütün çocukları alabilecek büyüklükte bir oyun evi veya çadır bulunması gerekir. Kapalı alan faaliyetleri için mümkün olduğu kadar geniş bir oyun sahasından başka burada, kız ve erkek çocuklar ile çalışanlar için tuvaletler, lider için bir ofis ve malzemelerin depolanabileceği geniş bir oda daha gerekir ve bu mekanlar aydınlık ve iyi ısıtılmış olmalıdır. Kapalı bir veranda kullanım olanaklarına epey katkıda bulunacaktır. 

Oyun alanının kapatılması konusunda farklı görüşler var; parmaklık, tuğla duvar veya tel örgülerle kapatılmalı mı, yoksa yoldan geçenlerin meraklı bakışlarına açık mı bırakılmalı? Çocuklar ve gençler, herkesin gözü önünde değil, kendi dünyalarında çalışıp oynamayı tercih ederler. Alanı tümüyle kapatan bir duvar, çocukların neden böyle bir karmaşayı sevdiklerini anlamakta zorlanan ve bu dağınıklığı gözden uzak tutmayı tercih eden yetişkinlerin de rahatsızlığını azaltır. Oyun alanı çevrelenirse, yetişkinler sadece yakılan ateşlerin kıvrılarak yükselen dumanlarını görecek, kızartılan sosislerin ve patateslerin nefis kokusunu alacaklardır. Böyle bir bariyer aynı zamanda oradan yükselen gürültüyü de engelleyecektir. Emdrup’ta oyun alanı, çevresinden 2 metre kadar çukurda yapılmış, etrafı da dikenli çalılarla kaplı bir tümsekle çevrelenmiştir. Macera oyun alanının yoldan geçen yetişkinlerin (ve polislerin) bakışlarına açık olmasını tercih edenler, böylelikle geceleri oyun alanında istenmeyen durumların da önleneceğine inanmaktadır. 

Macera oyun alanlarının serbest, müsamahakar atmosferi ve çocuklara kendilerini ifade etmek için sunduğu zengin seçeneklerin başka bir olumlu yönü de, mekan ve tesislerinin yoğun olarak kullanılabilmesidir.

Macera oyun alanlarındaki çocuklar yaptıkları işlere o kadar dalıp, öyle meşgul ve mutlu olurlar ki, sigorta şirketleri beklenmedik bir anlayış göstererek, tüm olayı sağlıklı olarak kabul etmektedir. Bir liderin bulunmasından da memnun olduklarından, çok makul şartlar uygularlar.

1966-1967 yıllarında Büyük Britanya’da yoldan çıkmış bir çocuğu ıslah evinde barındırma masrafının haftada 20 pound olduğunu hatırlamak iyi olacak. Oyun alanlarımızdaki olanakları zengin ve ilginç hale getirerek, yılda bir çocuğu suç batağından kurtarır, liderin de maaşını çıkarmış oluruz. Sokak kazalarının halka verdiği zarar da küçümsenemez. Yılda sadece bir çocuğu böyle acıklı bir kazadan kurtarabilirsek yine bir liderin maaşı karşılanmış olur.

Lider ve yardımcılarının yılın her gününde oyun alanında bulunmalarını bekleyemeyiz. Bu nedenle alanın belirli bölümlerini her zaman açık bırakmak akıllıca olacaktır, böylece liderin yokluğunda çocuklar kendilerini dışlanmış hissetmezler. Örneğin, sert zeminli top oynama bölümünü çocuklar istedikleri zaman kullanabilmelidir. Aynı şey küçükler ve annelerine ayrılmış olan bölüm için de geçerlidir. Bu ikinci bölüm, ağaç ve çimeni, oturma yerleri ve masaları olan rahat bir bahçe olarak düşünülmelidir. Hoş ve bakımlı bir oturma alanı yaratmak için özen gösterildiği açıkça belirgin olduğunda, buralarda kırıp dökme veya kötüye kullanma yaşanmadığı tecrübeyle sabittir. Her zaman derli toplu ve bakımlı olduğu sürece, böyle bir bahçeye çocuklar da mahalle sakinleri gibi saygı gösterecektir. Herhangi bir ihmal belirtisi, tahribata davetiye çıkaracaktır. 

Macera oyun alanlarının serbest, müsamahakar atmosferi ve çocuklara kendilerini ifade etmek için sunduğu zengin seçeneklerin başka bir olumlu yönü de, mekan ve tesislerinin yoğun olarak kullanılabilmesidir. Örneğin, okul çocukları gündüz okullarındayken, okulöncesi oyun grupları için sabahları ve öğleden sonraları refakatçı denetiminde programlar düzenlenmektedir. Bu da, genelde çocuklarına güvenli bir şekilde oynayabilecekleri yer bulmakta zorlanan ebeveynleri mutlu etmektedir.

Oyun alanları bayramlarda ve cumartesi günleri sabah 9’dan akşam 8’e kadar açıktır. Okul zamanında ise, öğle tatillerinde ve saat 4 ile 8 arasında okullu çocuklar tarafından yaz kış kullanılmaktadır. 

Macera oyun alanlarındaki gençlerin –özellikle yaşları ilerledikçe– kendi topluluklarına duydukları tipik bağlılık henüz tamamen çözülememiş bir sorundur. On beş yaşını geçen çocukların bazıları, zevk ve eğlencelerini başka yerlerde denemek üzere ayrılmak gerektiğini kabul etmekte zorlanmaktadır. Bağları o kadar kuvvetli olabiliyor ki, bir keresinde bu gençlerin müşterek faaliyetlerini kendi başlarına devam ettirebilmeleri amacıyla, oyun alanında onlar için özel bir bölüm inşa etmek gerekmişti. Bir başka oyun alanındaki hoş bir kapalı tesis ise, bir orkestra kurup müzik yapmak veya judo gibi yeteneklerini geliştirmek isteyen gençlere 20.00-22.00 saatleri arasında ufak bir ücret karşılığında kiralanmaktadır. Tesise iyi bakacaklarına ve düzgün davranacaklarına güvenildiğini görünce, onlar da şaşırtıcı derecede sorumluluk sahibi olabilmektedir.

Görüldüğü gibi, macera oyun alanları iki yaşından yirmi ve hatta üstündeki çocuklara hizmet verebilmekte, sabah dokuzdan akşam ona kadar kullanılmaktadır. Macera oyun alanları, geniş yaş skalası ve yaz kış tüm yıl boyunca, uzun saatler hizmet vermeleri bakımından tüm diğer oyun alanlarından çok farklıdır.

Çocuklar ve gençler, herkesin gözü önünde değil, kendi dünyalarında çalışıp oynamayı tercih ederler. Alanı tümüyle kapatan bir duvar, çocukların neden böyle bir karmaşayı sevdiklerini anlamakta zorlanan ve bu dağınıklığı gözden uzak tutmayı tercih eden yetişkinlerin de rahatsızlığını azaltır.

Macera oyun alanlarına karşı duyulan başlıca önyargı, daha önce de bahsettiğimiz gibi, dağınık olmalarıdır; ancak bu durum dış dünyadan saklanabilmektedir. Bir diğer olumsuz yaklaşım da, kazalara yol açacakları kanısıdır ki, bu iddia dikkatle irdelenmelidir. Oyun alanları genellikle engebeli, kullanılan aletler güçlü ve ölümcül olmaya müsaittir. Çocukların inşa ettiği tırmanma strüktürleri lider tarafından denenmiş olsa bile, derme çatma ve tehlikeli görünürler; yakılan ateşler tehlike olarak algılanabilir; her yaştan birçok çocuk beraberce veya tek başına bir şeyler yaparken veya oynarken, bazen kontrolden çıktıkları düşünülebilir. Ancak, Birleşik Krallık’taki on yıllık varlıkları süresince, macera oyun alanlarında ufak tefek yara bereler dışında hiçbir ciddi olay yaşanmamış, hiçbir ebeveyn şikayette bulunmamıştır. Aslında çocukların yaptığı her şey tehlikeye açıktır. Onlar trafiğin geçtiği sokaklarda oynarken, birçok ölümcül kaza gerçekleşmektedir. Bazen de geleneksel oyun alanlarında sıkıldıklarından, sabit malzemenin üzerinde yaptıkları tehlikeli işlerle çok ciddi kazalar meydana gelir.

Gönüllü kuruluşlar ve yerel yönetimler 

Macera oyun alanlarını kurmak kimin sorumluluğu olmalı? Onların bakım ve denetimini kim yapmalı, fon bulmak kimin görevi olmalı?

Eğer herhangi bir hizmet alanında yeterli macera oyun alanı olacaksa, mutlaka yerel yönetimlerin finansman ve yer bulma konularında büyük sorumluluk alması gerekecektir. Diğer taraftan, kurallar, anlaşmazlık kaygıları vb. konularla uğraşma mecburiyeti olduğundan, denetimi bizzat üstenmekten doğacak sorunlarla baş edebilecek esnekliği gösteremeyebilirler. Gönüllü kuruluşların öncülük ederek, bir ihtiyacı ortaya çıkarmaları, ve mümkünse o ihtiyacın nasıl karşılanabileceğine işaret etmeleri gerekli olacak gibi görünmektedir. 

