Eskişehir Kent Ormanı

1 Aralık Pazar günü, Eskişehir Kent Ormanında bir Yap-boz oyun alanı gerçekleştirdik. Buz gibi soğukta, kendilerince, özgürce oynayan çocuklar ısıttı içimizi… Neler mi yaptık? Yaprakların üzerine atladık, altına saklandık yaprak yağmurunda ıslandık, yaprak savaşı yaptık, keşfettik, ateş yaktık, sohbet ettik, dükkan açtık, kapadık, kaydık, sallandık, döndük, çamura battık, çıktık, kaydık, düştük, kalktık, durup dinlendik, yeniden başladık… Ve bir kez daha dedik ki, dünyayı çocuklara verelim hiç değilse bir günlüğüne!

Büyükada- Ada Düşü Şenliği

Büyükada’da Ada düşü festivali kapsamında kurduğumuz Yap Boz Oyun alanından kareler.Fotoğrafları seçmek oldukça zor oldu 🙂 hepsi birbirinden güzel… Çocukların özgürce oynadığı bu anlara tanıklık etmenin ise tarifi yok!

Leyli Sanat’a katkılarından dolayı teşekkürler!

Bayramiç Tohum Takas Şenliği

“Geçtiğimiz haftasonu hayatımın en süprizlerle dolu günlerini yaşadım. Oysa herşey ne kadar öngörülebilir başlamıştı…

Bayramiç tohum takas şenliğinde çocuklara bir yap-boz oyun alanı kuracaktık. Toprakla çıktık yola, bir gün önceden gittik oraya. Ayfer Göl rehberliğinde Bayramiçte ne kadar çöp varsa, koliler, kağıt branda ruloları, araba lastikleri, plastik kasalar, paletler… Herşeyi topladık kamyonete yükledik alana götürdük… Cumartesi günü ilk gelen çocuklarla başladık oynamaya. Biraz tebeşir biraz boya derken çok geçmeden ısındık oyuna.. Hemen karton koliler dahil oldu ortama, gemi oldular, denizaltı oldular, hatta tank oldular.. Nereden girdi bu savaş makineleri oyunumuza diye sorarken kendime, farkettim ki orası Çanakkale! Savaşı nasıl sokuyorlar hayatlarımızın oyunlarımızın ortasına, yaşamlarımızı eze eze diye düşünürken ben, bir baktım bozmuş çocuklar o oyunu…

Küçüğü büyüğü biraraya gelmişler kocaman bir ev yapmışlar boyuyorlar bulana bulana… Sonra yıkmaya karar verdiler evi, ev tünel oldu, mağara oldu… Sonra harap oldu geriye bir karton ölüsü kaldı…

Nasıl ne ara ne zaman bitti bu koliler hepsi mi parçalandı? Hiç mi kalmadi? şimdi ne yapıcam? Çocuklar sıkılacak gidecek birazdan! Özlem hikaye bu kadarmış. Fin. The end. Nokta… dedim.

Ama öyle olmadı çocuklar o karton ölülerine yeniden can verdiler. Onları parça parça rulolarla kasalarla birleştirdiler , üstüne yattılar, altına girdiler, oynamaya devam ettiler… E tabi rulolar parçalanmaya başladı, kasalar kırılmaya başladı, beni yine bir korku sardı, şimdi ne olacaktı bu sefer bitecekti. Kesin, bitecekti oyun.

Ama bitmedi, parçalanan rulolar dürbünlere teleskoplara, geçitlere ve başka bir sürü seylere dönüşerek reenkarne oldular. Akşam çökerken, çocuklar hala oynarken, dedim ki kendi kendime, çocuklar ne güzel ne harika ne yaratıcı ve esnek… Hiç’ten oyun çıkarıyorlar, kırılana bozulana ağlamıyor ya da şikayet etmiyorlar…

ÇOK basit ve naif bir şekilde kimse hissetmeden, onu başka birşeye dönüştürüyorlar… Simya bu. Çöpler, bitmeyen bir oyuna, eğlenceye, mucizeye dönüşüyor!” *

*Oyun işçilerinden Özlem Arkun’un izlenimleridir.

31Ağustos-1 Eylül 2019

Avcı Toplayıcılardan Gerontokratik Topluma: Çocuğun Değişen Konumu

İnsanlık tarihinin 1.8 milyon yıl boyunca aynı yaşam döngüsünü sürdürdüğü su götürmez bir gerçek. Bebeklik, çocukluk, ergenlik yetişkinlik.. Bu hiç değişmedi. Ama milyonlarca yıllık insanlık tarihi boyunca değişen toplumsal ilişkiler, değişen yaşamsal koşullar ya da üretim- tüketim alışkanlıkları bu döngüye bakış açımızda da bazı değişiklikleri beraberinde getirdi.

Bu yazıda çocukluğa, ve çocukluğa dair yaklaşımlarımızda gerçekleşen değişimlere ve bunların tarihsel, sosyal ya da politik arka planlarını inceleyerek, bu değişimin ne yönde ya da hangi gerekliliklerle gerçekleştiğine; ve bu değişimin sonuçlarına göz atacağız. Bu tarihsel çizgideki sapmaları ve yol ayrımlarını takip ederek başka bir bakış açısının ya da yaklaşımın mümkün olup olmadığını tartışacağız.

Çocukları Anlamak Bu Kadar “Zor” mu?

… Çocuklar ise binlerce yıldan beri aynıdır. Uyku saatleri geldiğinde babalarını kandırmak için bize bir şeyler anlat da uyuyalım diyerek babalarına öykü üstüne öykü anlattırırlardı. Krallıklar, politik düzenler, toplumsal yapılar yükselir ve düşerken çocukların kaprislerinin hiç değişmeden kaldığını bilmek ne kadar huzur verici…

“Eski Atina Yaşantısında Bir Gün”

Hayatımız boyunca şanslıysak geriye dönük bir özlem ve nostaljiyle hatırladığımız; ama o kadar da şanslı değilsek hayatımızın geri kalanı boyunca başa çıkmaya ve sağaltmaya çalıştığımız anılarla hatırladığımız çocukluğumuz, bizim olduğumuz kişi olmamızdaki en önemli kesittir belki de. Freud’dan yıllar sonra bile bugün hala psikologlar çocukluğumuza “inerek” cevaplar bulmaya çalışıyorlar. Nörologlar, pedagoglar, eğitimciler, ebeveynler her biri ayrı ayrı yollardan çocukluğu tanımlamaya çalışıyorlar. Milyonlarca makale, yüz binlerce kitap, binlerce yöntem, yüzlerce farklı yaklaşım… Her biri benzer sorulara cevap arıyor, benzer sorulara birbirinden “çok farklı” cevaplar veriyor…

Oysa bu soruların cevabı hepimizde var. Eğer büyüdüysek, mutlaka çocuktuk. Ve çocukken nelerin bizi üzdüğünü ya da mutlu ettiğini kendimize sorduğumuzda, birbirmizden ne kadar farklı olsak da, verdiğimiz cevaplar birbirine çok benzemiyor mu?

Belki doğru “yaklaşımın” ne olduğunu anlamak için, bütün bu araştırmaları bir kenarda tutarak, bir insan yavrusuyken neye ihtiyaç duyduğumuzu ve neyin bizi yaraladığını hatırlamamız gerekiyor.

Ezilenlerin Ezileni Çocuklar

“Tarih boyunca, toplumdaki hiç bir sınıf çocuklardan daha çok ezilmemiştir.”

Alexander Khost

Çocukluk hepimizin hayatının bir dönemini kapsayan bir süreçtir ve herkesin hayatının bir parçası olan bu dönem, bugün dahi hala süregelen, en yaygın ve en uzun süreli baskı biçimi olmuştur. Çocuklar toplumsal hiyerarşide çoğu zaman daha az “insan” görülür, çocukların kendi kararlarını vermelerine, istedikleri şeyi yaparak vakitlerini geçirmelerine, izin verilmez. Çocuklara zorla birşeyler yaptırmak ya da yedirmek “normal” kabul edilir… Bugün dünyanın neresine gidersek gidelim, genel kabul gören, doğruluğuna inanılan bir perspektiftir bu. Bu düşüncenin kaynağında elbette yetişkinlerin bilgi, deneyim, beceri olarak daha üstün oldukları kabulü vardır. Bu kabulü tartışmayı sonraya bırakarak şimdilik şunu soralım:

Çocuklara neden böyle davranıyoruz ya da bu şekilde davranarak neyi amaçlıyoruz?

Avcı Toplayıcılar ve Çocukları

Aslında insanlık tarihine baktığımızda çocuklara bu şekilde davranmamızın tarihi çok eskilere dayanmıyor. İnsanlık tarihinin oldukça geniş bir zaman dilimi (yaklaşık 1,8 milyon yıl boyunca) avcı-toplayıcılar çocuklara saygı ile yaklaşıyorlardı. Hatta farklı coğrafyalarda birçok avcı toplayıcı toplulukta çocuğa vurmak, ensest gibi bir tabudur.

Avcı toplayıcı topluluklarda çocuklar 4 yaşından itibaren topluluktaki diğer çocuklarla birlikte gün doğumundan gün batımına kadar yetişkinlerin müdahalesi ve gözetimi olmaksızın istediklerini oynamakta özgürdür. Çocukları büyürken, topluluğun bütün faaliyetlerine tanıklık ederek ve kültürün bütün araçlarını kullanarak büyürler. Çocukların hemen hemen bütün av malzemeleriyle (zehirli oklar dışında), kesici – delici aletlerle, ateşle oynamalarına engel olunmaz. Çocukların tüm bunları erişim fırsatı vardır.

Böylece oynadıkları oyunlar; toplama, avlanma, baraka inşa etme, alet yapma, yemek hazırlama, avcılara karşı savunma, doğum, bebekle ilgilenme, şifacılık oyunlarıdır. Ve oyun ilerledikçe, beceriler gelişir ve etkinlikler verimli hale gelir. “Oyun işe dönüşür ama oyun olma özelliğini kaybetmez. Hatta daha da eğlenceli hale gelir çünkü bu üretici faaliyet bütün topluluğa fayda sağlayan ve herkes tarafından takdir edilen bir etkinliğe dönüşür.” (Peter Gray)

Aslında bu durum yetişkinler için de aynıdır. “İlkel topluluklarda iş ve boş zaman ayrımına rastlamazsınız.” (Pierre Clastres) Avcı toplayıcıların işi oyundur. Her bir faaliyet gönüllülükle ve oyunbazlıkla yapılır. Bununla birlikte toplulukta birlikte yaşadığı insanlarla mutlu olmayan birey, kendini daha mutlu hissettiği başka bir topluluğa katılmakta özgürdür. Yani oyundan keyif almayan oynamayı bırakabilir o yüzden herkes birbirini gözeterek oyunun herkes için keyifli olmasını sağlar. Bu çok zor koşullarda hayatta kalabilmek için önemli bir meziyettir. Taşlık, çamurlu kaygan dik bir yamaçtan yukarıya bir sal taşımak zorunda olan bir grup avcı toplayıcı için bu “söylenilecek” bir meseleden ziyade, bunu eğlenilecek bir oyundur. Bu zor durum bir mücadele oyununa dönüştüğünde, herkes için daha keyifli bir hal alır. Aralarından biri düşüp salın altında kaldıkça daha çok gülerler ve her seferinde yeniden ayağa kalkar eğlenceye devam ederler..