Bir macera oyun alanını yaratmanın en büyük zorluklarından biri, kuruluş maliyetini (inşaat, parmaklık, ısıtma, drenaj vb.) karşılayacak miktarı ve ondan sonra da alanın bakımı için gereken parayı bulmaktır. Danimarka’da 1 Nisan 1965 tarihinde yürürlüğe giren Çocuklara ve Gençlere Yardım Kanunu ile soruna bir çözüm getirilmiştir. Buna göre, çocuklar, okul çağındaki gençler ve daha büyükler için olan kurumlara verilen yıllık bağışların %45’i devletten, %35’i yerel yönetimlerden gelmektedir. Geri kalan %20’nin de gönüllü kuruluşlar tarafından karşılanması çok zor olmamaktadır. Bakım giderlerinden başka, kira ve ipotekli kredilerin faiz ödemeleri de karşılanmakta, 4/7’si devlet, 3/7’si yerel yönetimlerce üstlenilmektedir.

Macera oyun alanlarının doğası gereği, belki de idari işlerin ve oyun alanı bakımının gönüllü kuruluşun sorumluluğunda olduğu, yerel yönetimin de sermaye maliyetiyle işletme giderlerinin en az %85’ini karşıladığı bir ortaklık en iyi çözüm olacaktır. Böyle bir işbirliği için, hem gerektiğinde yerel yönetime danışmanlık yapacak hem de oyun alanlarının iyi yönetilmesini sağlayacak bilgi ve tecrübeye sahip, ulusal veya hiç olmazsa bölgesel bir gönüllü kuruluş gerekmektedir. Böyle bir organizasyonun olağanüstü örneği İsviçre’deki Pro Juventute’tur.

2. Kısım- Nothing Hill Macera Oyun Alanı, Londra buradan.

3. Kısım – Lenox – Camden Oyun Alanı Massachusetts, ABD şuradan.

Daha fazla Lady Allen of Hurtwood için Buraya ve şuraya.

Bin Nehir – Carol Black

Modern dünyanın çocuklar ve öğrenme hakkında unuttukları.

Geçen gün nasıl olduysa Twitter sayfamda aşağıdaki ifade göründü:

“Kendiliğinden okumayı öğrenme, bazı çocuklarda meydana gelir. Büyük çoğunluğu seslerin açıkça öğretilmesine ihtiyaç duyar ve hepsi bu işten faydalanabilir.” 

Sonradan, bu 127 karakterlik bildirinin; yakında çıkacak olan Brilliant:The Science of How We Get Smarter (Muhteşem: Nasıl Daha Zeki Olabileceğimizin Bilimi) adlı kitabın yazarı aynı zamanda da bir gazeteci ve danışman olan, nasıl öğrendiğimiz ve bunu nasıl daha iyi yapabileceğimiz hakkında konuşmalar da yapan,  genç bir kadın tarafından yayınlandığı ortaya çıktı.

Bu olay beni kızdırdı. Sadece, birinci sınıfta okumayı öğrenmiş olsan bile ses biliminde kötü olma ihtimalinin mümkün olduğunu kişisel olarak kanıtlamış olduğum için kızmadım. Kızdığım diğer şey kadının tonlamasıydı;  sonraki paylaşımlarında ortaya çıktığı üzere, konu hakkında yüksek güvence veren bu ton, ileri sürdüğü şeyin doğru olduğunu gösteren “araştırma” ve “bilgi” ile elde edilmişti.

Son yüzyıl boyunca eğitim kuruluşlarından bu tarz “bilimsel” bildiriler ortaya çıkmıştır. Her kuşağın kanıtlamış olduğu doğruların bir sonraki kuşak tarafından “zararlı çılgınlık” olarak keşfedildiği gerçeği, zamanın ortaya yeni çıkmış kesinliklerini çocuklar üzerinde uygulamaya meraklı uzman gruplarının cesaretini asla kırmaz. Havalı otoritelerinin ses tonu hepimize net bir mesaj verir. “Biz çocukların nasıl öğrendiğini biliyoruz. Siz bilmiyorsunuz.”

Ve bize bunu açıklarlar.

Bush yönetimi tarafından yapılan bir panel vasıtasıyla ses bilimi hakkında “bilimsel fikir birliği” oluşturulmuş ve bu “bilimsel fikir birliği” ders kitabı ve test hazırlama endüstrisinde olan Bush destekçilerine ödül olarak verilmiş, hükümet sözleşmelerinde bulunan milyarlarca doları meşrulaştırmak için kullanılmıştır. No Child Left Behind  (Hiçbir Çocuk Geride Kalmasın) ve  Race to the Top (Zirveye Yarış) yılları boyunca bu fikir yaygın olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden eğer tarih bir kılavuzsa günleri sayılıdır. Herhangi bir gün ses biliminin küçük çocuklara doğrudan öğretiminin zararlı olduğunu, zihinlerini karıştırıp onları korkuttuğunu  ve okumaktan nefret ettirdiğini (hepimiz bunun genellikle doğru olduğunu biliyoruz o yüzden bilim bunu keşfetse çok iyi olur) kanıtlayan yeni bir araştırma yapılacak ve milyonlarca yeni ders kitabı, test ve öğretmen kılavuz kitabı Bush’un McGraw-Hill’ deki eski arkadaşlarından vergi mükellefi fiyatına satın alınmak zorunda kalınacaktır.

Bu süreçle ilgili sorunlar çoktur ancak benim altını çizmek istediğim problem şudur: Buna sebep olan ulaşılabilir bilgi hakikaten, “insanların nasıl öğrendiğinin bilimi” değil “ insanlara okulda neler olduğunun bilimidir”. Ben şunu farkettim: Bugün insanlar, çocukların gerçekten neye benzediklerini bilmiyorlar. Onlar, sadece çocukların okullardaki halini biliyorlar.

Bildiğimiz okullar, kendi içlerinde geniş bir sosyal deneydirler ve tarihsel olarak çok kısa bir süreliğine var olmuşlardır. Bu noktada birçok bilgi vardır. Amerikalıların dörtte biri dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilmez. Amerikalıların yarısı, antibiyotiğin bir virüsü tedavi etmeyeceğini bilmez. Amerikalı lise mezunlarının yüzde kırk beşi,  ilk Anayasa değişikliğinin basın özgürlüğünü getirdiğini bilmez. Bunları bilmek çok zor değildir. Eğer hipotez;  evrensel zorunlu okullaşmanın, bilgili ve ciddi biçimde okur yazar olan vatandaşlar yaratmanın en iyi yolu olduğuysa, bu bilgilere çıplak gözle bakan herkes sonuçların en iyi ihtimalle karışık olduğunu kabul edilecektir. En kötü ihtimalle de felaket getiren türdendirler: Belki birkaç süper bakteri türü bu noktayı bize kanıtlamak üzeredir.

Bilgisayar kullanmayı nasıl öğrendiniz? Bir arkadaşınız size yardım mı etti? El kitapçığını mı okudunuz? Sadece oturup oynamaya mı başladınız? Bunların hepsinden biraz mı yaptınız? Yoksa hatırlamıyor musunuz? Sadece öğrendiniz, değil mi?

Diğer bir taraftan Amerikan Devrimi sırasında kuzeydoğu kolonilerindeki neredeyse tüm beyaz Amerikalı göçmenler okuma yazma biliyordu; okula gittikleri ya da ses bilimi dersleri aldıkları için kesinlikle değil, o zamanlar onlar yoktu. Thomas Paine’in  Common Sense (Sağduyu) kitabı kesinlikle hafif bir kitap değildir, basıldığı ilk yıl 500.000’in üzerinde sattı. Bugün eşdeğer bir kitap 60.000 satmaktadır. İnsanlar okumayı çeşitli yollarla öğrenmiştir: bazıları tek sınıflı okullardan, ama birçoğu annelerinden, özel öğretmenlerden, gezici vaizlerden, ustalardan, akrabalardan, komşulardan, arkadaşlardan… Onlar okuma yazma biliyor çünkü okuryazar bir toplumda, bir insandan bir sonrakine okuryazarlığı aktarmak gerçekten o kadar da zor değildir. İnsanlar bir yeteneği gerçekten isterse, bu bir virüs gibi yayılır. Deneseydiniz bunu durduramazdınız.

Başka bir deyişle, şu an bilgisayarları kullanabiliyor olmamızla tamamen aynı sebeplerle okuyup yazabiliyorlardı. Bilgisayar kullanmayı okulda öğrendiğimiz için bilmiyoruz, öğrenmek istediğimiz ve bizim için hangi yol en iyiyse o yolla öğrenmekte serbest olduğumuz için biliyoruz. Birçok insanın bu sürecin akıcılığı ve etkililiğini insanoğlunun özelliği olarak görmek yerine bilgisayarın özelliği olarak görmesi ironilerin en üzücüsüdür.

Modern dünyada okumayı 4 yaşına kadar öğrenmediğiniz sürece sizin için en iyi olan yolla öğrenme şansınız yoktur. Artık öğrenme süreciniz bilimsel olarak planlanmış, kontrol edilmiş, izlenmiş ve elde edilebilir en iyi bilgiye göre çalışan yüksek eğitimli “uzmanlar” tarafından değerlendirilmiş olacaktır. Eğer öğrenme tarzınız o yılın teorisiyle uyuşmazsa, küçük düşürülecek, terapi görecek, yakından takibe alınacak, damgalanacak, test edilecek ve en nihayetinde beyninizde hafif düzeyde zihinsel yetersizlik olduğuna dair teşhis edilip etiketleneceksinizdir.