Toprağı Çitlemek, Buğdayı “Yetiştirmek”, Atları “Eğitmek”

Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen insan; bu dünya senin eserin…

Jean Jacques Rousseau

İnsanlık tarihinin kayda değer bir kısmı avcı toplayıcı olarak geçse de, on bin yıl kadar önce, bu yaşam tarzını ve ilişki biçimini kökünden değiştiren bazı “gelişmeler” oldu. İnsanlar daha yerleşik hayatlar yaşamaya başladılar, toprağı işlediler, hayvanları evcilleştirdiler. Bütün bu değişimler, bu toplulukların ilişki biçimlerinde başka değişiklikleri tetikledi. Sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki fark belirginleştikçe, toplumsal ilişkilerde hiyerarşi de görünür olmaya başladı. Eşitlikçi toplum yapısı ve bu yapıyı oluşturan unsurlar birer birer ortadan kalkarken mülkiyet, mülkiyetli ilişki biçimleri, tahakküm ve ayrımcılık gibi unsurlar ortaya çıktı.

Toprağı işlemek avcı toplayıcılara göre daha uzun saatler çalışmayı ve tekrarlanan hareketleri yapmayı gerektiriyordu. Bu işler avcı toplayıcılarınki kadar karmaşık değildi, sadece “katlanmayı” öğrenmek gerekiyordu. Avcı toplayıcılarda olmayan iş ve oyun ayrımı belirginleşti, hatta çocuklara da iş düşüyordu; çapalamak, tohum atmak, ekinleri toplamak… Herbiri çocuklar tarafından da yapılabilirdi. Elbette bunun için çocukları buna ikna etmek ya da zorlamak gerekiyordu. Böylece buğdayı yetiştirip, atları eğitmeye başlayan yetişkinler, çocukları da “yetiştirmeye” ve “eğitmeye” başladı.

Bu toplumsal ilişki biçimlerinde ortaya çıkan hiyerarşi, daha yaşlı olanın daha genç üzerinde ya da daha deneyimli olanın daha deneyimsiz olan üzerinde kurduğu tahakkümü beraberinde getirdi. Gelişen gerontokratik ilişkiler, çocuklara da yetişkinlere de “büyüklerin” sözünü dinlemeyi öğütlüyordu. Merkezi iktidarın güçlenmesi, sosyal adaletsizlikleri yaratan kurumların ortaya çıkması toplumsal ilişkilerde itaatin meşrulaşmasıyla “itaat” ya da “söz dinlemek” artık çocukken geliştirilmesi gereken bir “beceri” olarak görülmeye başlandı.

“Eğitime” Kimin İhtiyacı Var?

“Her şeyden önemlisi, çocuğun doğal inatçılığını kırmaktır. Çocuğun daha fazlasını öğrenmesini isteyen öğretmenler, çocuğun zekasını işlemeye adanırsa, yeteri kadarını yapmamıştır. En önemli görevini unutmuştur: Yani çocuğun iradesini kırmayı.”

August Herman Francke

17. yüzyılda Prusya’da zorunlu eğitimin politik bir araç olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, çocuklara uygulanan tahakkümün boyutu genişleyerek derinleşmiştir. Kısa zaman içerisinde Kıta Avrupası’nda ve Amerika’da da karşılık bulan zorunlu eğitim hem gelişmekte olan kapitalizm, hem de milliyetçilik öğretisinden güç alan ulus devletler için tam anlamıyla bir propaganda aracına dönüşmüştür. Özellikle Amerika’da sanayinin giderek güçlendiği 1906-1920 yılları arasında, Rockefeller ve Carnegie gibi kapitalistler zorunlu okullara Amerikan hükümetinden daha fazla yatırım yapmıştır. Talimatları okuyup basit aritmetik işlemlerini yapabilen işçilere duyulan ihtiyacı karşılamak için okul müfredatları okuma yazma ve matematik olarak planlanmıştır. Bugünkü zorunlu eğitim ve okul sisteminin kökenini ya da hangi ihtiyaçtan doğru ortaya çıktığını görmek “eğitim” konusunu yeniden düşünürken yerinde olacaktır.

Zorunlu eğitim yaklaşımını Prusya’da pratikleyen Francke’e göre çocuğun iradesini kırmak için sürekli gözlemlemek ve denetlemek gerekiyordu. Notlarında şöyle yazıyordu: “Gençler kendilerini düzene sokmayı bilmezler, kendi kendilerine bırakıldıklarında, doğaları gereği avareliğe ve günaha yatkındırlar. Bu yüzden Prusya Pietist Okulları’nda hiç bir çocuğun bir yetişkin gözetimi olmaksızın dışarı çıkmasına izin verilmez. Bir denetleyicinin varlığı onu günahtan uzak tutacak ve iradesini yavaş yavaş zayıflatacaktır.”

Bugün toplumda çocukların gözlenmesine dair “genel geçer doğru” kabul edilen bu anlayışların temelinde -tüm varoluş amacı otoritesinin bekası için çocukların iradesini kırmak – olan bir rahibin ağzından çıkan cümleler olduğunu görmek- sadece eğitime değil ebeveynlik yaklaşımlarımıza ya da çocuklara bakış açımıza farklı bir noktadan yaklaşabilmek için oldukça önemli bir noktada duruyor.

Eğitilmek İstemeyenler Sahnede

1911 yılının 5 Eylül günü bir arkadaşlarının öğretmenden dayak yemesi üzerine “Bu kadar yeter!” diyen çocuklar okulu terk ettiler ve greve gittiler. Llanelly Mercury gazetesindeki 7 Eylül tarihli bir habere göre bu isyan, herkesi greve çağıran bir notun yazılı olduğu kağıdı sınıfta dolaştıran bir çocuğun öğretmenden dayak yemesi üzerine, herkesin sınıfı terk etmesiyle başlamıştı. Bigyn okulundan çıkan çocuklar bağırarak ve şarkılar söyleyerek Llanelli sokaklarını doldurdular ve isyanın ateşi hepsini sardı...

Ders: İsyan Konu: Grev-1911 İngiltere’de Çocuk İsyanları

Elbette baskı ve tahakkümün olduğu her yerde ve her dönemde olduğu gibi bu noktada da -ezilenler- kendi direniş yöntemlerini geliştirdiler. Zorunlu eğitime ve çocukların tahakküm altına alınmasına karşı farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda birçok karşı çıkış oldu.

1805 yılında Pestalozzi İsviçre’de bir enstitü açtı, korku temelli yaklaşımı reddetti; çocuğa saygıyı yaklaşımının temeline oturttu. Yoksul halkın, köydeki çocukların kendilerini geliştirmelerine fırsat yaratmaya çalışmıştı. 1860’larda Rusya’da ise Leo Tolstoy, yaşadığı evi- Yasnaya Polyana’yı çocuklara açtı, çevre köylerden gelen çocuklarla, onların ihtiyacı ve talebi doğrultusunda dersler yaptı, masallar okudu, oyunlar oynadı. Tolstoy anılarında, Yasnaya Polyana’daki deneyiminde çocukların kendilerine hiçbir şey öğretilmesine ihtiyaç duymadıklarını fark ettiğini söylemişti.

1898’de Elisabeth ve Alexis Ferm NewYork’ta Amerika’daki ilk özgür okulu “Çocukların Oyunevi”ni açtılar. Çocukların kendi istediklerini şeyleri yaptıkları, ve talep ettikleri kadarını aldıkları, kurallar olmayan bu okul, özgürlükçü hareketler açısından da önemli bir noktadaydı. Politik baskının artmasıyla Alexis ve Elisabeth okulu Stelton’a taşıdılar. Okuldaki çocuklar ve aileleri de Stelton’a taşındılar ve böylece ilk kez çocukların ihtiyaçları çevresinde bir araya gelen bir topluluk olarak bir özgür okul modeli deneyimlediler. Bu deneyim bugün hala özgünlüğünü korumaktadır ve araştırmaya değer bir noktadadır.

1901’de Fransisco Ferrer ilk modern okulu kurdu ve kendisinden sonra yüzlercesine ilham verdi. 1909 yılında İspanya devleti tarafından düzmece bir yargılamanın ardından öldürülmesine karar verildiğinde son sözleri; “Modern Okul Çok Yaşa” olmuştu.

Farklı bir örnekte, 1911 sonbaharında hem okullarda hem fabrikalarda sömürülen, baskı altına alınan çocuklar sokaklara döküldüler, okulları taşladılar. Daha az ödev, daha çok tatil talep eden pankartlar ve sloganlarla bütün çocukları isyana katılmaya çağırdılar. Özellikle işçi hareketinin çok yoğun olduğu bölgelerde çocuklar okula karşı – hayatın kendilerine öğrettikleri ile direnişe geçtiler. ( 1911 Hull Çocuk İsyanları).

Kayda alınmamış, burada yer veremediğimiz tarihteki bir çok örnek, günümüzde benzer kaygılarla açılan merkezleri ilham vermiştir. Summerhill, Agile Öğrenme Merkezleri, Sudbury okulları gibi “eğitim”den ziyade çocukların kendilerini gerçekleştirmesinin ve içinde yaşadığı topluma dair sorunları tespit edip çözümler üretebilecek bireylerin, ketlenmeden, törpülenmeden, daha da yeşerip filizlenerek büyüyecekleri alanlar olarak varolma kaygısını da taşımaktadır.

Peki Çocuklar Ne İster?

“Çocukluk, mantığın karanlık saati gelmeden önce sesler, kokular ve görüntülerle ölçülür”

John Betjeman

Bu kez 1,8 milyon yıl öncesine değil kendi çocukluğumuza dönüp bakalım:

Yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmaya zorlandığımızda aşağılanmış, değersiz hissetmiyor muyduk?

Bizi ne istediğimiz sorulmadan, yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmamız beklendiğinde, bundan sıyrılmak için her yolu denemiyor muyduk?