Bilgisayar kullanmayı nasıl öğrendiniz? Bir arkadaşınız size yardım mı etti? El kitapçığını mı okudunuz? Sadece oturup oynamaya mı başladınız? Bunların hepsinden biraz mı yaptınız? Yoksa hatırlamıyor musunuz? Sadece öğrendiniz, değil mi?

Kurtların aynı yaştaki yavrularını yatırdıkları kuru ottan yuvaları vardır ve anne avlanmaya çıktığında bu yuvayı başka bir yetişkinin gözetimine bırakır; Kanada geyikleri, doğduktan birkaç dakika sonra kalkıp sürüyü takip edebilen buzağılar doğurur. İnsanların da içinde olduğu primatlar bir seferde tek yavru doğurur ve anne çalıştığı ya da yiyecek aradığı esnada bu yavruyu yanında taşır, sıklıkla da kalabalık akraba ve arkadaş ağıyla bu bakımı paylaşır.

Bütün sosyal memeliler bir yetişkin olarak hayatta kalmak için ihtiyaçları olacak becerileri aktarma ve öğrenme hakkında türlerine özel sosyal yapı ve davranış evrimi geçirmişlerdir. Bizim kendi türümüz yüz binlerce yıldan fazla bir süre, karma yaşlardan oluşan küçük toplumlarda yaşamak için evrim geçirmiştir. Bu toplumlarda çocuklar yetişkin faaliyetlerinin içinde yer alırlar, çevrelerinde kendinden büyük ve küçük çocuklar, büyükanne ve babalar olur, gerçek dünyanın içine dalmışlardır; hareket etme, oyun oynama, vücut antrenmanı yapma özgürlükleri bulunur ve gözlem yapma, taklit etme ve gelişimsel olarak hazır olduklarında da yetişkin eylemlerine katılma hakları vardır.

Hala bu modele göre yaşayan toplumlarda, bin yıldan fazla bir süredir gelişmekte olan zarif yerli pedagojiler, çocukların doğal gelişimine o kadar uygundur ki karmaşık ve incelikli beceriler neredeyse hiç uğraş vermeden kazanılabilir.

Kenya’daki herhangi bir Gikuyulu anne bir görevi bir çocuğa vermeden önce, çocuğun hazır olduğunu görmeyi beklemesi gerektiğini bilir. Hindistan ormanlarındaki herhangi bir Baigalı baba eğer bir çocuk bir şeyi dener ve sonra geriye çekilirse onu yalnız  bırakacağını bilir çünkü sonra denemek için tekrar geri gelecektir. Herhangi bir Yupikli yetişkin, küçük çocukların dersten çok hikayelerden, direkt anlatımdansa kendi elleriyle tecrübe etmekten daha iyi öğrendiklerini bilir. Papua Yeni Gine’den herhangi bir Forelu ebeveyn, çocukların bazen yetişkinler tarafından öğretilmekle değil de, daha büyük çocukları taklit etme yoluyla en iyi şekilde öğrendiklerini bilir.

Dünyanın her yerinden insanlar, “çocuklar ve öğrenme” hakkında bu şeyleri bilirler ve ilginç olarak, yazılım tasarlamayı öğrenme ya da bilimsel bir deneyi yönetme, ya da zarif bir makaleyi yazma hakkında, ren geyiği avlamayı öğrenme veya yağmur ormanlarındaki iyileştirici bitkileri tanımada oldukları kadar elverişlidirler.

Çocukların okuldaki davranışlarına bakarak insanoğlunun nasıl öğrendiği hakkında bilgi toplamak, katil balinaların su parklarındaki davranışlarına bakarak onlar hakkında bilgi toplamaya benzer.

Herhangi bir vahşi yaşam biyoloğu, eğer çevresi türlerinin zaman içinde gelişmiş olan sosyal ihtiyaçlarına cevap veremeyen türdense; hayvanat bahçesindeki bir hayvanın normal gelişmeyeceğini bilir. Ama artık biz bunu kendi adımıza bilmiyoruz. Çocukları karma yaştaki topluluklar yerine aynı yaştaki akran gruplarına yapay bir biçimde tecrit ederek onları günün büyük çoğunluğunda içeride ve sabit oturmaya mecbur bırakarak, bağlam içinde kullanılmış gerçek etkinlikler yerine, metin odaklı yapay materyallerden öğrenmelerini isteyerek, bir çocuğun gelişimsel hazırbulunuşluğunun ortaya  çıkmasını takip etmek yerine, öğrenmesi için keyfi ders programlarını zorla kabul ettirerek, kendi evrimleşmiş türümüzün davranışını kökünden değiştirdik. Sağduyumuz bize bütün bunların karmaşık ve tahmin edilemeyen sonuçları olacağını söylemelidir. Aslında söyler de. Bazı çocuklar bu, tamamen yapay çevrede işlev görebiliyor gibi görünse de gerçekte hatırı sayılır bir çoğunluğu da işlev göremiyor.

Dünya çapında her gün milyonlarca, milyonlarca ve milyonlarca normal ve sağlıklı çocuk, hayatları boyunca onları mahvedecek yollarla bir hata olarak etiketleniyor. Ve artarak okulun yapay çevresine uyum sağlayamayanlar zihinsel yetersizliğe sahip olduklarına dair teşhis edilip ilaçlara maruz bırakılıyorlar.

Biz, bu bağlamda insanoğlunun nasıl öğrendiğini araştırmak üzere yola çıktık. Ama çocukların okuldaki davranışlarına bakarak insanoğlunun nasıl öğrendiği hakkında bilgi toplamak; katil balinaların su parklarındaki davranışlarına bakarak onlar hakkında bilgi toplamaya benzer.

2010 yılında İngiliz Colombia Üniversitesi’nden üç kişilik bir araştırmacı grubu sosyal bilimlerde yankı uyandıran bir yazı yayımladı. Bu yazının yazarları Joseph Henrich, Steven J. Heine ve Ara Norenzayan sosyal bilimlerin yüz yıldır insan doğası ve davranışı hakkında yaptığı engin genellemelerin yapılışına meydan okudu. Bu genellemeler insanlığın dar bir kültürel alt kümesine dayanıyordu ve buna  “Western, Educated, Industrialized, Rich, Democtratic” (Batılı, Eğitimli, Sanayileşmiş, Zengin, Demokratik)  ya da “WEIRD” (ACAİP) toplumlar diyorlardı. Davranış Bilimlerinden baştan başa karşılaştırmalı bir veri tabanını gözden geçirdikten sonra, Henrich ve arkadaşları sadece bu toplumların insanlığın bütünün bir temsilcisi olmadığını değil, aynı zamanda birçok açıdan insan çeşitliliği çan eğrisinde en uç noktada olduklarını buldular; diğer bir deyişle “ACAİP  toplumların üyeleri, küçük çocuklar da dahil olmak üzere, insanlık hakkında genelleme yapabileceğimiz en son toplumlardır”. 

Birçok açıdan Amerikalılar çan eğrisinde Avrupalılardan daha ötedeydi; diğer bir deyişle, “uç değerin en ucundaydılar”.

Birçok açıdan Amerikalılar çan eğrisinde Avrupalılardan daha ötedeydi; diğer bir deyişle, “uç değerin en ucundaydılar”. Bu merkez dışı özelliklerin bir çoğu Amerikadaki “normal” olarak düşündüğümüz eğitim türü ile ilgilidir. Amerikalıların işbirliğine yarışı, alçak gönüllülüğe kendilerini övmeyi, bütünsel düşünmeye analitik düşünmeyi, toplu başarıya kişisel başarıyı, dolaylı konuşmaya direkt konuşmayı, statü anlayışlarında eşitlikçiliğe hiyerarşiyi tercih etmede görüntünün en tepesinde oldukları ortaya çıkmıştır. Bu yüzden okullarda çocuklarımızı arkadaşlarından daha iyi olmak için çabalamaya zorlarız ve başarılı olduklarında onları herkesin önünde överiz, birçok diğer toplumdaysa bu durum aşırı kaba bir davranış olarak kabul edilir. Çocuklarımıza direkt olarak odaklanıp ne bilmelerini istediğimizi onlara direkt olarak söyleriz, birçok diğer toplumlardaysa yetişkinler çocuklarının büyüklerini yakından gözlemlemelerini ve yaptıklarını gönüllü bir şekilde takip etmelerini beklerler. Çocuklarımızın öğrenmelerini eziyet derecesinde detaya girerek kontrol ediyor, yönlendiriyor ve ölçüyoruz; diğer toplumlarsa çocuklarının kendi hızlarında öğreneceklerini kabul edip günlük etkinliklerini ve tercihlerini kontrol etmenin uygun ya da gerekli olduğunu düşünmezler. Diğer bir deyişle, bizim “normal” olarak kanıksamış olduğumuz öğrenme ortamı dünya çapındaki birçok kişi için, o kadar da normal değildir.