Bizi aşağılayan küçük düşüren kişilerden, intikam almak için türlü yaratıcı yollar bulmuyor muyduk?

Risk aldıkça korkularımızı aşmıyor muyduk?

Oyunun kurallarını, oyuna her yeni katılan oyuncuya ya da kafamıza göre yeniden koymuyor muyduk?

Sınırları nereye kadar zorlayabileceğimizi merak etmiyor muyduk?

Kendimizi tehlikeli bir durumda bulduğumuzda, hemen güvenli bir noktaya çekilmenin bir yolunu aramıyor muyduk?

Sadece oynuyor olmaktan keyif aldığımız için oynamıyor muyduk?

Hep büyümeyi, bizden birkaç yaş büyük o karizmatik çocuk gibi olmayı istemiyor muyduk?

Gerçek anlamda saygı görmeye ve özgürlüğe ihtiyaç duymuyor muyduk?

Peki ya şimdi çocukluğumuzun “yetişkinler” tarafında nasıl harcandığını görüyorken, biraz daha empatiye ve biraz daha çocuk olmaya ihtiyacımız olduğunu hissetmiyor muyuz?

Dostane ilişkilerin arasında gönüllü birlikteliklerle yaşayacağımız anları hayal etmiyor muyuz?

Belki de bu yüzden artık mantığın karanlık saati gelmeden önce, seslerin kokuların ve görüntülerin peşinden koşanları izleyerek keyif almanın ve yalnızca onlarla oyun oynarken ciddi olmanın zamanı gelmiştir.

Belki çocuklara bir şeyler öğretmeye çalışmak yerine; biraz geri çekilip onlara saygı göstererek, onlara özgürlüklerini vererek kendi başlarına neler yapabileceklerini görmenin zamanı şimdidir.

Özlem Arkun

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

Röportaj: Brooklyn Apple Academy’den Mesajımız Var

Özyönelimli bir öğrenme merkezi olan Brooklyn Apple Academy’de görev alan yürütücülerden biri olan Alexander Khost’un, Mayıs 2019’da İstanbul’da, Uluslararası Alternatif Eğitim Sempozyumuna katıldıktan sonra, Brooklyn Apple Academy’den çocuklarla gerçekleştirdiği röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Alex: Öncelikle şunu söyleyeyim, Türkiye’de buraya benzer bir yer yok ve oradaki insanlar burada bir günün nasıl geçtiğini merak ediyorlar, neler yapıyorsunuz, nasıl karar alıyorsunuz, sıradan bir gün neye benziyor? İstersen adını, yaşını söyleyerek başlayabilirsin. Ve sonra da Brooklyn Apple Academy’de neler yapıyorsun, belki bundan biraz bahsedebilirsin?

BZ: Merhaba Ben BZ, 10 yaşındayım. Herkesin bu soruya benzer cevapları olacağını ama aynı zamanda da farklı cevapları olacağını düşünüyorum. Burada arkadaşlarla oyun oynuyoruz ve aslında bir biçimde insanlarla nasıl başa çıkacağımızı öğreniyoruz ama sanırım burada farklı şeyler yapan insanların farklı yanıtları olacaktır.

-İnsanlarla başa çıkma kısmını biraz açabilir misin, nasıl yapıyorsun, neleri kapsıyor?

Yani farklı geçmişlerden, farklı inançlardan ya da sadece farklı karakterlerden insanların buradaki herkesle çok yakın arkadaş olmak zorunda olmadığını, sadece insanlarla iletişime geçmeyi ve bir çatışma ortamı yaratmamayı öğrenmesi ve bunun gibi şeyler.

-Bunun hayatta önemli bir beceri olduğunu düşünüyor musun?

Evet.

-Peki geleneksel okulların bunu öğrettiğini düşünüyor musun?

Hayır, pek sayılmaz. Bence geleneksel okullar, eğer daha fazla yapılandırılmış bir yer istiyorsanız ve bağlı kalmanız gereken -oldukça ağır- bir ders programına sahip olmaktan hoşlanıyorsanız, iyi. Ama bu gerçekten nasıl biri olduğunuza bağlı, daha özgür olmaktan hoşlanıyorsanız evokulluluk, “otur, şimdi bunu yapıyoruz” gibi şeylerden hoşlanıyorsanız, geleneksel okullar.

Isa: Adım Isa. I-S-A şeklinde yazılıyor, E-S-A şeklinde değil. Birçok insan bunu yanlış heceliyor. Hatta bir arkadaşım var, bana mesaj attığında hep yanlış yazıyor, bu gerçekten can sıkıcı ama ona söylemek istemiyorum. 12 yaşındayım ama iki hafta içinde 13 olacağım, yani aslında 13 sayılır. Ben burada D&D (Dungeons & Dragons) oynatıyorum. Yani bir hikaye anlatıyorum ve bundan hoşlanan diğer insanlar hikayeme dahil oluyor ama genellikle olmuyorlar. Bir de Salı günleri iki arkadaşımla film çekiyoruz, bu gerçekten çok eğlenceli. Neredeyse bitirdik ama düzenlemek için yeterince vaktimiz olmayacak, muhtemelen evde bitireceğim.

-Filmin konusu nedir?

Ben Açlık Oyunları’nı okudum ve bir distopya yazmak istedim ama arkadaşım fantastik bir hikaye olsun istedi ve hikayeye öyle karar verdik.

Oliver: Ben Oliver, 10 yaşındayım. Burada günlerimiz çok çılgın geçiyor.

-Çılgın derken, biraz açar mısın?

Yani çılgın işte. Burada insanlar bir sürü şey yapıyor; masa oyunları ve video oyunlar oynuyor, parka gidiyor.

-Sence insanlar burada nasıl öğreniyorlar?

Burası “otur ve bir daha asla hatırlamayacağın 15 bölümlük testi çöz” gibi değil, daha fazlası. “Hey, bunu mu yapmak istiyorsun, evet bunu yapacağım.” Sonra onu yaparsın ve bir şeyler öğrenirsin.

-Sen burada öğrendiğin bir şeyle ilgili bir örnek verebilir misin?

Okumayı Minecraft oynayarak öğrendim.

-Peki insanlarla geçinmek konusunda bir şeyler öğrendiğini düşünüyor musun?

Evet elbette, ama Koca Billy hariç. O dün benim öğle yemeğimi çaldı.

-(Okuyucuya not) Ona inanmayın yalan söylüyor, burada Koca Billie diye biri yok.

Shaylem: Adım Shaylem. 11 yaşındayım. Brooklyn Apple için bir youtube kanalı yürütüyorum. Gazete kulübündeyim ve ayrıca şaka kulübünün kurucularındanım.

-Neden şaka kulübü?

Çünkü iyi şaka yapmanın birine bir şeyi daha güzel anlatmanın bir yolu olabileceğini düşünüyorum. Gazete Kulübü’nün editörüne bir şaka yaptık, çünkü gerçekten patronluk taslıyordu. Ben de ona küçük bir ders verebileceğimi düşündüm. Karşı tarafa mesaj vermenin eğlenceli bir yolu.

Türkiye’de evokulluluk yasal değil, ve bu röportajı okuyacak insanlar için bunun başka yollarına dair ya da sistemi nasıl değiştirebileceklerine ya da genel olarak neler yapılabileceğine dair bir tavsiyen var mı?

BZ: Benim Toronto’da olan şu anki okulum gibi olabilir, yapılandırılmış dersler var ama hala oyun oynayabiliyoruz. Brooklyn Apple Academy kadar özgür değil ama demokratik bir okul. Sınıflarımız var ama “sırana otur” falan gibi değil. Masalarımız var, öğretmen bir şeyler anlatırken minderlere oturmayı seviyoruz, arkadaşlarımızla birlikte oturabiliyoruz.

Bence çok stresli, katı ortamlar aslında çocukları travmatize ediyor. Yeteri kadar vakit var ve bence bazen “ben bunu yapacağım” demek ya da oyun oynamak ve bir şeylere bir süreliğine mola vermek çok yararlı.

Javier: İsyan. Ya da isyan değil de daha çok protestolar. Protestolar gerçekten çok eğlenceli.

-Sen hiç protestoya katıldın mı?

Evet, iklim değişikliği eylemine katıldım. Bir arkadaşımın ebeveynleri gözaltına alındı, bir de Noah tutuklandı.

-Noah kim?

Burayı kuran kişi, Apple Academy’i.

-Sence bu iyi bir şey miydi, kötü mü?

Bence çok havalı bir şey.

Oliver: Zor bir soru… Şu işe yarayabilir. Kendilerini sürekli okuldan attırsınlar, böylece ebeveynleri yeni bir okul ararken özgür olabilirler.

Shaylem: Okul sonrası için bir kulüp kurmayı deneyebilirler. Okuldan sonra böyle bir yerde vakit geçirebilirler. Oradaki okul sistemini bilmiyorum, yani neyi değiştireceklerini bilemiyorum.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

BZ: Arkadaşlar oradan bana biraz lokum yollayın lütfen, çok seviyorum, bayılıyorum. Yakın zamanda Türkiye’ye gidebilecek gibi görünmüyorum, yani bu yüzden lokum yollayın. Teşekkürler.

Shaylem: Burası süper bir yer!

Brooklyn Apple Academy’de özyönelimli eğitim nasıl uygulanır görmek isterseniz, buyrunuz:

Röportaj- Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek”

Alternatif eğitim modelleri hakkında gerçekleştirdiğimiz araştırmalar, tartışmalar, yazılar ve röportajlara devam ediyoruz. Gazetemizin 47. sayısında öz yönelimli öğrenme hakkında röportaj yaptığımız Alexander Khost ile bu kez, Kadıköy’de gerçekleştirilen, alternatif eğitim üzerine farklı yaklaşımlardan pratiklerin aktarıldığı ve kendisinin de katıldığı sempozyum ve 26A Atölye’de yaptığı etkinlik üzerinden bir sohbet gerçekleştirdik.

Merhaba Alex, bazı okuyucularımızın bildiği gibi birkaç hafta önce bir sempozyum için Türkiye’deydin ve 26A Atölye’de öz yönelimli eğitim üzerine bir etkinlik gerçekleştirdin… Öncelikle çocuk hakları konusundaki perspektifini ve dünyanın birçok yerinde edindiğin deneyimleri öğrenmek bizim için çok ilham vericiydi. Buradaki deneyimin nasıldı ve Türkiye’deki durum hakkında izlenimlerin neler?

Her şeyden önce, Kolektif 26A’da tanıştığım harika insanlar beni o kadar nezaket ve içtenlikle karşıladı ki ne kadar teşekkür etsem azdır. Hepinize çok teşekkür ederim. Bana derinden ilham verdiniz. Alternatif Eğitim Sempozyumu da güzel bir buluşmaydı ama sempozyumun asıl ilgi alanı daha çok yukarıdan aşağı, yetişkin güdümlü eğitim modelleri gibi gözüküyordu ki bence bunlar hala çocuk haklarını ihlal ediyor.

Türkiye’de çocuk hakları mücadelesinin bir çok açıdan ABD’de olduğundan çok daha zorlu olduğunu görüyorum. ABD eğitim kanunları o kadar katı değil ve bu yüzden istersek Öz Yönelimli Eğitim yapıp “cezasız” kurtulabiliyoruz. Ancak baskıyla birlikte daha fazla tutku geliyor. Ve Türkiye’de çocuk haklarıyla ilgilenen insanların gerekli değişiklikleri yapmak için çok daha motive ve kararlı olduklarına şahit oldum. ABD, çoğu zaman topluma sahte “seçenek” sunarak, kapitalizmi gerçekten protesto etmemizin önünü tıkıyor.

Sonuçta çocuk haklarına inananlar her iki ülkede aynı mücadeleyi yürütüyor; çocuklar duygusal ve hatta bazen fiziksel şiddetle eziliyor. İnsanların büyük çoğunluğu bu durumun zalimliğini ve çocukluktaki ezilmenin topluma getirdiği korkunç etkileri anlamıyor gözüküyorlar.

Bir hayvan yaşamının erken döneminde travma yaşadığı zaman o hayvanın yetişkin olduğunda nasıl zorluklar çektiğini açıkça kabul ediyoruz. Fakat aynısının insanlar için geçerli olduğunu reddediyoruz. Devletin zorunlu müfredatını dayatmak travmadır, çocukları sıralara oturtup onlardan itaat istemek şiddettir. Bunu çocuklara yıllarca ve yıllarca ve yıllarca yapıyoruz ve onların kendi iyiliği için olduğunu söylüyoruz. Bu onların kendi iyiliği için değil, devletin çıkarı için. Bu durum en iyi ihtimalle şevki kırılmış yetişkinler yaratıyor, en kötüsü depresyon, endişe ve hatta intihar. Bu Türkiye’de, ABD’de ve dünyanın neredeyse her yerinde oluyor. Bunun durması gerek.

Kesinlikle. Sen kendini tanıtırken, genç hakları savunucusu olarak tanıtıyorsun. 26A’daki etkinliğe başlarken kurduğun bir cümle dikkatimi çekmişti: “Toplumun hiçbir kesimi, tarihin hiç bir döneminde çocuklardan daha çok ezilmiyor.” demiştin. Bu çok çarpıcı bir ifade. Bunu biraz açabilir misin – çocuk hakları konusunda ne sorunlar var?

İnsan haklarının tarihine bakarsak zulüm ve ayrımcılık, tarım ve zenginliğin bulunmasıyla başlıyor. Zamanın bu noktasında birçok insan grubu zenginlerin daha zengin olması için zorla idare ediliyordu. Bu sistem devam etti ve endüstri çağında genişledi ve tabii bugün halihazırda her yere yayılmış durumda. Açıkçası zulüm zulümdür; tahakkümün altında acı çeken her birey, bu işkenceci sistemin kurbanıdır ve bireylerin ya da grupların acılarını karşılaştırmaya gerek yok. Böyle demekle birlikte bu süreç boyunca çocuklar hemen her zaman haklarından mahrum bırakıldılar ve bu gün bile insandan aşağı görülüyorlar. Bana inanmıyorsanız herhangi bir kıtada herhangi bir çocuğun tuvalete gitmek için izin istemek zorunda olması, kendi varlıklarını biriktirmesine izin verilmemesi ya da onu etkileyen konularda karar verememesi gibi durumlara bakabilirsiniz. Ve tabii ki çocukluk herkesin yaşamının bir parçası olduğu için bugüne kadar sürmüş olan en kapsayıcı ve en uzun tahakküm biçimi.

Çocuklara ne yapacaklarını söylemeye başladığımızda onlara disiplini ve otoriteye itaat etmeyi öğrettiğimizi kabul etmeye başlamalıyız. Çocukların kendileri için önemli olan şeyler konusunda her gün kendi kararlarını verebilmeleri gerektiğini kabul etmeye başlamalıyız. Bunun anlamı ebeveynlerin, çocukların suda ve çamurda oynamak istediklerinde kirlenmelerine izin vermesidir. Bunun anlamı kendi yatma zamanlarını belirlemelerine izin vermek ve oyuncaklarını kimlerle paylaşmak istediklerini seçebilmeleri ya da mülkiyetlerini (mülkiyetimiz olacaksa tabi, ama bu başka bir gün yapılacak başka bir tartışma!). Bunun anlamı çocukların bir okul dersine gidip gitmemeyi seçmesine izin vermektir.

Aslında çocuk haklarının “eğitim”den çok daha fazlası olduğu açık. Çocukların katılımı sorunu hiç tartışılmıyor. Bu konuda ne yapabiliriz?

Eğitim çocukların yaşamının sadece bir parçası ve bu yüzden onların hak mücadelelerinin sadece bir parçası. Yaşamlarının büyük bir parçası oluyor çünkü toplum her gün çocukları okullara kapatıyor (“eğitiyor” yerine “okullara kapatıyor” demek istiyorum). Ve tabii çocukların özgürlüklerini kazanmalarına yardım etmenin önemli bir parçası. Ama başlayabileceğimiz tek yol bu değil. İlla eğitim reformuyla başlamak zorunda değiliz, ama bir noktada kesinlikle ele alınması gerekiyor.

Türkiye’deki eğitim kanunlarından anladığım kadarıyla buradan işe başlamak iyi bir seçim değil çünkü sistemi değiştirmek için gereken kavga şu an için çok büyük. Bunun yerine, çok daha az denetleme ve çok daha fazla etki alanı olan, çocukların okul dışı zamanlarıyla başlamayı öneriyorum. Kısaca açıklayayım:

Kendi çocuklarım tüm yaşamları boyunca Öz Yönelimli Eğitim ortamında bulundular. O zaman boyunca birçok insanın çocuklarıma ve bir ebeveyn olarak bana çok eleştirel baktıklarını gözlemledim. Sonra öz yönelimle aynı yöntemleri kullanan bir yaz kampı açtım ve aynı eleştirel ebeveynlerin çocuklarını benim programıma yazdırdığını görünce şaşırdım. Neden böyle olduğunu merak ettim ve hemen anladım ki ebeveynler (ve genel olarak toplum) öz yönelimli eğitimin çocuğun gelişimi için sağlıklı olduğunu ancak okul zamanı değil oyun zamanı olarak algıladığında kabul etmeye razı oluyor.

Bu yüzden yıllarca kendimi özgür oyun düşüncesi etrafında oluşan bir oyun alanı açmaya verdim. Bu oyun alanın adı “Bahçe” ve kurucu ortağı olduğum play:groundNYC (https://play-ground.nyc/) projesi tarafından işletiliyor. Geleneksel olarak okullanan binlerce çocuk her yıl bu oyun alanına akın ediyor ve daha önce fırsatını bulamadıkları öz yönelimi deneyimliyor.

Bu “hurda” ya da “macera” oyun alanlarının uzun bir geçmişi var (2. Dünya Savaşı sırasında başladılar) ve bazen “riskli oyun” denilen şeyin içinde çocuklara kendi kararlarını verebilecekleri zamanı ve mekanı sunuyor. Özetle bir araziyi çitliyorsunuz, her şeye karışan yetişkinleri uzak tutuyor ama çocukların haklarına saygı duyan “oyunişçileri”nden oluşan bir kadroyu hazır tutuyorsunuz, sonra da çocuklara oynayabilecekleri malzemeler veriyorsunuz. Hurda kullanılmasının nedeni, tanım gereği yetişkinler için hiçbir değerleri yok ve bu yüzden çocuklar hemen bu malzemeleri sahiplenebiliyor. Onlar kırabilir, yakabilir, boyayabilir, yağmurda 1 hafta bırakabilirler. Bunların hepsi bir yetişkinden izin isteme ihtiyacı duymadan yapılıyor.

Hurda oyun alanlarının arkasındaki ana kural (ve bütün ebeveynlere ve genç insanlarla çalışan yetişkinlere önerdiğim alıştırma) çocukların risk almalarını istiyoruz ve kazaları önlemek istiyoruz. İkisi de tehlikeli. Ama kazalar, çiviye basmak ya da sıcak sobaya dokunmak gibi çocuğun farkında olmadığı tehlikeler önlenmeli. Bir ağacın dalına tırmanmak ya da arkadaşıyla kılıç dövüşü yapmak gibi riskler kendi ilgilerini geliştirmek için bilinçli olarak aldıkları tehlikeler. Çocukların sağlıklı büyümesi için almak istedikleri bütün riskleri almalarına izin vermeliyiz.

Hurda oyun alanlarında çalıştıktan sonra farklı bir şeye geçtim, onlara Uçan Kadro diyorum. Temelde hurda oyun alanı ile aynı fikir ama bunda çitlenmiş bir arazi yok. Halk kütüphanesinde genç insanlarla buluşuyorum ve beraber nasıl zaman geçireceğimize karar veriyoruz. Tasarlanırken genç insanlara hiç önem verilmeyen ve dayatılan kanunlarında onları yok sayan bir şehirde kendimize bir mekan oluşturmaya çalışıyoruz. Ve her gün genelde “şaka” olarak tanımlanan şeyleri yaparak genç insanların sivil itaatsizliklerini çalışıyoruz.

İnanıyorum ki Türkiye’deki çocuk hakları hareketine yardım etmek istiyorsanız, başlamak için en iyi yer bu hurda oyun alanları ve benzeri kavramlar (basitçe çocuklarınızın evde özgürce oyun zamanı olmasına izin vermek dahil!). Ebeveynler, eğitimciler ve kanun yapıcılar böyle ortamların faydalarını görüp böyle bir atmosferde çocuklara güvenebileceklerini anladıkları zaman, yavaş yavaş bu kavramlar benimsenecek. O zaman bir güvenli ebeveynlik hareketi başlayabilir ve eğitim reformu kaçınılmaz olur. Bu yüzden hepinize İstanbul’da bir hurda oyun alanı açmak için uğraşmayı öneriyorum…

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

Etkinlikte kullanılan slaytı bağlantıya tıklayarak görüntüleyebilirsiniz.