Eğer Amerikalılar uçtakilerin de en ucundaysa, çok genç çocuklar üzerinde gittikçe daha sert isteklerde bulunan ve doğal enerji ve eğilimleri gittikçe daha fazla baskılayan Amerikan kültürünün bir alt kültürü olan kurumsal okullaşma buna sebeptir. Daha büyük Amerikan toplumlarında değer verilen özellikler -enerji, yaratıcılık, bağımsızlık- sınıf içinde başınıza bela olur ve üzücü olarak çocuklarımızın bazılarının çan eğrisinde bizi yeterince takip edemediği ortaya çıkar. İnsan türleri oldukça uysal ve çeşitlidir, ama son derece de değildirler. Kültürümüz git gide uç noktalara büyüdükçe bireysel çocuklarda, bazen bozucu bir şekilde de olsa, altta yatan türlerin doğalarının yeniden ortaya çıktığını görürsünüz. Kurtları evcil hayvan olarak sahiplenmeye çalışan insanlar gibi, çocuklarımızın bazılarının tasmalarını kemirmeye başladığını fark ederiz.

Bir gün harika bir kumtaşı formu olarak Kaliforniya Çölünün dışından yukarı doğru eğim yapan Vasquez Kayalıklarında bir grup çocuğu yönlendiren 9 yaşında bir erkek çocuğunu izledim. Çekici, elektrik aldığınız, göz alıcı olanlardan biriydi; küçük olanlara karşı kibar, güçlü, çevik, meraklı, bir raptiye gibi keskin, gözlerinden havaya kıvılcımlar saçılıyordu. Yanımdaki arkadaşıma onu sadece izlemenin bile çok keyifli olduğunu söyledim. Bana kendisine daha yeni DEHB ( Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu)  teşhisi konduğunu söyledi.

 Çekici, elektrik aldığınız, göz alıcı olanlardan biriydi; küçük olanlara karşı kibar, güçlü, çevik, meraklı, bir raptiye gibi keskin, gözlerinden havaya kıvılcımlar saçılıyordu. Yanımdaki arkadaşıma onu sadece izlemenin bile çok keyifli olduğunu söyledim. Bana kendisine daha yeni DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu)  teşhisi konduğunu söyledi.

Okulda iyi öğrenemeyen çocuklara baktığınızda, eğer dünyada herhangi bir geleneksel toplumda yaşamış olsalardı değer verilecek ve sevilecek özellikleri sıklıkla sergilediklerini fark edeceksiniz. Fiziksel olarak enerji doludurlar; bağımsızdırlar, sosyaldirler, komiktirler. Elleriyle bir şeyler yapmayı severler. Gerçek oyun için (hayat dolu olan, güçlerini, becerilerini, cesaret ve dayanıklıklarını test eden) can atarlar. Gerçek çalışma için ( önemli ve somut olan, değerli katkılar yapabildikleri) can atarlar. Soyutlamayı, oturup durmayı ve otoriter kontrolü sevmezler. İlgilerini çeken, merak uyandıran, tamir edip keşif yapabilmeye yönelten şeylere odaklanmayı severler.

ACAİP toplumumuzdaki “uzmanlar” bu çocukların öğrenme engelli olduğunu; zayıf dürtü kontrolüne sahip olduklarını; örgütsel becerilerinin eksik olduğunu; muhalif olduklarını söylerler.

Ama herhangi bir Maorili ebeveyn bir çocuğun savaşçı mı yoksa rahip doğasına mı sahip olduğunu anlamanız için onu sabırla, sessizce, müdahalesizce izlemeniz gerektiğini bilir. Çocuklarımız bize arayış içindeki varlıklar olarak gelirler, bunu Maorili öğretmenler bize söyler;  biri gökle biri bedenle ilgili olmak üzere içlerinden geçen iki nehirle birlikte, bilinen ve henüz bilinmeyenle. Çabaları ikisini birleştirmektir. Yetişkinler olarak bizim rolümüz de bu süreci desteklemektir, şekillendirmek değil. Bu, kontrol etmek üzere bizim olan bir şey değildir.

“Gökkuşağı tıpkı çiçekler gibi solar”. Bunu kızım yağmurlu ve güneşli bir günde, renklerin kavis yaparak gökyüzünde kayboluşunu  izlediğimiz sırada dağın tepesinde ayağa kalkarak söyledi. O zaman, iki buçuk yaşındaydı.

Bu yüzden, bu çocuğun kelimeler konusunda yetenekli olduğunu her zaman bilirdim. Ona, bir şeyler okunmasını severdi. Hikayeler, şiirler, şarkılar uydurur, oynardı; kendi mitolojilerini icat etmiş, sevgili büyükannesine sonu gelmeyen mektuplar yazmıştı.

Ama erken okumadı.

Okula gitmedi, bu nedenle bu durum onun için veya başkası için bir sorun teşkil etmedi. Nezaket anlayışlarının gerektirdiği üzere okuma ya da başka bir beceri konusunda bir çocuğun sahip olduğu ama diğerinin olmadığı becerileri mesele haline getirmeyen çocukların olduğu grubun bir parçasıydı. Oyun oynarken bir şey okumaları ya da oyun kurarken bir şey yazmaları gerekirse, bunu yapabilen bir çocuk ya da yetişkin bulurlardı.

Ona hikaye okurken birkaç defa okuduğum kelimelerin altında parmaklarımı gezdirmeyi ya da belli harflerin oluşturduğu seslere işaret etmeyi denerdim. Okula gitmeyen birçok çocuk gibi, elinde ajanda olan bir yetişkini fark etmede çok hızlıydı. “Parmağınla takip etmeni sevmiyorum” dedi ve bu yüzden ben de bıraktım.

Sanki sayfa üzerindeki baskıya dikkatini verirken hoşnutsuz olduğunu fark etmeye başladım. Kitapları, şiirleri bütün olarak ezberlerdi ama bunu görüntüyle değil ses yardımıyla yapardı. Piyano çalardı ama notalara bakmayı sevmezdi. Resim çizdiğinde, ki bunu sıklıkla yapardı, nesnelere bakıp sonra da gördüğünü kopyalayarak çizmezdi. Derinlerden bir yerden çizerdi; çizgileri akıcı, becerikli ve sezgiseldi.

Sonunda yaklaşık olarak yedi buçuk yaşındayken bir gün, sevgili büyükannesi, benim sevgili kayınvalidem, devlet okulu sisteminde bir psikolog olarak görev yapmış biri, bu duruma daha fazla katlanamadı. Müdahale etmemeye çalışmasına rağmen, ileri derecedeki bilimsel kesinliğini ve kırk yıllık profesyonel tecrübesini ve eldeki en iyi bilgiye olan istikrarlı erişimini daha fazla zapt edemedi, gerçek bir ızdırapla haykırdı. “Sadece okumayı öğrenmesi için her çocuğa ait belirli bir bilişsel pencere olduğunu bilirim ve eğer bu pencereyi kaçırırsanız ileride problem yaşayacaksınız demektir! Ve Isabel için bu yaklaşık dört yaşındayken ortaya çıkmıştı!”

Uzun bir sessizlik oldu.

“ Büyükanne” dedim sonunda “Eğer okula giderseniz ve yedi yaşına geldiğinizde okumayı öğrenemezseniz damgalanacak ve aşağılanacak ve gelecekteki öğrenme beceriniz engellenmek üzere inanılmaz derecede endişeleneceksinizdir. Bu Isabel’ e olmayacak.”

Şaşırtıcı bir biçimde tekrar bir sessizlik oldu. Bunu daha önce düşünmemişti.

“Ayrıca” diye devam ettim. “Çocukların hikayeleri  kaba üvey anneler, cadılar ve adam yiyen ejderhalar ile doludur. Ben okumayı dört yaşında öğrendim çünkü bu tür şeyleri çok seviyordum. Isabel bunlardan korkuyor. Fare ve Motorsiklet’ i okurken kadın odaya elektrikli süpürgeyle girdiğinde okumaya devam etmemizi ve fare kurtulursa ona söylememizi istiyor. Bu tarz hikayelerle yalnız bırakılmak hiç istemiyor. Bir büyüğün bunları ona okumasını istiyor.” Buna büyükannenin yüzünün erimesine çok şaşırdım. Gerçekten bir çiçek gibi soldu. Sesi yumuşadı.

“Oh” dedi. “ Küçükken ben de öyleydim.”  Altı ay sonra Isabel Harry Potter’ı tek başına okuyordu. Artık bir yetişkinin okuma için ona zaman ayırmasını beklemek istemiyordu; sonra ne olacağını öğrenmek istiyordu, ejderhalar var mıydı, yok muydu? On dört yaşındayken Savaş ve Barış’ı okudu. Yirmi yaşında yüksekokulda baş yazma becerileri öğretmeniydi.

Bu nasıl oldu? Gerçekten bilmiyoruz. Bu önemli bir noktadır. Siz bilmezsiniz. Ben bilmem. Kimse gerçekten bilmez. Okuryazarlığın altında yatan bilişsel işlemler sizin vahşi hayal gücünüzün ötesinde karmaşıktır; bunları bilimsel olarak algılama kapasitemiz henüz erken bebeklik dönemindedir. Ama çocukları okula gitmeyen insanlar benim hikayemi  tanıyarak başlarını sallıyorlar, çünkü okula gitmeyen çocuklar, ya da demokratik veya serbest okullara giden çocuklar arasında Isabel’in okumayı öğrenme modeli yaygındır. Bu her zaman olur. Okuryazarlık “araştırmacılarının” ve “uzmanlarının” (okul psikologlarından bahsetmeye gerek yok), bunun mümkün olan bir şey olduğunu fark etmemeleri hepimizi endişelendirmelidir.