Alternatif Eğitime Bir Alternatif

Bu metin 25 Mayıs 2019 tarihinde Barış Manço Kültür Merkezinde yer alan, Uluslararası Alternatif Eğitim Sempozyumunun açılış panelinde; Play:ground NYC kurucularından, çocuk hakları savunucusu Alexander Khost’un yaptığı konuşmadan türkçeye çevrilmiştir.

Günaydın, benim türkçem iyi değil, yabancıyım.*

Bundan sonrasını İngilizce anlatacağım. Bir sene boyunca Ankara’da öğretmenlik yapmıştım, o yüzden birazcık Türkçe konuşabiliyorum. Adım Alexander Khost. New York Şehrinde yaşıyorum ve Brooklyn Apple Academy adında bir öğrenme merkezinde çalışıyorum. Size alternatif eğitime alternatif bir yöntemden bahsetmek için buradayım. Özyönelimli eğitim dediğimiz bu yöntem, okullarda, merkezlerde ya da evlerde “okulsuzluk” şeklinde uygulanabilir. Fakat bunlardan bahsetmeye başlamadan önce bir anlığına durmak ve insan olmanın tarihini düşünmek istiyorum.


1.8 milyon yıl boyunca insanlar eşitlikçi toplumlarda avcı toplayıcı olarak yaşadılar. Araştırmalar gösteriyor ki tüm kıtalarda, farklı coğrafyalardaki avcı toplayıcı topluluklar çocuklarını benzer şekilde yetiştiriyorlardı. Ortalama 4-5 yaşlarında çocuklar kendilerine bakan kişiden ayrılarak gidip oyun oynuyorlardı. Ve onlar, yetişkinlerin kullandığı tüm araçlara erişebiliyorlardı, mesela ateş, oklar, bıçaklar… ne isterlerse. Ve orada onları denetleyen hiç bir yetişkin yoktu, yani özyönelimliydiler. Bu şekilde 16-18 yaşlarına kadar oynuyorlardı. Yetişkinlerin arasına katılıp, avlanacakları, toplayacakları ya da topluluğun bir üyesi olarak ne istiyorlarsa onu yapacakları zamana kendileri karar veriyorlardı. On bin yıl kadar önce tarımı keşfettik, ve toprakları çitlemeye başladık. Böylece topraklara sahipleri ve toprak sahipleri için çalışanlar ortaya çıktı. Bu dönemde baskı ortaya çıktı, bazı insanlar belli türdeki işleri yapmaya ve öğrenmeye zorlanıyordu. Netleştirecek olursak, insanlık tarihinin yüzde doksan dokuzu avcı toplayıcı olarak yaşadık; insanlık tarihinin yüzde birinden daha az bir süredir ise benim ve sizin alışkın olduğumuz bu yaşam tarzını sürdürüyoruz.
200 yıl kadar önce Prusyalılar zorunlu eğitimi ve sertifikalı öğretmenliği ortaya çıkardılar. Bundan 150 ila 100 yıl öncesinde bir zaman aralığında, bu tarz bir sistem dünyaya yayıldı. Bu bir çoğumuza tanıdık gelen hatta içinde büyüdüğümüz kamusal eğitim sistemi.Eğer gelenekten ve geleneksel eğitimden bahsedecek olursak avcı toplayıcıları düşünmenizi isterim, çünkü gelenek uzun bir süreden bu yana yapılagelen şeyleri tarif etmek için kullanılır. Günümüzde popüler olan Prusyaların icat ettiği sistem için ise konvansiyonel eğitimi kullanacağım. Böyle bir giriş yapmak istedim çünkü birazdan size bahsedeceğim şey birçok insan için oldukça sıradışı ama aslında çocukların yüzyıllarca nasıl yetiştirildiğini düşündüğümüzde çok daha geleneksel.


Özyönelimli eğitim, çocukların kendileri için en iyi olan şeyin ne olduğunu bildiğine inanmaktır. Bu aslında bir çocuk hakları hareketidir, çocukların baskı altına alınmasına karşıdır. Benim ve özyönelimli eğitimi savunanların düşüncelerine göre bir yetişkinin bir çocuğu bir sırada oturmaya zorlayarak, bir yetişkinin önemli olduğunu düşündüğü şeyleri öğrenmeye zorlamak baskıcıdır. Hatta bunun şiddet olduğunu söyleyebiliriz. Ve eğer durum böyleyse, bir çocuğu bu baskıdan azade nasıl yetiştirebilirsiniz?
Ben Özyönelimli Eğitim Birliği** adında bir örgütte çalışıyorum. Özyönelimli eğitimde kullanılan altı basit süreç var, kısaca bunların üzerinden geçeceğim:

-Eğitimin çocukların sorumluluğu olduğuna dair sosyal beklenti

-Oynamak keşfetmek, kendi isteklerini hayata geçirmek için kısıtlanmamış zaman

-Kültürün araçlarıyla oynama olanağı

-Yargılamayan sadece yardım eden, farklı yetişkinlere erişme olanağı

-Benim en önemli olduğunu düşündüğüm, çocuklar ve ergenler arasında karma yaş grubu.

-Sonuncusu ise istikrarlı, saygılı ve destekleyici bir sosyal çevre.


Şimdi sizden iş çıkış saatinde kalabalık bir metro istasyonunu hayal etmenizi istiyorum. Eğer buradaki insanları gözlemleyen bir yabancı olsaydınız, bu size bir kaos gibi görünürdü. Oradan oraya koşturan insanlar, bir sürü farklı şey yapıyorlar, bir sürü ses, gürültü… Ama yine de bu tren istasyonu bir bakıma bir mucizedir. Oradaki her bir insanın kafasında bir varış noktası vardır. Ve oradaki herkes işbirliği içinde çalışır, ve böylece herkes nereye gitmek isterse oraya gidebilir. Eğer özyönelimli bir grup çocuğu birlikte oynarken ya da çalışırken görürseniz, bu tren istasyonunda gördüğünüz manzaraya çok benzerdir. Çoğunlukla çok dağınık yerlerdir, benim çocuklarımın da gittiği özyönelimli öğrenme merkezinde, içeriye ilk girdiğinizde çoğu zaman yerlerde bir sürü kirli çorap vardır. Ortalıkta bağıran, farklı oyuncaklarla koşturup duran çocuklar vardır. Ve insanlar böyle bir merkeze ilk defa girdiklerinde genelde yüzlerinde böyle dehşete düşmüş bir ifade olur. Bu yüzden bu insanlara bir an durup düşünmeleri için genellikle bu tren istasyonu benzetmesini yaparım. Ve tıpkı tren istasyonundaki bir yolcu gibi, eğer oradaki bir çocuğu uzun bir süre takip ederseniz, fark edersiniz ki bu çocuklar öğreniyor, diğerleriyle işbirliği yapıyor ve ne yönde gitmek isterse o yönde gitmekte özgürler. Ve yine tekrarlayacak olursak bu 1.8 milyon yıl boyunca avcı toplayıcıların yaptığına çok benzerdir. Bu yöntemin neye benzediğini kafanızda canlandırmanız açısından bir örnek faydalı olacaktır.


Bu hafta bu sunumu hazırlarken, (Fotoğraftan bir çocuğu göstererek) bu çocuğun adı Shaylem, benden bir şey yapmamı istedi. 5 ay önce bir pazartesi günü canı sıkılmıştı. Ben de ona yapabileceği bir şeyler önermiştim. Yanlış anlaşılmaya yer vermemek için söylüyorum, ben Shaylem’ı üç yıldır tanıyorum ve ilgi alanlarını epey biliyorum. Ve ona bir sanat tarihi dersi önerdim. Bu benim konvansiyonel bir öğretmen olarak çalıştığım yıllarda verdiğim bir dersti. O bu fikri sevdi ve birlikte böyle bir sınıf açmaya karar verdik. Ve böylece çalıştığım merkezdeki çocuklara sanat tarihi dersine katılmakla ilgilenen kimse var mı diye sormaya başladık. Beş kadar çocuk katılmak istedi. Biri 5 yaşında, ikisi yedi yaşında ve biri 11 biri de 12 yaşında. Her pazartesi kütüphane buluştuk. Mağara resimleriyle başlayan bir sanat tarihi dersine başladık, yola devam ettik ve bu pazartesi soyut ekspresyonizme kadar geldik. Ben ressam Jackson Pollock’tan bahsettim. Ve onun boyaları sıçratarak resim yaptığı videoları izlemeye başladık ve çocuklar bundan çok heyecanlandı. Çalıştığım merkezin hemen yanında bir boya dükkanı olduğunu hatırladım, onlar bazen bize bedava boya kovaları veriyorlardı. Çocuklara bir gidip bize boya verip veremeyeceklerini sormayı önerdim. Çok büyük bir kumaş parçası bulduk. Ve New York şehrindeki bir çatıya çıktık, boya kovalarını açtımnve ortaya bu (resmi göstererek) çıktı. Pazartesi günü bunu yarattılar. Merkezde bulunan ama sanat tarihi dersini almayan bir sürü çocuk kafasını pencereden çıkarıp “hey biz de boyayabilir miyiz” diye sordular. Ve böylece hepsi bize yardım etmeye başladılar. Kısa bir süre içinde çatıda bir sürü çocukla birlikteydim. İçeri girmek istediklerinde ayakkabılarının altında boyalar vardı ve bende ayaklarının altına kartonlar bantladım ve eğlenmelerine izin verdim. Ve orada durup çocuklar birbirleriyle konuşurken dinledim. Sanat tarihi dersi alanlar almayanlara bazı açıklamalar yapıyorlardı. “Bu Jackson Pollock tarzı bir soyut ekspresyonizm çalışması” diyorlardı. Size garanti ederim bu çocukların yarısı ne Jackson Pollock ismini ne de soyut ekspresyonizmin ne olduğunu hatırlamayacaklar. Ama bir dahaki sefere müzeye gittiklerinde, bir soyut ekspresyonizm örneği gördüklerinde bunu çok güzel anlayacaklar. Bitirecek olursak, bu sadece bir örnek, bu eğitim yönteminde çok çok farklı yöntemler var. Benim çocuklarım doğduklarından bu yana bu yöntemle büyüdüler. Evet okumayı yazmayı ve temel matematiği biliyorlar. Nasıl öğrendiler hiç bir fikrim yok! Çok teşekkürler.


*Bu kısım dışındakiler ingilizceden çevrilmiştir 🙂

**Alliance for Self Directed Education

Video: Zeynep Kaya Özdemir

Bu Oyunu Nasıl Oynarız?

“Çocukların oyununu engelleyerek dünyayı değiştiremezsiniz, dünyayı değiştirmek için dünyayı değiştirmeniz gerekir.”

Peter Gray

“Oyun oyundur ve oyun ciddiye alınmaktan çok uzak bir yerdedir. Zaten oyun ciddi olduğunda oyun olmaz” diyorsanız haksız olduğunuzu söyleyemem ama bana soracak olursanız (sorduğunuzu varsayıyorum) oyun “ciddi” bir meseledir. Hatta biraz daha ileri gidersem oyun, hayati bir meseledir.

Tüm memeliler oyun oynar. Hayatta kalmak için gereken sosyal beceriler karmaşıklaştıkça oyunlar da karmaşıklaşır. Etçil memeliler boğuşma ve yakalama becerilerini geliştiren oyunlar oynarken, otçul memeliler koşma/kaçma temalı oyunlar oynarlar. İnsan yavruları da içinde bulundukları topluluğun faaliyetlerini ve kültürünü taklit eder, etraflarında olup biteni oynayarak keşfetmeye çalışır; böylece içinde bulundukları toplumun davranışlarını ve kültürünü anlamlandırmaya çalışır. Avcı toplayıcıların çocukları doğdukları andan itibaren etraflarında olup biten her faaliyeti oyunlarına uyarlar; avlanma, et kesme, işleme gibi gündelik faaliyetler çocukların gözleri önünde yapılır. Çocukların bu kesici aletlere hatta zehirli oklar gibi istisnalar dışında av silahlarına erişimi kısıtlanmaz. Çocuklar çevrelerini gözlemleyip taklit ederek bu faaliyetleri oyuna dönüştürürler. Barınak yapma, tırmanma, ritüeller… Her biri oyun olarak başlar, çocuklar büyüdükçe “ciddi” faaliyetlere dönüşür ama hala oyundur. Tam da bu nedenle gündelik faaliyetler ve kültür farklılaştıkça oyunlar da farklılaşır. Nasıl mı?

1911 yılının yazı, İngiltere’nin Hull şehrinde kıt kanaat geçinen tersane işçileri, dokumacılar ve madenciler greve gittiler. Diz boyu yoksulluk içinde yaşayan işçiler o yaz boyunca yüzlerce grev ve yürüyüş düzenledi. Ve bütün bir yaz boyunca anne ve babalarının sokaklarda slogan atarak yürüyüş yaptığını ve bu şekilde hakları olanı alabileceklerini gören çocuklar aynı yılın sonbaharında bir isyan başlattılar ve sokaklara döküldüler. Çocuklar pankartlar taşıyor, slogan atıyor ve taleplerini her yere tebeşirlerle yazıyorlardı. Çünkü talepleri vardı ve bu talepler karşılanmalıydı. Çalışma yaşında 14 yaş sınırı olsun, okul saatleri kısaltılsın, daha fazla tatil olsun, ev ödevi kaldırılsın, kayışla dövme yasaklansın, bedava kalem ve silgi verilsin… Talepler böyle uzayıp gidiyordu…

Ne var ki tablo her zaman böylesine olumlu olmuyor…

1940’lı yıllarda Auschwitz’de de birçok çocuk vardı. Bu çocuklar insanlığın o güne dek görmediği ve asla bir daha görmek istemeyeceği sahnelere tanıklık ettiler. Tüm olup bitenlere tanıklık ettiler ve bunların öznesi oldular. Her gün aç bırakıldılar, dayak yediler, “tıbbi” işkencelere maruz kaldılar… Her gün gözlerinin önünde başka insanlara, anne ve babalarına ya da başka çocuklara işkence edildiğine ya da çocukların öldürüldüğüne tanık oldular. Bu durumu anlamlandırabilmek kolay değildi.

Auschwitz’de oynanan oyunlar da hiçbir zamankine benzemiyordu. Oyunların bazılarını şöyle sıralayabiliriz; yeraltı sığınaklarını patlatmaca, ölülerin giysilerini çalmaca, katletmece, yahudiler ve gestapo cansız bedenlerini gıdıklama… Bu oyunlardan biri de klepsi-klepsi. Bu oyun şöyle: Ebe olan çocuğun gözleri bağlanır, çocuklardan biri ebeye tokat atar, ebenin gözündeki bağ çıkartılır ve ebe kendisini kimin tokatladığını bulmaya çalışır. Bugün okurken içimizde tarifsiz bir boşluk duygusu yaratan bu oyun, o dönemin Auschwitz’inde hayatta kalabilmek için kazanmanız gereken becerileri geliştirmeye yönelik bir oyundu, çünkü biraz ekmek çaldıysanız ya da birinin kaçış planını biliyorsanız bir kandırmaca uzmanı olmak zorundaydınız.

Oyunun, içinde bulunan (fiziksel ya da psikolojik) durumla başa çıkma yolları geliştirmenin bir aracı olduğuna da yeri gelmişken değinmek gerek. Örneğin Winnicott; anaokulunun bahçesinde oynarken, ölümlü bir trafik kazasına şahit olan çocukların bir sene boyunca “ölüm” olgusunu içeren oyunlar oynadıklarını belirtmişti.

Çağlar boyunca değişen kültürle oyunlar ve oyuncaklar da şekilden şekile girmiş durumda. Peki bugün geldiğimiz noktada çocukların içinde bulundukları kültürü anlamlandırmak için kullandıkları araçları nasıl tanımlamak gerekir? Örneğin “oyuncak” silahlar, tanklar ve arabalarla büyüyen bir erkek çocuğu ya da pembiş mutfak takımları ve süslü barbielerle büyüyen bir kız çocuğunu düşünelim.

Farkındalıkları “yüksek” insanlar olarak, bu çocukların ebeveynleri hakkında (bu kişi biz olsak bile) çok olumlu düşünceler besleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Elbette oyuncak dünyasında bile kız çocuklarının ikincil bir pozisyona, gerçek dışı bir beden algısına ve sonsuz bir tüketim kuyusuna itilmesi ya da erkek çocuklarının güç uygulama ve teslim alma ilişkisinin tam ortasına çekilmesi midemize kramplar girmesine neden oluyor olabilir. Yine her gün kulağımıza çalınan, belki de aklımızdan geçen belli cinsiyet kalıplarının “ben erkek çocuğuna alıyorum ama bunun mavisi yok muydu?” gibi ifadelerle yeniden üretilmesi tüylerimiz diken diken ediyor olabilir. Peki ne yapacağız? Bu oyuncakların olmadığı bir çocuk odası yaratarak bu “günah”tan sıyrılabilir miyiz?

Çocuklar kendi evlerinin içindeyken bile televizyon, videolar ve misafirler sayesinde onları korumaya çalıştığımız bu propagandaya maruz kalıyorlar. Evin dışına çıkar çıkmaz gördüklerini saymıyorum bile… Çocukları bu rollere sıkıştırarak, potansiyellerini kısıtlamak ve onları sakatlamak acımasızca ama çocuğun hayatından tüm bunları sansürleyemeyeceğimize ve aslında bu “sterilizasyonun” başka türlü bir soyutlanmayı da beraberinde getireceğini düşünerek ne yapacağız?

Ya da soruyu başka türlü soralım: Auschwitz’deki çocukların birbirlerine “şiddet uygulamalarına” engel olarak, var olan şiddetin ortadan kalmasını sağlayabilir miydik?

Çocukların oyununa engel olarak dünyayı değiştirebilir miyiz? En başa dönecek olursak bu oyunu nasıl oynarız?

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.

Röportaj: “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor””

Alternatif eğitim modelleri üzerine yaptığımız araştırmalar ve tartışmalar  derinleştirdikçe, yaşadığımız topraklarda çok bilinmeyen bir kavram olan “özyönelimli eğitim” kavramına rastladık. Peki nedir bu öz yönelimli eğitim? Esasen bu yönteme eğitim demek bile çok tartışmalı. Çünkü ne bir öğretmene ne bir müfredata ne sınavlara ne de  bir okula ihtiyaç duymayan bir yöntem bu. Tamamen çocuğun merakı ve tutkusuyla şekillenen, başarı ve başarısızlık üzerinden bir sıralamaya gitmeyen, tersine başarısızlığı öğrenmenin bir yolu olarak gören bir yöntem. Diğer alternatif yöntemlerden farklılaşan bir başka özelliği ise, bu yöntemin bir kurucusu olan bir pedagog ya da öğretmenin olmaması. Bu yöntem avcı toplayıcılardan bugüne dek değişmeyen bir yöntem. Daha açıkça söyleyecek olursak çocuğun “oyun”una müdahale etmediğimiz her koşulda öz-yönelimli yani kendi ilgi ve merakı doğrultusunda kendi kendine öğrenme mümkün.

Biz de bu kavram üzerine tartışmaları bu topraklara taşımak üzere; özellikle avcı-toplayıcı topluluklarda oyunun işlevi gibi araştırmalarından tanıdığımız, “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” kitabının yazarı psikolog Peter Gray ile iletişime geçtik. Kurucularından olduğu Öz-yönelimli Eğitim Birliği’den Patrick Farenga  ve Alexander Khost ile iletişime geçerek bir röportaj gerçekleştirdik. Khost ve Farenga ile yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Öncelikle öz-yönelimli eğitimin bu topraklarda çok bilinmediğini belirtmeliyim. Aslında bu yeni tartışılmaya başlanan bir konu. Öncelikle bize Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nden (ASDE) biraz bahseder misiniz? Bu birlik nasıl kuruldu ve nasıl işliyor? Siz bu birliğe nasıl katıldınız? Katılmak isteyenler nasıl katılabilir?

Alexander Khost: Öncelikle, sorularınızı cevaplamakla şahsen ilgilenmemin nedenlerinden biri, yaklaşık 20 yıl önce, gençlerle çalışma kariyerimin başlarındayken, bir öğretim yılı boyunca Ankara’da ikinci dil olarak İngilizce öğretmiş olmam. Okuldaki öğrenciler, ben oturmalarını söyleyene kadar, yere sabitlenmiş masalarında, okul üniformalarıyla hazırolda beklemek zorundalardı (bu yüzden ilk günden “otur!” demeyi öğrendim). Yılın sonuna kadar, A.S. Neill’in Summerhill kitabından sayfalar çoğaltıp bunu İngilizce öğretme metni olarak kullandım ve öğrencilerime “Öğrenmenin başka bir yolu olduğunu” fısıldadım. Bu hayatımın hiç unutamayacağım bir yılıydı ve eminim birlikte çalıştığım çocukların çoğu da asla unutamayacak!