Bizi daha fazla endişelendirmesi gereken şey ise, bu “uzmanların” okumanın bilişsel süreçleri hakkında gerçekte bildiklerinden daha fazla şeyi bildiklerini iddia etmeleridir ve milyonlarca çocuğu etkileyen politika -ufuklarını sınırlandıran, özürlü olarak damgalayan, hüsrana ve umutsuzluğa sürüklenmelerine sebep olan- onların kendinden fazla emin iddialarına dayanmaktadır. Dili içeren sinirlerle ilgili evrimsel temel üzerine çalışan Philip Lieberman adındaki bir bilişçi bilim insanı; dil hakkındaki “beyin merkezlerini” tanımlayan son görüşlerden, bir tür “neo-frenoloji” olarak bahsetmektedir -bu 19. yüzyıldaki zeka türlerini insanın iskeletindeki şişkinliklerin haritasının çıkarılarak tanımlanabileceğine dayanan teorinin güncellenmiş versiyonudur. Diğer bir deyişle, okuma becerilerini ya da kusurlarını işlevsel bir MR görüntüsü üzerindeki bulanık renk lekeleriyle tanımlayabildiğimiz hakkındaki iddialarımızla gelecek nesillerin gözünde kendi kendimizi utandırıyoruz. Bilim henüz burada değil. Yakın bile değil.

Okuma becerilerini ya da kusurlarını işlevsel bir MR görüntüsü üzerindeki bulanık renk lekeleriyle tanımlayabildiğimiz hakkındaki iddialarımızla gelecek nesillerin gözünde kendi kendimizi utandırıyoruz. Bilim henüz burada değil. Yakın bile değil.

Ama herhangi bir Maorili ebeveyn çocukların devamlı yukarıya doğru giden bir çizgide değil, merdiven basamakları gibi bir modelde öğrendiğini bilir. İleri sıçrarlar, sonra bir süre düz giderler sonra yine ileri sıçrarlar. Öğrenmeleri bir yeraltı nehri gibidir, göremezsiniz bazen hissedemezsiniz bile. Sonra birden hızla yükselirler. Kontrol edemezsiniz; onun yerine övünemezsiniz. Ona aittir. Sıcaklık ve istikrar sağlamak, kaynaklar ve aletler sağlamak, soruları cevaplamak, hikayeler anlatmak, onların yanında anlamlı yetişkin sohbetleri ve işi yapmak için orada olmak zorundasınızdır. Ama hızla yükseldiklerinde, öğrenmeleri onların kendi kanatlarındadır.

Maori educator Mereana Taki

Herhangi bir Creeli ebeveyn bir çocuğun bir şey için ne zaman hazır olduğunu söyleyebileceğini bilir; çünkü çocuk onun hakkında sorular sormaya başlar. Bunun zamanlamasını kontrol edemezsiniz ve buna gerek de yoktur. Her yıl somonun ve kazların ne zaman geleceğini, buzların ne zaman eriyeceğini ve nehirlerin yükseleceğini, yaban mersinlerinin ne zaman çiçek açıp meyve vereceğini bilmeyiz ama her yıl meyve verirler ve çocuklarımız büyür.

ACAİP toplumlarda bile herkes bir çocuğun ilk adımlarını atacağı ve ilk kelimelerini söyleyeceği normal bir yaş aralığı olduğunu bilir. 10 aylıkken yürüyen bir çocuk 14 aylıkken yürüyen bir çocuktan mutlaka fiziki olarak daha yetenekli olmayacaktır ve çocuk doktorları bunun güvenini vermek konusunda bizi cesaretlendirmek adına günlerinin büyük çoğunluğunu harcarlar. Çocukların herhangi bir başlıca dönüm noktasına aynı yaşta ulaşacağını farz etmenin hiçbir bilimsel ya da tam aksi bir dayanağı yoktur ve çocukları okula gitmeyen kişiler sıkça bu konu hakkında şaka yaparlar. Eğer bütün çocukların aynı zamanda ilk adımlarını atmasını bekleyecek olsaydık bütün herkesin yürüme engeline sahip olduğu bir ulus olurduk.

Ama bir çocuk yaşam çemberi boyunca ilerledikçe ilk adımlarından ve tuvalet eğitiminden tutun da süt dişlerini dökmesine, bisiklet sürmesine ve ergenliğe ulaşmasına kadar çeşitliliğin normal yaş aralığı -dramatik olarak- azalmaz; artar.  Tamamen normal, sağlıklı bir kız 9-15 yaşları arasında ergenliğe ulaşır. Bu, birçok yılı kapsayan normal bir yaş aralığıdır. Okuma, bu değişkenliği bilişsel, görsel, işitsel, duygusal, fiziksel ve sosyal boyutların oluşturmuş olduğu devasa bir karmaşayla birleştirir.  Akıcı bir okuryazarlık ortaya çıkabilmesi için büyümekte olan çocukta bu boyutların her birinin olgunlaşması ve birlikte çalışıyor olması gerekir. Ve buna rağmen biz bütün çocukların aynı yaşta bu dönüm noktasına ulaşması gerektiği fikri üzerine kurulmuş, multi milyar dolarlık yan endüstrileri ile beraber yine multi milyar dolarlık zorunlu bir kurum yarattık.

 Ve bu dönüm noktasına ulaşamazlarsa, büyük sorunlar yaşanacak demektir.

Bir gün, o zaman kızım sekiz yaşındaydı, en iyi arkadaşı Raphael ile birlikte bir iş peşinde oldukları hissine kapılmıştık ve onları ne dediğini anlamaya çalıştıkları bir kitap ile birlikte birbirlerine sarılmış halde bulduk. Sugata Mitra’nın ünlü “Hole in the Wall” (Duvardaki Delik) deneylerindeki çocuklar gibi, birlikte düşünerek buluyorlardı. Odaya girdiğimizde kural dışı bir şey yaparken yakalanan çocuklar gibi baktılar. Bu, okula gitmediklerinde çocuklar hakkında öğreneceğiniz başka bir şeydir. Her zaman izlenmek istemezler. Takip altına alınmak ya da değerlendirilmek istemezler. Öğrenmelerinin kendilerine ait olmasını isterler.

Küçük gruplarındaki bütün çocuklar çok yakın zamanlarda akıcı bir biçimde okumaya başladı. Tahıl gevreği kutularından, sokak tabelalarından, Susam Sokağı’ndan, bilgisayarlardan ve kitaplardan ve ablalarından, hikayelerden ve şarkılardan ve ve oyunlardan ve şiirlerden, kutu oyunlarından, video oyunlarından ve kelime oyunlarından, tariflerden ve etiketlerden ve montaj yönergelerinden, büyükannelere mektuplardan, ebeveynlerinden ve birbirlerinden öğrendiler. Amerika’daki çok az insan çocukluk boyunca biri ona bir yerde “B”nin ‘Bı’ sesi çıkardığından (çıkarmadığı durumlar hariç) bahsetmeden bunu yapacaktır, bu yüzden bu şekilde bir ses bilimi öğretimini dikkate alırsanız, o zaman iyidir. Seslerin ve harflerin arasında bir ilişki olduğu fikri kültürün içinde her yerde bulunur ve çocuklar M’nin Maymun için Y’nin de Yılan için olduğu önermesine yol boyunca bir yerlerde rastlayacaklardır. Çocukların bazıları okumayı öğrenirken yetişkinlerden yardım istedi, bazıları istemedi. Bazıları sesler için çalışma kitapları ya da bilgisayar programları kullandı ya da bir süreliğine çalışma kitaplarını alıp sonra sıkıldılar ve bir kenara bıraktılar. Birçoğu hiç önemsemedi.

Önemli nokta şu ki, hepsi bizim bilgisayarı kullanmayı öğrendiğimiz şekilde okumayı öğrendi; esnek ve özel durumlarıyla ilgili olarak her biri, kendi için en etkili yol ve zaman ve hız neyse ona göre öğrendi. Bir ses bilim programı kullanılacak ya da kullanılmayacak bir programdır, eğer çok meyilliyseniz, bir bilgisayar kullanım kılavuzu gibi; bazı kişiler onu sistematik olarak, bazıları düzensiz bir şekilde kullanabilirken bazılarıysa hiç kullanmayabilir. 

“Önemli bir şekilde, gözlemciler okumaya başlama yaşının nihai entelektüel eğilimi ve başarıyı tahmin etmede kullanabileceğimiz bir şey olmadığına işaret etmektedir. Okumaya geç başlayanların yüksek entelektüel beceriye, bunun yanında da okuryazarlığa karşı ilgi ve beceriye sahip olmaları alışılmamış bir durum değildir.”

Çocukların okumaya ilgi duydukları ve hazır oldukları anda başlamalarına izin verildiğinde çok sayıda anekdot türünde rapor dört ya da beş yaştan on ya da on bir yaşa uzanan düz bir çan eğrisi dağılımı göstermektedir. Çanın doruk noktası 5-6-7-8-9 yaşları aralığı boyunca genişçe bir yayılım göstermektedir. (Buna rağmen psikolog Peter Gray mesajlaşma kültürü pratiğinin ortalamayı erkene taşıyor olabileceğini ileri sürmektedir.) Okumaya daha sonra başlayan çocuklar genellikle hızlı öğrenir birkaç aylık bir zaman dilimi içerisinde farz edilen “sınıf seviyelerinin” “gerisinden” “ilerisine” geçerler. Esas itibariyle ergenlik yıllarında hepsi “sınıf seviyelerinde” ya da üzerinde okuyor olur.

Neden bazı çocuklar diğerlerinden daha geç okumaya başlıyor? Tekrar, bilmiyoruz. Ama geç okumaya başlayanların çoğu mekanik, müzik, uzamsal, matematiksel ya da dijital alanlara karşı çok fazla ilgi ve beceri sahibidir. Çoğu sanat ya da sporu icra etmede yeteneklidir.

Bazılarının basitçe farklı bir öğrenme yöntemi vardır: Özümseyen, üzerine düşünen, birleştiren, bütünleştiren ve sonra birden tamamıyla şekillenmiş olarak çiçek açan. Isabel’in dokuz ya da on yaşındayken söylediği gibi, “Bir şeyi halihazırda biliyor olana kadar beklemeyi ve sonra onu öğrenmeyi seviyorum.”

Ama önemli bir şekilde, gözlemciler okumaya başlama yaşının nihai entelektüel eğilimi ve başarıyı tahmin etmede kullanabileceğimiz bir şey olmadığına işaret etmektedir. Okumaya geç başlayanların yüksek entelektüel beceriye, bunun yanında da okuryazarlığa karşı ilgi ve beceriye sahip olmaları alışılmamış bir durum değildir. Üç yaşına kadar konuşmamış olan Einstein gibi, basit bir şekilde bazı çocuklar becerilerini farklı bir sıralamada geliştirir.

Diğer bir deyişle, bu büyük bir mesele değildir.

Siz onu büyük bir mesele haline getirmedikçe.  Hazır olmadığı bir zamanda çocuğu okumaya zorlarsanız ona çok hızlı bir şekilde çok fazla zarar verebilirsiniz. Yetişkinler bir çocuğun gelişimi hakkında endişelendiklerinde bu endişe ona hemen aktarılır. Çocuklarınız okula gitmediğinde keşfettiğiniz başka bir şey şudur ki: 6 yaşındaki bir çocuğu kandıramazsınız. Onlar sizin üzerinizden doğruyu görürler. Bu yüzden sizin “teşvik” ya da “destek” olarak adlandırdığınızı, onlar sıklıkla “manipülasyon” ya da “baskı” olarak görecek ve ona direnecektir. Planlamış olduğumuz şu “eğlenceli” eğitici aktiviteye cevap verirken önünüzdeki gerçek çocuğa dikkat edin, bunun gerçekleşmekte olduğunu görmeyi hızlıca öğreneceksiniz.

Çocukların direnişleri çeşitli formlar halinde görülebilir; dikkatsizlik, asabiyet, bozulma, geri çekilme, huzursuzluk, unutkanlık… Gerçekte DEHB’nin bütün belirtileri yetişkin kontrolüne karşı aktif ya da pasif olarak direnen bir çocuğun davranışlarıdır. Bir kere öğrenmeye karşı bu direnişi oluşturmaya başladığınızda, eğer hızlıca geri çekilmezseniz, çok engelleyici bir şey olarak katılaşabilir.

“Bir çocuğu gelişimsel olarak bir şeyi yapmaya zorladığınızda, şöyle bir şiddetli inanış yaratırsınız: (a) Bundan nefret ediyorum (b) Bunu yapamıyorum (c) Bunu asla yapamayacağım ve (d) Bende bir sorun var.”

Eğer bir çocuğu gelişimsel olarak gerçekten yapamayacak durumdayken bir şey yapmaya zorlayacak olursanız -ben bu hatayı birden fazla yaptım ve okullarımız her gün yapıyor- meydana gelen psikolojik kapanma yıkıcı olur. Düpedüz yıkıcı. Bunu tekrarlamama izin verin: Basit bir şekilde, gelişimsel olarak bir şeyi yapmaya zorladığınızda, şöyle bir şiddetli inanış yaratırsınız: (a) Bundan nefret ediyorum (b) Bunu yapamıyorum (c) Bunu asla yapamayacağım ve (d) Bende bir sorun var.

Dikkat çekmeliyim, hepsi son derece engelleyici inanışlar.

İlginç olarak, dünyadaki en yüksek okuma rekorlarına sahip Fin Okul Sistemi, okumada yedi yaşına kadar direkt öğretime başlamaz ve öğretimi zorlamaya her zaman çok daha erken yönelen Amerikan sistemine oranla doğal ve zorlama olmayan bir çan eğrisinin zirvesine daha yakındır. Yeni Zelanda’da bir araştırma okuma öğretimine yedi yaşında başlayan Waldorf okullarını beş yaşında başlayan devlet okullarıyla karşılaştırmış ve erken öğretiminin uzun vadeli hiçbir faydası olmadığını bulmuştur. Aslında, erken okuma öğretimi ile ilgili bir avantaj gösteren birçok araştırma, çocukların yaklaşık 8 ya da 9 yaşlarındaki yeterliğini karşılaştırır. Yeni Zelanda araştırmasının gösterdiği şey; on ya da on bir yaşlarında bu avantajın kaybolabildiği ve on iki ya da on üç yaşında bu avantajın sıklıkla tersine döndüğüdür. Daha sonra öğretilen çocukların önce öğretilenlere göre okuduğunu daha iyi anladığı ve daha çok keyif aldığını ortaya koymaktadır.  Bu yüzden bir hipotez de Amerikan okullarının okumaya ait normal gelişimsel pencereyi  çok dar olarak kabul etmekte, aynı zamanda da onu çok erken vermekte olduğudur. Diğer bir deyişle bu, bütün çocukların ilk adımlarını ortalama zaman olan on ikinci ayda atmalarını beklemek gibi bir şey değil, hepsinin vaktinden çok önceki bir zaman olan onuncu ayda atmalarını beklemek gibi bir şeydir. Bunu yaparak çok şaşkın, çok endişeli, fiziksel ve nörolojik gelişim ve hazırlanmaları çok ciddi bir şekilde tahrip edilmiş olan çocuklardan oluşan bir alt sınıf yaratıyorsunuz, harfiyen bunu onlara yapmamış olsaydınız neye benzeyecekleri konusunda hiçbir şey bilemezsiniz.

Lütfen hatırlayın “Sınıf seviye standartları” doğada bulunmazlar; bilimsel olarak değil de yetkiyle yaratılmışlardır. Ve okul sisteminin keyfi yaş sınıflandırılması tarafından öğrenmeleri şekillenmemiş çocuklardaki bilişsel gelişim hakkında neredeyse hiçbir ciddi araştırma yapılmamıştır. Finlandiya basit bir şekilde bütün çocukların başarılı olacakları bir yerde standartlarını belirlemektedir. Birleşik Devletler ise standartlarını gerçekten önemli bir yüzdeliğin başarısız olacağı bir yerde belirlemektedir. Bu, bir seçimdir. Bunu yaparken, kendilerine ait gelişimsel müfredata göre öğrenmelerine izin verildiği takdirde gayet iyi olabilecek çocuklar üzerinde sakatlıklar yaratıyor olabiliriz.

Çünkü ne, tahmin edin? Eğer burada verilerin kanıtlayabileceği bir şey varsa o da çocuklarımızın hepsinin farklı olduğudur. Bu arada “F” harfi “fıh” sesi çıkarır.

“Çocuklarımızın hepsi zekidir” diye Avusturalya’daki Aborjinler arasında yaygın bir deyiş vardır. Ne olsa beğenirsiniz, Brilliant: The Science of How We Get Smarter (Muhteşem: Nasıl Daha Zeki Olabileceğimizin Bilimi) adlı kitabın yazarı bile, araştırmaların disleksiklerin bazı alanlarda erken okumayı öğrenenlerden daha akıllı olduğunu göstermeye başladığını bildiriyor. Gerçekten bilimin bunu keşfetmesini beklemek zorunda mıyız? Gerçekten sadece çocuğumuzun parlak gözlerine bakıp, her birinin dünyaya eşsiz ve değerli bir şey getirdiğini bilemez miyiz? Onları sıralamak, karşılaştırmak ve eksik, hatta “engelli” olmaları için tahmin edilebilir bir yüzdelik bulmak zorunda mıyız?

“Disleksik çocuklar, disleksik olmayanlara göre çoğunlukla daha iyi bir hayal gücüne sahiptir, buna karşın, kimse “normal” çocukları “hayal gücü bozukluğu” adı altında etiketlemez .”

“Nöro-çeşitlilik” hareketi, kimin zihinsel tarzının “normal” kimin “ bozuk” olduğunu tanımlayan eğitimsel egemenliğe meydan okumaya başlamıştır. fMRI görüntüsü üzerinde bulanık varyasyonlar olsa da, disleksik olarak kabul edilen nüfusun %15-17 gibi büyük bir kısmının, tam olarak sağlıklı olmadığına dair ortada herhangi bir ikna edici bilimsel bir kanıt yoktur. Sadece farklı yetenekleri olan ve farklı zamanlarda, farklı yollarla öğrenen normal insanlar ve birçok disleksik,  kendilerine has bu öğrenme yönteminin; bir keman virtüözünün iyi bir hokey oyuncusu olmadığı için engelli olmasından daha fazla “engelli” olmadığını  ileri sürerek,  bu engellilik modeline karşı çıkmaya başladılar. Disleksik çocuklar, disleksik olmayanlara göre çoğunlukla daha iyi bir hayal gücüne sahiptir, buna karşın, kimse “normal” çocukları “hayal gücü bozukluğu” adı altında etiketlemez .

Kendisi de bir disleksik olan disleksi araştırmacısı Dr. Ross Cooper “Disleksi sahip olduğunuz bir şey değil, olduğunuz bir şeydir.” demektedir. Ve insan çeşitliliği izgesinin bir parçası olarak değer sahibi olan bir şey olduğunu vurgular. Cooper, birçok özel öğrenme güçlüğünün ortak özelliğinin, bilgiyi sözel ve analitik olarak işlemekten ziyade görsel ve bütünsel olarak işlemeyi tercih etmek  olduğunu varsayar. Konuların üzerine dar bir biçimde doğrusal ve ardışık şekilde odaklanmak yerine, bu eğilime sahip bir çocuk görsel veri ve anlamı ve konuyu büyük bir resim yoluyla absorbe eder (Bulanık renkler beynin sağ yarıküresinde parlar). Bu, deşifre etmeyi yavaşlatan; ancak aynı zamanda onu derinleştiren ve zenginleştiren bir süreçtir. Yanal düşünme, sezgi, hayal gücü ve yaratıcılığa öncülük eder.  Bu çocukların beyinleri kendilerini farklı bir şekilde düzenler, bu yüzden onların gelişimsel kavislerinin de farklı olacağını söylemeye gerek yoktur. Bu düzenleme sürecine müdahale ettiğimizde, damgaladığımızda, test ettiğimizde ve zamanından önce iyileştirdiğimizde – disleksik çocuklara sinirli bir şekilde ses bilimi çalıştırarak diğer çocuklar gibi düşünmelerini öğretmeye çalıştığımızda – Cooper, onlara kırılmış ve tamire ihtiyacı olan bir şey gibi muamele etmekten çok, bu çocukların sahip olduğu pek çok gücü organik olarak geliştirme fırsatından  mahrum bıraktığımızı söylüyor.

Ben bozuk değilim

İlginç olarak, geleneksel yerli kültürlerden çocuklar da genellikle bilgiyi analitikten ziyade bütünsel ve bağlamsal olarak işler. Eğer şehirli ve yerli olmayan kültürlere ait insanlardan bitkileri ve hayvanları bir liste olarak gruplara ayırmalarını isterseniz, onu cinslerine göre yapmaya eğilim göstereceklerdir; memeliler, kuşlar, balıklar, bitkiler olarak kategorilere ayırarak. Eğer yerli bir insandan isterseniz, bunu ekolojik olarak yapacaktır. Hepsi sulak alanda yaşadığı için bir kaplumbağa ile söğüt, balıkçıl ve kunduzu aynı gruba koyarak. Sınav bunu yanlış cevap olarak kayda geçirecektir; çünkü okullar cinse göre ve analitik düşünceye vurgu yapmaya eğilim gösterir. Ama ikinci cevap kırsaldaki yerli çocukların şehirdeki yerli olmayan akranlarına göre daha erken bir yaşta kıvrak olabileceklerini bize yansıtan bütüncül bir düşünme sistemidir. Konuşan çizgi film faresi ile gösteri müziği şarkıları söyleyen balık arasında büyüyen şehir çocukları gerçek yaşam sistemlerini idrak etmede genellikle çok geç kalırlar ki Henrich ve arkadaşları şehirli çocukların biyolojik muhakemedeki bilişsel gelişimleri üzerinde çalışmanın, eksik beslenmiş çocukların “normal” fiziksel gelişimleri üzerinde çalışmaya eşdeğer olabileceğini ileri sürer. Ama okullarda, kırsaldaki yerli çocuklar sınava tabi tutulduklarında şehirdeki beyaz çocuklara oranla daha az zeki ve daha çok öğrenme kusurlu bulunurlar. Bu bütün dünya çapındaki geleneksel kırsal kesim insanları arasında bulunan oldukça rahatsız edici bir olgudur. 

Bu nedendir? Zeka araştırmacısı James Flynn’in keşfettiği gibi, eğer bugünün yenilenmiş testlerine karşı yüzyıl önceki Birleşik Devletler ortalama IQ puanlarını hesaplarsanız, modern bir tanımla birçok beyaz Amerikalının büyükanne ve babasının ve büyük büyük anne babasının zihinsel özürlü olarak sınıflandırıldığını görürsünüz. Bu atalarınızın geri zekalı olduğu anlamına mı geliyor? Evet, belki de. Ama büyük bir olasılıkla bu, 19. YY ve erken 20. YY’da birçok Avrupalı- Amerikalının, bugünkü birçok yerli insan gibi, hayatta kalmak için soyutlanmış okula dayalı bilginin değil de, gerçek, somut, bağlam içinde kullanılmış olan bilginin ve zekanın gerekli olduğu bir dünyada yaşadıkları anlamına gelmektedir. Malcolm Gradwell New Yorker’da şöyle bildiriyor; psikolog Michael Cole Liberyanın Kpelle kabilesinin üyelerine WISC benzerlikler testinin bir türünü verdiğinde Kpelle’in tutarlı bir biçimde bıçak ve patatesi aynı kategoriye koyduğunu buldular.  “Çünkü bıçak patatesi kesmek için kullanılır.” 

“ Akıllı bir adam sadece bu şekilde yapabilir” diye açıkladılar. Sonunda araştırmacılar şöyle sordular “ Aptal biri bunu nasıl yapar?”  Kabile üyeleri hızlı bir şekilde nesneleri “doğru” kategorilere koydular. 

Yani IQ testi de  diğer okul temelli testler gibi,  esasında zekanın değil de  modernizasyonun bir ölçüsü olduğu – sanayileşmiş toplumlardaki -somut düşünceden soyut düşünceye, bütüncül düşünceden analitik düşünceye, bağlamsal düşünceden bağlamsal olmayan doğrusal düşünceye doğru olan  geniş ölçekli kültürel değişimin  bir değişimin bir ölçüsü olduğu ortaya çıkar.

Başka bir deyişle, IQ’nuz ne kadar zeki olduğunuzun bir ölçüsü değildir. Ne kadar ‘ACAİP’ olduğunuzun bir ölçüsüdür.

“Peki, ama toplumlar teknolojik olarak daha karmaşık ve entelektüel olarak daha ‘gelişmiş’ oldukça bu insan ‘gelişiminde’  kaçınılmaz ve olumlu bir aşama değil midir?” diyebilirsiniz. Modern toplumlarda oldukça baskın olan;  beynin  güç bela odaklanabilen, mekanik ve analitik işlevinin,  gerçekte daha geniş odaklanabilen, bütüncül ve ilişkilere dayalı kısmı tarafından kısıtlanmak ve yönlendirilmek üzere sınırlandırılmış bir alet olarak evrimleştiğini tartışan,The Master and his Emissary (Usta ve Casus) adlı çığır açan kitabın yazarı, nörolojik görüntüleme araştırmacısı ve psikiyatrist olan Ian McGilchrist’e göre böyle değildir. McGilchrist şöyle devam eder:  Modern batı medeniyeti diğer insan toplumlarından daha “gelişmiş” değildir, hatta birbirine daha bağlı, merhametli ve bütüncül dünya anlayışı pahasına, bir tür soğuk, soyutlanmış, mekanik analiz yönünde tehlikeli bir biçimde dengesiz olmuştur.  Bu tür bir dengesizlik, McGilchrist’in işaret ettiği gibi, sizi diğer insanlardan daha “parlak” yapmaz; sizi bir sosyopat yapar.

İnsanın bilişsel çeşitliliği bir sebep için vardır; bizim farklılıklarımız türlerimizin dahiliği ve vicdanıdır. Dar bir şekilde odaklanmış devlet tabanlı toplumumuz gezegenin korunması ve toptan tahribi arasında vahşice yön değiştirirken, yerli bütüncül düşünürlerin bize yaşamın ekolojik sistemi içerisindeki uygun yerimizi sürekli olarak hatırlatan kişiler olmaları bir tesadüf değildir. Disleksik bütüncül düşünürlerin genellikle sanatçılarımız, mucitlerimiz, hayalperestlerimiz ve isyancılarımız olması da tesadüf değildir. 

Saskatchewan Üniversitesinde bir Mi’kmaw eğitim profesörü olan Marie Battistenin, bir güçlü grubun kendi bilişsel özellik ve tercihlerini normal ve arzu edilebilir olarak ve diğer bütün düşünme, öğrenme ve dünyayı anlama yollarını eksiklikler ve güçsüzlükler olarak tanımlama yetkisini iddia etme eğilimine çok net bir terimi vardır. Ona “bilişsel emperyalizm” der. Irkçılığın bilişsel karşılığıdır. Doğal olarak, bu bizi tabii ki düşünme, öğrenme ve dünyada var olmanın tek yolunun diğerlerinin yerine geçme ve ezmenin kaderinde olduğunu varsayan bir tür bilişsel Açık Kader’e iter.

Bu bizi ses bilimine geri getirir. George Bush’un Okuma Çar’ı Reid Lyon okuma yazma öğretme yaklaşımının felsefeye değil de bilime dayandığıyla böbürlenip medyanın ilgisini oldukça üzerine çekmişti. (Burada tekrar o ton vardır.) Ama bütün çocuklara okumayı öğretmek için  “Kanıta Dayalı En İyi Yöntem”  üzerinde karar verme çabasıyla ilgili “bilimsel” olan hiçbir şey yoktur. Henrich ve arkadaşlarının işaret ettiği gibi ACAİP araştırma ACAİP sonuçlara varmaktadır; çünkü bu araştırma ACAİP sorular soran ACAİP araştırmacılar tarafından yürütülmektedir.  Bu durumda sordukları soru şuydu: “ Eğer Birleşik Devletlerdeki her bir çocuğu okumayı öğrenmesi için bir yönteme zorlasak, bu yöntem nasıl bir yöntem olmalıydı?”

Ama bu soruyu sormak için hiçbir bilimsel sebep yoktur. Bu bir felsefik – ve derinlemesine politik – bir karardır. 

Herhangi bir Yanomamili baba küçük çocukları öğrenmeye zorlamak zorunda olmadığımızı bilir, sadece ihtiyaçları olan aletleri onlara verir, oynamaya bırakır. Herhangi bir Creeli büyükanne bir çocuğu bir şeyi yanlış yaparken görürse, yanlış yaptığı şeyi ona alenen göstererek onu utandırmayacağını tantana yapmadan sessiz bir şekilde onu yapmanın doğru yolunu göstereceğini bilir. Herhangi bir Odawalı büyük, bir çocuğun bazen konuşmanızdan çok, sessizliğinizden öğreneceğini bilir. 

Yavaşça, sendeleyerek ve titizlikle bilim, bunun bir kısmını yeniden keşfediyor. 

Başka bir deyişle, IQ’nuz ne kadar zeki olduğunuzun bir ölçüsü değildir. Ne kadar ‘ACAİP’ olduğunuzun bir ölçüsüdür.

Aydınlanma Çağından beri, bilim insanlarının her kuşağı: “Şu anda insan bilgi ve algısının tepe noktasında durmaktayız” yanılgısına düşmeye eğilim gösterdi;  bu entelektüel gurur komik, beceriksiz, yıkıcı veya çocuklar söz konusu olduğunda trajik olan sonuçlar doğurabilir. 1950’lerde bilim insanları çocuklar için bebek mamasının anne sütünden daha iyi olduğunu “biliyorlardı”. Bu,  gelişen dünyada milyonlarca bebeğin ishalden ve yetersiz beslenmeden ölmelerine sebep olan bir mantıksızlıktır. Yeni doğanların tıpkı hayvanlar gibi acıyı hissetmeye yeterli gelişmiş düzeyde nöral sisteme sahip olmadığını “bildiler” ve milyonlarca bebek (ve hayvan) üzerinde anestezisiz cerrahi operasyon uyguladılar. İçlerinden gökle ilgili akan bir nehir neticesinde öğrendiklerini bir yana bırakın;  insanların içsel tutkular, dürtüler ve tercihlerin sonuçlarından ziyade davranışlarına yönelik olumlu ya da olumsuz pekiştirmelerin bir sonucu olarak öğrendiklerini “bildiler”. Böylece bütün bir eğitim sistemini çocukları güvercinler ve sıçanlar gibi, devamlı inceleme ve “geri bildirim”, cezalar ve ödüllerle eğitmeye razı ettiler.

Şimdi Amerikalı ses bilimi avukatları, çocukların okumayı nasıl öğrendiğini ve onlara en iyi nasıl öğretileceğini “bildiklerini” iddia ediyorlar. Bu konu hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Ciddi bilimsel sorgudaki anahtar bir değer, aynı zamanda dünya çapındaki her yerli kültürdeki anahtar bir değerdir; tevazu.  Biz öğreniyoruz.

Ama her Eskimo ebeveyn; hikayelerin,  geceleyin, çocuğun zihninin rahatlamış ve engin olduğu, kelimeleri ve görselleri ruhunun derinliklerine taşıyan an olan, uykudan önceki zamanda anlatıldığını bilir. Çocukların en iyi sabahleyin öğrendiğini “kanıtlayan” önceki kuşağa ait olan bilginin aksine; bilim, hatıraların geceleyin pekiştirildiğini yeniden keşfediyor. Sıklıkla çocuklar geceleri daha iyi dinler, geceleri daha derin sorular sorarlar ve geceleri daha canlı hayal ederler. Günün aydınlığında zihin dış dünyaya doğru döner ve gün içinde bir çocuk genelde aktif, hareketli ve sosyal iletişim içinde olmak ister. Sabahleyin size söylenen şeyler dönen bir pervanede vızıldayan bir güvenin çıkardığı uğultuyu çıkarabilir. Geceleyin size söylenen şeyler içeri taşınır, rüyalarınıza girer, çaba sarf etmeksizin sizin bir parçanız haline gelirler.

Bu yüzden bilimin bütün bunları yeniden keşfetmesini ve verilerin bunu kanıtlamasını beklerken ne yapmalıyız? İnsan yeteneklerinin ve ihtişamlarının ve yüklerinin tamamen eşsiz bir takımyıldızı olan, önümüzde bugün, şu anda duran eşsiz, normal, sağlıklı ve parlak insan yavrusuyla, bu çocukla ne yapmalıyız?

İyi çocuk yetiştirmek için hala bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyaç duyuyoruz. İronik olarak, öğrenme bilimi henüz ham ve ilkel iken, bazılarının “ilkel” dediği kültürler insan gelişimi hakkında sofistike, derin, incelikli ve deneysel olan, binlerce yıllık gözlem, sezgi, deneyleme ve iç görüye dayanan bilgiyi kafalarına yerleştiriyorlardı. Gerçekten iyi bir oto tamircisi, marangoz, çiftçi, kemancı, web sitesi tasarımcısı, film editörü, şarkı sözü yazarı, fotoğrafçı veya bir şef ile konuşun, aynı yolla öğrenmiş olduklarını bulacaksınız.

Yetenekli bilim insanlarıyla, yazarlarla, sanatçılarla, girişimcilerle konuşun. Yanomamili bir çocuğun öğrendiği gibi, keskin gözlem, deney yapma, tutulma, özgürlük, katılım, gerçek oyun ve gerçek çalışma, çalışma ve oyun arasındaki farkın kaybolduğu özgür etkinlik sayesinde öğrendiklerini bulacaksınız.

Eğitim araştırmacıları, yavaş yavaş gözlükleri vasıtasıyla bu olguya dikkatle bakmaya başlıyorlar ama yalnızca başlıyorlar. Atasözünde geçen henüz suyu keşfetmemiş balık gibi, birçoğu hala bir dizi ACAİP varsayımlarla sınırlandırılmış durumdalar. İçinde yaşadıkları unsurun bütün dünya olmadığını fark etmemiş olduklarından; bu varsayımlar sorgularının çeşitliliğini sınırlandırıyor, kendilerinin yaratmış olduğu bir balık kavanozunun cam duvarlarının içinde dönmekte olduklarını ve hiç hayal etmemiş oldukları öğrenme imkanlarıyla dolu bir evrenin var olduğunu henüz görmüyorlar.

“Batık gerçek bazen aylaklığımızda, bazen rüyalarımızda su yüzüne çıkar” demiş büyük bir sanatçı bir zamanlar. Bilim güç ve güzelliğin nefes kesici bir aletidir ama iyi bir ebeveyn değildir; daha geniş, daha derin, daha eski bir şeyle dengelenmelidir. Rüzgar ve hava gibi, ekosistemler ve mikroorganizmalar gibi, kar kristalleri ve evrim gibi; insan öğrenmesi hala yabani, tahmin edilemez,çiçeklemen bir kırılma hareketi,  hiçbirimizin ölçüp kontrol edemeyeceği kadar gizemli ve karmaşık olarak durmaktadır. Ama hepimiz bu  çiçeklenen kırılma hareketinin bir parçasıyız ve yavrumuzun öğrenme ve gelişimine yardım etme yeteneği bizim DNA’mızda var. Bunu yeniden keşfetmeye şimdi başlayabiliriz. Dene. Gözlemle. Dinle. Gezegenimizin her yerinde hala bulunan binlerce diğer öğrenme yollarını keşfet. Bilgiyi oku ve onu bir tarafa bırak. Çocuğunuzun gözlerini izleyin, onları ne sıkıyor ve öldürüyor; ne ışımasına, hızlanmasına, ışıkla parlamasına yol açıyor. İşte bu, öğrenmenin yattığı yerdir.

Çeviri: Duygu Kurat

Edit: Özlem Arkun

Çevirideki bağlantılar orjinal metindeki bağlantılar esas alınarak düzenlenmiştir.

Orjinal metindeki dipnotlar ve kaynaklar için buraya

Daha fazla Carol Black için buraya tıklayabilirsiniz.

Schooling The World Belgeselini buradan izleyebilirsiniz.