Ben Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nin (ASDE) asli kurucularından biri değilim ve fikrin nasıl ortaya çıktığını tam olarak söyleyemem. (Belki Pat size daha net bir resim çizebilir). Ben, asli kuruculardan ikisi olan Peter Gray ve Tomis Parker’ı tanıyordum. İlk olarak ASDE’yi konuşma yaptığım bir konferansta duydum. Web sitesine yardım etmek için aralarına katıldım (yıllarca profesyonel olarak web geliştiricisi olarak çalışmıştım) ve kısa süre içinde ASDE’nin online dergisi olan Tipping Points’in işleyişini devraldım. Anlayışım ve kişisel inancıma göre, bir grup insan, dünyada benzer işleri yapan birçok insan olduğunun ve birlikten kuvvet doğduğunun farkına vardı. Böylece, ASDE, öz-yönelimli eğitimin uzun ve zengin tarihini (geleneksel zorunlu eğitimin yıllar öncesinden gelen bir tarihi!) belgeleyecek ve doğrulayacak bir yer olarak kuruldu. ASDE’ye üyelik ücretsizdir. Buradan kayıt olabilirsiniz: https://www.self-directed.org/membership/

Patrick Farenga: Öz-yönelimli eğitim bizim coğrafyamızda da popüler değil, ASDE gibi gruplar bu nedenle önem taşıyor. Peter Grey, Chicago’da konuştuğum bir konferansta okulsuzlukla ilgili araştırmalar yapıyordu; konuşmalarımdan birini duyduktan sonra kendini tanıttı ve Boston’a döndüğümüzde birlikte okulsuzluk ve ilgili diğer konuları tartışmaya karar verdik. Peter çemberimizi genişletmek istedi, bu yüzden eğitime bakış açımızı paylaşan diğer insanları, her 3 ayda bir, onun erişime sahip olduğu bir üniversite toplantı odasında tanışmaya davet ettik. O zaman kendimize Tipping Point projesi demiştik. Bu grup, Harvard Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferans ve bir web sitesiyle sonuçlanan Okullara Alternatifler projesine evrildi. Bu çabaların yanı sıra, Peter’ın Özgürce Öğrenme (Free to Learn) kitabının aynı zamanlarda aldığı aldığı müthiş tepki, geleneksel okullara alternatif arayan diğer birçok kişiye, onlara yardım etmek ve onlarla biraraya gelmekle ilgilenenler olduğunu gösterdi.


Öz-yönelimli Eğitim ve demokratik okullar bu coğrafyada çok bilinmiyor fakat Montessori, Waldorf, Reggio Emilia gibi yöntemleri benimseyen alternatif okullar ve orman anaokulları gibi örnekler giderek yaygınlaşıyor, özellikle de anaokulu düzeyinde. Elbette bu örneklerle öz-yönelimli okullar arasında birçok farklılık var fakat ilkeler üzerinden düşündüğümüzde en belirgin fark nedir?

Khost: Öz-yönelimli eğitim ile geleneksel okul ve Montessori, Waldorf gibi belirttiğiniz alternatif yöntemler de dahil olmak üzere diğer tüm eğitim yöntemleri arasında son derece önemli bir ayrım vardır. Öz-yönelimli Eğitim (SDE), çocukların doğuştan meraklı oldukları inancıyla başlar ve eğer çocukların neyin kendi yararlarına olduğunu bildiklerine güvenir ve bu yola müdahale etmez, daha ziyade yardımcı olur ve cesaretlendirirsek, bu çocuk, hayata kendi tutkularıyla hazırlanmış ve tutkularının peşinde giden sağlıklı ve sorumlu bir yetişkin olacak şekilde büyüyecektir. Bu eğitim biçimindeki yetişkin rolü, öğrenci tarafından belirlenen bir yöntemde ona yardımcı olmaktır, tam tersi değil.

Devlet okullarından Montessori okullarına, Waldorf okullarına ve benzerlerine diğer tüm eğitim yöntemleri, bu öğrenme yolunu manipüle eder. Bu yöntemlerde, yetişkinler çocuğun uyum sağlayacağı aksi takdirde başarısız olacağı bir yol sağlamak için oradadır. Öz-yönelimli Eğitim’de, çocuğun kendi meraklarının peşinden gitmesine izin vermeyen bir yetişkinin olması dışında bir başarısızlık yoktur. Aslında başarısızlık, SDE’nin oldukça önemli bir parçasıdır, çünkü bir insanın, herhangi bir şeyde iyi olmak için tekrar tekrar başarısız olmayı öğrenmesi gerekir. Başarı ders çıkardığımız tecrübelerimizden ve sıkıntılarımızdan gelir. Ne yazık ki, geleneksel eğitim başarısızlık için çok az fırsat verir ya da hiç fırsat vermez.

Farenga: Okuldaki başarısızlık korkusu ve hata yapmaktan utanılması, Alex’in çok doğru bir şekilde tanımladığı önemli bir konudur. Fakat bu daha büyük bir toplumsal sorunla ilgilidir: yetişkinlerin çocuklara şu an olduğundan daha fazla güvenmeleri ve okulun yanı sıra ya da okul yerine, çocukların diğer çocuklar, yetişkinler, işler ve toplumla iç içe olabilecekleri başka yollar bulmaları gerekmektedir. İnsanların kendi hatalarına sahip çıkmaları ve düzeltmeleri için zamana ihtiyacı vardır ve yetişkinlerin sabrı yetersizdir, özellikle çocuklara karşı.


Alternatif okullar giderek daha yaygınlaşıyor fakat bu okulların ücretleri oldukça yüksek, bu da bu okulların aslında herkes için bir “alternatif” olmadığını ve erişilebilir olmadığını gösteriyor. Bütçeyi düşündüğümüzde Öz-yönelimli okulların avantajları neler? Ya da bu okulların herkes için erişilebilir olması konusunda çözüm önerileriniz neler?

Khost: Bu mükemmel bir soru ve kesinlikle tüm alternatif eğitim yöntemlerine meydan okuyor. Gel gör ki, açık olmak gerekirse bu, alternatif eğitimden ziyade, bir çocuğun eğitimi politik bir eylem olduğundan, hükümet desteği geleneksel yukarıdan aşağı eğitim modellerine (çok kasıtlı olarak) bir tekel oluşturuyor ve diğer eğitim yöntemlerini finansal zorluklarla karşı karşıya bırakıyor. Birçok Öz-yönelimli Eğitim modeli, diğer alternatif yöntemler gibi, yöntemlerini yalnızca ayrıcalıklı bir sınıftan daha fazlasına uygun hale getirme mücadelesi veriyor.

Ancak, bu durum böyle olmak zorunda değil ve kesinlikle bunun başka türlü olabileceğini kanıtlamış bazı büyük SDE okulları ve aileleri vardır. Bazı SDE okulları ya da merkezleri, imkanı olan ailelerin daha yüksek bir öğrenim ödemesi yapmasını ve imkanı olmayanların çok az ücret ödemesini ya da hiç ücret ödememesini talep eden, değişken ölçekli bir öğrenim ücreti modeli sunmaktadır. Ayrıca, okulsuz ailelerin (çocuklarının öz-yönelimli, güvenilir bir ebeveynlik yöntemini kullanarak evde eğitim veren aileler), böyle bir çocuk yetiştirme yöntemini mümkün kılmak için birbirlerine yardım etmek adına armağan ekonomisi kullandıkları toplulukları var. Başka bir deyişle, belki de hiç para el değiştirmez, ancak aileler birbirleriyle değiş tokuş yaparak çocukların toplulukların farklı üyelerinden öğrenmelerine olanak sağlamış olurlar. Aynı zamanda ebeveynler, bu yöntemle çocuklarını birbirlerine teslim ederler. Böylece hem bir yaşam kazanabilir hem de kendi çocuklarını eğitebilirler. Sağlıklı bir Öz-Yönelimli Eğitim ortamında, ekonomik çeşitlilik de dahil olmak üzere çeşitlilik vazgeçilmezdir.

Farenga: Evokullu (homeschooling)/ okulsuzluk hareketi 1981’den beri önemli ölçüde artmıştır ve bu ilk ailelerin çoğu varlıklı değildir; o dönemde evokullu muhtemelen 25.000’den fazla çocuk vardır. Bu, bugün bile, iki hane halkı geliri beklentisi içinde bir toplumda, tek gelir ya da evden çalışma sözleşmeleriyle hayatta kalmanın bir yolunu bulan (genellikle 2’den fazla çocuğu olan) ebeveynlerin olduğu orta gelirli bir orta-alt sınıf hareketidir. Evokullu aileler üzerinde yapılan araştırmalar, çocuklara eğitim materyalleri ve kurslar için yılda yaklaşık 600 dolar harcadıklarını (bu açıdan bakıldığında, benim Massachusetts’teki okulumun bölgesi, kayıtlı her bir çocuk için 4000 dolardan fazlasını almaktadır) göstermiştir. Bu aileler, eğitim olanakları yaratmak için kamu tesislerinden (kütüphaneler, müzeler, üniversiteler, kitapçılar vb.) yararlanırlar. Evokulluluk şu anda ABD’deki zorunlu okul çağındaki öğrenci nüfusun yaklaşık yüzde 3’ünü temsil ediyor ve okulsuzlar en hızlı büyüyen kesim.

ASDE, çocukların ve yetişkinlerin bilgi paylaşımında bulunacakları öğrenim merkezlerini ve diğer yeni yolları destekleyip teşvik ederek ve basit bir şekilde çocuklar ve gençlere etkileşimlerini kontrol eden yetişkinler olmadan (ancak bu, yetişkinlerin istendiği zaman yardıma hazır olmadıkları anlamına gelmez) örgütlenebildikleri ve birlikte oyun oynayabildikleri özel alanlar sağlayarak, çocuklarının evde ya da topluluklarında öğrenimi konusunda kararsız olan aileleri harekete geçirmeyi umuyor.

ASDE, evokullulukla ilgili toplum içinde konuştuğumda çokça duyduğum şu yoruma verilmiş bir yanıttır: “Çocuklarımın tarif ettiğin gibi öğrenmesini istiyorum ama çalışmak zorundayım. Onlara evde öğrenimi kim verecek?” Hükümet ya da hayırsever, bu tür çabalara mali olarak yardım etmezse – ki hiçbiri bugüne kadar etmedi – ve tüm masraflar öğrenim merkezlerine ve üyelerine düşerse, bu yerlerin makul ücretler talep etmesi gerekir. Bildiğim alternatif okulların ve öğrenim merkezlerinin her biri, her yıl bir finansal sıkıntıya giriyor ve bu, benim tüm alternatif eğitim hareketi içinde geçen yıllarım boyunca geçerli olan bir şeydi.


Sizce eğitim kooperatifleri, bu alandaki ekonomik eşitsizlikleri çözme ve herkes için erişilebilir kılma konusunda  bir çözüm olabilir mi?

Khost: Kesinlikle! (yukarıdaki soruya verdiğim cevaba bakınız!) Aslında, ekonomik adaletsizliği çözmenin tek yolunun, insanların farklı bir topluluk olarak bir araya gelmeleri ve birbirlerinin çocuklarını işbirliği içinde eğitmeleri olduğunu savunuyorum. Çocukların ötekilik anlayışını geliştirmeleri ve farklılıkları kutlamanın tek yolu hep birlikte birbirimizi önemsemek ve birbirimizi önemsemek için durup zaman ayırmaktır. Bu tam olarak bir eğitim kooperatifidir, paranın el değiştirmediği, aksine güven ve şefkatin değiş tokuş edildiği bir yerdir. Bu, sınıf, din, ırk, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetle birlikte diğerleri arasında ulusal köken çeşitliliğini de içermelidir.


Hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, başarı odaklı bir çağdayız. Öz-yönelimli okulların bunun tam tersi olduğunu, yani sonuca değil sürece odaklı olduğunu söylüyorsunuz. Geçtiğimiz yıl bu topraklarda, öz-yönelimli olarak tanımlamasak da kooperatif olarak işleyen alternatif bir ilkokul, ironik bir şekilde ebeveynlerin başarı odaklı beklentileri nedeniyle kapandı. Siz ebeveynlerin/bireylerin sürece değil sonuca odaklı, başarıya odaklı bu bakış açısını değiştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?

Khost: Bunu ASDE’nin bir temsilcisi olarak cevaplayabileceğime emin değilim, fakat size kişisel inancımı söyleyebilirim: insanların/ebeveynlerin başarının ne anlama geldiğini anlama konusundaki bakış açısını değiştirmenin tek yolu işe koyulup onlara bunu göstermektir. Bu nedenle, kendi çocuklarımı böyle bir şekilde yetiştirmeye ve başkalarının da aynısını yapmasına yardımcı olmak için elimden geldiğince çok zaman ve çaba harcamaya devam ediyorum. Voltaire’in Candide’de yazdığı gibi, “gelin, bahçemizi ekelim”. Bu yüzden, kendi çocuklarıma güveniyorum ve başkalarına karşı olabildiğince sabır ve şefkatle yaklaşıyorum.

Farenga:  Onlara daha iyi bir yol göstererek. Evokullu ve okulsuz çocuklar, bilinen prestijli pozisyonların -avukat, doktor, politikacı olarak- yanı sıra, sadece daha büyük bir topluluk yapısının bir parçası olmaktan keyif alan iyi bireyler olarak toplumdaki yerlerini almak üzere büyüdüler. Okullara ve destekçilerine bağırıp çağırarak daha fazla destek aldığımızı düşünmüyorum; öz-yönelimli öğrenciler hakkında gerçek hayattan örnekler sunarak ve onlara, Alex’in de belirttiği gibi, çocukların nasıl birer yetişkin haline geleceğini belirleyen şeyin, bir çocuğu nasıl yetiştirdiğiniz değil, bir çocuğa nasıl davrandığınız olduğunu göstererek destek aldığımızı düşünüyorum.

Evde eğitim gittikçe popülerleşen kavramlardan biri. Kısa bir zaman önce bir grup ebeveyn evde eğitimin yasallaşması için bir kampanya başlattı. Bu grup oldukça karışık ve heterojen bir gruptu, çok farklı politik ekonomik ve dini kesimlerden bireylerden oluşuyordu. Bu nedenle bir çok farklı başlık tartışmaya açıldı. Evde eğitim çocuk istismarına, çocuk evliliklerine ya da çocukların ekonomik olarak sömürülmesine yol açar mı gibi sorular gündeme geldi. Elbette bu tür sorunların yasal düzenlemelerle çözülmeyeceğini ve geleneksel eğitim yöntemlerinin çocuğun ruhsal ve fiziksel olarak sistematik bir şekilde istismarını sürdürdüğünü göz önünde bulundurarak, bu tür olası sorunlara nasıl yaklaşıyorsunuz? Sizin de evde eğitim konusunda karşılaştığınız benzer sorular/problemler var mıdır?

Khost: Sağlıklı, güvenli ve sevecen bir ortam, yasaların ve yönetmeliklerin değil, ortaklığın ve dostluğun sonucudur. Çocuk istismarı, okullarda olduğu kadar evde de olabilir. Aslında, çoğu geleneksel okulun çocuk istismarı olduğunu ileri süreceğim (ve buna ilk elden ABD’de ve Türkiye’deki okullarda tanık oldum). Evet, tabii ki istismar ve köktendinci değerler evde eğitimden türetilebilir, ancak okuldan daha fazla değildir. Mesele, bir çocuğun evde mi yoksa okulda mı öğrenip öğrenmediği değil, ne öğrendiği ve kiminle zaman geçirdiğidir. Bir okulda ya da evde, etrafındaki duyarlı bir topluluğun desteği ve yardımı ile kendi eğitimine rehberlik etmesine izin veren sağlıklı, açık bir ortama sahip bir çocuk başarılı olacaktır. Farklı olandan ve ötekiden nefret uyandıran katı bir yukarıdan-aşağı değerler hiyerarşisine mecbur bırakılan ve zorlanan bir çocuk, ister evde ister okulda ister başka yerlerde olsun, bu değerleri kesinlikle sürdürecektir.

Farenga: Çocuk istismarı toplumumuz ve okullarımız genelinde bir gerçeklik olduğu için, birkaç evokullu ailenin çocuk istismarcısı olması şaşırtıcı değildir. Ancak, evokulluluğun daha fazla çocuk istismarına yol açtığına dair bir kanıt yoktur. Tara Westover’ın Educated kitabı, böyle bir ailede çocuk olmaya dair çarpıcı bir itiraftır ve istismarcı evleri terk eden evokullu öğrenciler için çevrimiçi destek grupları bulunmaktadır. Westover’ın belirttiği gibi önemli olan problem, bir ailenin dini inançlarının, inançları çocukları için ne kadar mantıksız ve tehlikeli olursa olsun, çocuklarına sert davranmalarına nasıl bir kılıf olabileceği ve koruma sağlayabileceğidir. John Holt’un Çocukluktan Kaçış: Çocukların İhtiyaçları ve Hakları (1971)’ndaki çözüm önerisi, çocuklara yetişkinlerle aynı hakları vermekti. Hukuki boyutunu düşünmeden, herkesin önünde bir başka yetişkine vuramazsınız, ancak çocuklar hep ortalık yerde tokatlanır ve sürüklenirler… Holt, kitabına gelen güçlü, olumsuz kamusal tepki yüzünden hayal kırıklığına uğramıştı, bu yüzden taktikleri değiştirdi ve çocuklara saygı ve itibar kazandırmak için yasama işlemi yerine başka yollar aradı. Nihayetinde evokulluluğa destek olmak için gelişi böyle gerçekleşti.

Tarih boyunca toplumların baskı altına alındığı her dönemde, insanlar direnmek ve özgürleşmek için kendi yöntemlerini geliştirmişler. Çocukların özgürce büyümesi geçmişte olduğu kadar günümüzde de önemli bir ihtiyaç. Bu kaygılardan hareketle geçmişte özellikle Ferrer’in “Modern Okulları” gibi örneklere rastlıyoruz. Öz-yönelimli Eğitim Birliği’ni kurarken size ilham veren tarihsel örnekler nelerdi? Okurlarımıza eğitime kendi alternatiflerini yaratmaları konusunda ne önerirsiniz?

Modern Okullar’dan bahsetmeniz hoş bir tesadüf. Yakın zamanda, Modern Okullar tarafından kurulan ve tüm bu yıllar boyunca süren Modern Okul Dostları örgütünün (http://friendsofthemodernschool.org/) yürütme sorumluluğunu aldım. Yarattıkları etki tarih kitaplarına adeta gömülmüş olmasına rağmen (bu nedenle gönüllülüğe dahil oluşum, örgütü bir diğer nesle kadar sürdürebilmek için), Modern Okulların, Öz-yönelimli Eğitimin ya da daha spesifik olarak anarşist eğitimin açık ara en önemli örneği olduğunu düşünüyorum. Modern Okullara ek olarak, elbette, Summerhill kendi hayatımda son derece etkili olmuştur. Highlander Halk Okulu’nun yanısıra Yurttaşlık Okulları ve Özgürlük Okulları da yirminci yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde Öz-yönelimli Eğitim tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Ayrıca, Agile Öğrenme Merkezleri’nin çağdaş SDE dünyasında son derece önemli olduğuna inanıyorum. (Tüm bunları detaylandırmaktan mutluluk duyarım!)

Farenga: Alternatif okullar benim için bir başlangıç noktasıydı, ancak Holt ve evokullularla on yıllar boyunca yaptığım çalışmalarda, tercih ettiğim okulsuz, topluluk temelli alternatiflere dair birçok şey öğrendim. Holt’un Instead of Education: Ways to Help People Do Things Better (Eğitimin Yerine: İnsanların Birşeyleri Daha İyi Yapabilmesine Yardım Etmenin Yolları) kitabında söz ettiği, Londra, İngiltere’deki Peckham Merkezi başlıca bir örnektir; bu kitap aynı zamanda alternatif okullara değil, okula alternatiflerle ilgilenen herkes için bir sürü başka fikri barındırır. Northstar: Gençler için Öz-Yönelimli Öğrenme, ABD’deki geleneksel liseler yerine yapılabileceklere dair harika bir modeldir. 20 yıldan fazla bir süredir faaliyetteler ve ABD’deki diğer genç öğrenim merkezlerinin başlamasına yardımcı olan bir programa sahipler.

Son olarak, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Khost: Bence bu hareketin tek başına “eğitim” ile daha az ve çocuk yetiştirme ve çocukluğun özü ile daha fazla ilgisi olduğunu belirtmek önemlidir. Çocukların sağlığı ve bakış açısı, salt eğitimlerinden daha fazla şeyden etkilenir. Bu hareket, şüphesiz ebeveynlik ve okulu kapsar ama aynı zamanda, daha önce bahsettiğim gibi, ötekilik için çeşitlilik, katılım ve şefkatin yanı sıra, şehir planlaması ve çocukların dünyadaki ortam ve mekânları üzerine düşünme gibi konuları da kapsar.

Teşekkür ederiz.

Röportaj: Özlem Arkun

Çeviri: Gamze Boztepe

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

Patrick Farenga’nın Uluslararası Alternatif Eğitim Sempozyumu için hazırladığı konuşmasını buradan izleyebilirsiniz: