Dünyayı Tepetaklak Çevirmek- Belirsizliğin Kasıtlı bir Yaratımı Olarak Oynamak

Bu yazı Stuart Lester ve Wendy Russell tarafından kaleme alınan “ Turning the World Upside Down: Playing as the Deliberate Creation of Uncertainty” adlı makaleden alınarak çevrilmiştir. 

1-Giriş

Bir yaz günü öğleden sonra  bazı çocuklar etrafı araştırıyordu. Çocuklardan biri ortalığa dağılmış haldeki araç gereç kulübesinden bulduğu kırmızı bir kızakla göründü.

“Bakın ne buldum! Bununla ne yapabilirim?” dedi. Başka bir kaç çocuk daha onu takip etti. Buldukları şeyi su deposu yapısının tepesine çıkarmaya karar verdiler. Kızağı yapının tepesine çıkarmak için birlikte çalıştılar.  Kum çukurunun üzerine sarkan halatın olduğu yere kadar geldiler. Grup 4-5 kişilik  usta tırmanıcılardan oluşuyordu, ben de biraz uzaktan neler olacağını izlemeye karar verdim.

Kızağı kumun üzerinden yapının en ucuna kadar ittiler, ağırlıklarıyla kızağın en uçtan düşmesini engelleyerek iki çocuk da kızağın üzerine oturdu. Geri sayımın ardından arkadaki çocuk kalktı ve diğer çocuk hala üzerindeyken kızak kaymaya başladı.  Kızakla birlikte düşmemek için tam zamanında halatı yakaladı. Heyecan seviyesi daha önce oyun alanında hiç  görmediğim seviyedeydi. Yukarıya doğru tırmandı, diğer çocuklar hayatta kaldığı için onu kutladılar.

“Bu dehşet bir şeydi! Dehşetti biliyorsun değil mi?” dedi. Diğer çocuklardan biri;“ Bunu her gün yapabiliriz!” İlk çocuk “ Yapabileceğimi bilmiyordum! Öleceğimi sanmıştım!” (Araştırma katılımcısının bloğundan)

3. Oyun, Sağlık ve İyi Oluş

Gelişmiş dünya ülkelerinde oyun, çocukluğun belirleyici bir özelliği olarak görülür, ‘‘sağlıklı’’ gelişime katkı sağlandığından büyük ölçüde değerlidir. Geleneksel kaynaklar gelişimi, olgunlaşma süreci olarak, basitten gitgide karmaşıklaşan evrensel aşamalardan geçerek, ya da ‘‘toyluktan’’ ‘‘olgunluğa’’ ilerleyiş olarak gösterir. İlerleme, gelişim çerçevesi içerisinde geleceğin bilindiği senaryolar önerir ve böylece gelişmekte olan hayatı önceden var eder [31] ; gelişim ‘‘tüm potansiyeline ulaşmak’’ olan bir sürece dönüşür ya da çocuğun yetişkin olması için neye ihtiyaç duyduğu soruları ile bezenir. 

Belirsizlik ve riskten kaçınma arzusu; eleştirilmeden, kabul edilmiş bilgi ve gelenekler, “verilen problemlere karşılık gelen çözümlere ve verilen sorulara karşılık gelen cevaplara yerleşen bir hafife alma hissi” takınır [32] (s.82). Bu sağduyu ya da tutuculuğun malzemeleri, öğretileri, uygulamaları ve söylemleri; ilerleme hakkında yargılar uyandıran,  iyi ya da kötü veya doğru ya da yanlış gibi bir dizi ikili ilişki arasında ayrım yapan, iyi niyetlerle ve herkesin yararı için uygulanan belirli bir çocukluk görüşü sunar.

Oyun, bu ilerlemeyi desteklemek amaçlı bir kontrol mekanizması olarak kullanılabilir [33] böylelikle – büyümeye açıkça  katkı sağlayan –  arzulanan oyun davranışlarını destekleyen, ya da açıkça amaçsız, saçma ve istenmeyen diğer oyun formlarını sansürleyen araçsal bir değer üstlenebilir.   

Oyun, fiziksel, bilişsel, sosyal ve duygusal becerilerin gelişmesi açısından önemli bir yer tutar, bu durumda oyunda ‘‘ertelenmiş fayda’’ yaklaşımı salt oyun oynamanın ötesine hizmet eder [34,35]. Bu açıdan oyun, bir aktivite olarak tanımlanıp sınıflandırıldığında, organizasyon düzleminde, düzenlenmiş, yapılandırılmış ve belirli amaçlar için, tahsis edilmiş zaman ve mekânda gerçekleştirilen aktive sınıfına dahil olur. Örneğin, oyun ve öğrenme söylemi çocuğun araştırma ve keşfetme özgürlüğünü hoş karşılama iddiasında olsa da   bu özgürlük, pedagojik bir bakış ve inceleme ile kontrol altında tutulur; çocukların doğru şeyleri keşfetmeleri esas alındığından, çocuğun keşfetme özgürlüğü, sıkı bir şekilde kayıt altına alınır ve denetlenir [36].

Somutlaştırılmış bir araç şeklinde kullanılan gelişim anlatımı, makalede yer alan birbiriyle ilişkili başlıca iki tartışma konusu içeriyor, bunlar sağlık (hastalığın seyir etmemesi), ve güvelik (risk yönetimi) olarak adlandırılır. Bu işlevsel kullanımda odağın büyük bir çoğunluğu bilhassa fiziksel olarak ve açık havada oynanan oyunlar üzerine. Oyunun araçsal değerine artan ilginin bir örneği olarak, sosyal sağlık kurumları ve sağlık teşviki birimleri obezite ile mücadele etmek için oyundan bir araç olarak yararlanıyorlar [37,38], gelişmiş dünya ülkelerinin sağlık gündemine girmiş ve halı hazırda yükselmekte olan bir konudur [39]. Obezite söylemi, olağan biyotıp bakış açısından, hareketsizlik, düzensiz beslenme, obezite ve sağlıksızlık ilişkisine odaklanır; ‘‘obez ve risk altındaki (aşırı kilolu) vücutlar tembel ve ağır bedeller ödeyen   şeklinde resmedilir ve uzman kontrolü altına alınma ihtiyacı duyulur’’[40] (s.228).

Amacımız, aktüel obezite söylevini analiz ederek eleştirmek değil; oyun oynamanın bu parametrede nasıl bir mertebeye ulaştığıdır. Alexander ve arkadaşlarının [37] notuna göre amaçlanana ulaşılmasını sağlanması için müzakere ve planlama gerektiren ciddi bir faaliyet haline geliyor. Çocuklar için oyun ve obezitenin oyunu sağlıklı bir akvite olarak yapılandırması üzerine basılan tanıtıcı edebiyat ürünleri, oyunu yalnızca değerli biçimleriyle  sınırlarken  (oyunun istenmeyen biçimlerini kastederek, bu bağlamda genel olarak  oturarak oynanan oyunlar) aynı zamanda yetişkinleri çocukların hareketlilik içeren oyun aktivitelerine teşvik etmesi gerekliliğini gün yüzüne çıkarır [37,38].

Yine de bu tür politikalar, çocukların buldukları heryerde oyun yaratma kabiliyetini büyük ölçüde göz ardı ediliyor [41]: ‘‘Çocuklar nerede oyun orada’’ [42] (s. 10). İlk bakışta su kaydırağından kaymak, kasıtlı olarak fiziksel aktivite olması için amaçlanan bir eylem değildir, dürtüsel bir şekilde meydana gelen bir harekettir.   

Obezite ile mücadelede bir araç olarak ‘‘fiziksel oyunun’’ araçsallaştırılmasının yanı sıra, ‘‘Riskli oyun’’ a atfedilen değer ve bunun çocukların risk değerlendirme yetkinliklerinin gelişimine yaptığı önerilen katkıdır [43]. Yine de bu durum bir nebze belirsizliğe ve probleme yol açar. Masumiyetinin korunması başlığı altında, çocukların risk alması tehdit edici olarak görülür ve  çocuklardan riskten uzak durmaları beklenir, yaralanmalar ya da yaşam tarzından kaynaklanan hastalıklar da yetişkinlerin kötü risk yönetimi ile ilişkilendirilir [44]. Aynı zamanda, belli bir düzeyde göze alınan riskin faydalı olduğu savunulur. Risk-fayda değerlendirilmesinin yapılanmasında dengeli bir tavır sahiplenilmesi gereklidir, özellikle de Britanyada;

Gözetim altında oyun kurulurken denetimde yer alan bireylerin yaklaşımı ve sorumluluğu ile birlikte risk yönetimini göz ardı etmeden çocuklara ve gençlere yönelik faydalı bir oyun geliştirebilirler. Fayda sağlamak ve olası riskleri göz önünde bulundurmak, oyunu kuran bireylerin bu kuramda temel olan iki hedefi özümsemelerini sağlar: gençlere ve çocuklara eğlenceli, mücadeleci, etkileşime açık oyun fırsatları sunarken çocukları tolere edilemeyecek, zarara uğratacak risk faktörünün denetlendiğinden emin olmalarını [45] (s.8).

Bu yaklaşım, çocukluğun tüm kurumlarına nüfus eden abartılı riskten kaçınma durumuna bir karşı koyuş olarak görünse de, (gerekli) risk yönetim süreci tekniği dili içerisinde ifade edilir, yetişkin bireylere nelerin irrasyonel davranış olarak algılanacağına dair bir kontrol mekanizması olmaları için sorumluluk yükler.  Bunun yasallaşması, yetişkinlerin mesuliyeti ve kuralları, çocukluğun masumiyeti, koruma, en iyi fayda ve gelecek vatandaş gibi  çok daha geniş bir bağlamda iç içe geçmiştir.  Bunlara, “problem” yaratan  dolaylı etkiler de eşlik eder ve böylece ne söyleneceğine ya da yapılacağına dair keskin  sınırlar çizilir.  Bu yüzden yetişkinler genellikle;  oyunların “mış gibi” doğasını ve canlı duygusal boyutlarını  takdir etmek yerine, oyunlardaki içeriği olduğu gibi  ve risk odaklı bir okumaya dayalı olarak değerlendirebilirler. 

Korumacı anlayış açısından bakıldığında herhangi bir yaralanma olasılığı istenmeyen bir durumdur, potansiyel bir zarar ortaya koyar, sadece çocuklar için değil, aynı zamanda yetişkinlerin çocukları güvende tutma görevinde başarısız olmaları açısından [34]. Bu düşünce, açılış senaryosuna kolayca uygulanabilir.  Çocukların davranışları riskli olarak anlaşılabilir, yetkili yetişkinin bu durumda yaralanma olasılığı hakkında bir karara varması ve dile getirmesi gerekir, bu durumda çocukların yetkin tırmanıcılar olduğunu dile getirmektedir. Çocukların risk değerlendirme becerilerini geliştirdikleri anlaşılabilir, ki bu durumda şüphesiz öyledir,  yine de yapılan gözlemler aynı zamanda bu deneyimin çocuklar için heyecan verici bir güç olduğunu da ortaya koyuyor, bu konu daha sonra ele alınacaktır.

Kamu sağlığı ve eğitim kurumlarından oyuna artan ilgi var, ‘iyi oluş’ kavramı da sağlık ve sağlık sorunlarının bir eki haline geldi. Bunun çocukların sağlığı ve gelişimi arasında bir ilişki olduğu varsayımı ile birlikte, bunun tanımı ‘sağlıklı gelişim’ terimi ile belirttiğimiz çocukların iyi oluşunun normatif ölçümlerine yönelik bir kısaltmadır. Ancak kavramlar yetersiz bir şekilde tanımlanmıştır, iyi oluş, pozitif sağlık, yaşam kalitesi ve mutluluk gibi çeşitli terimler sık sık birleşik, belirsiz, tanımı eksik ve  literatürde tutarsız olarak kullanılmış [47,48], dolayısıyla çokça eleştirilmiştir [49,50].  İyi oluş hali; iyi olmanın ne olduğunu objektif ve normalleştirici bir tanımı benimseyen,  oldukça politik bir kavramdır. 

Çocukların iyi oluş halini hesaplamaya sıra geldiğinde, ölçümler eksik bir yaklaşım ortaya koyar: çocukların iyi oluş hali, fiziksel, zihinsel ve eğitimdeki “eksikliklerle”  ölçülür. 

Böyle bir bakış açısı, çocukların kimliği ve  gidişatının önceden belirlendiği ve “normal” olmaktan alıkoyan şeyin  ne olduğunu belirlemek için uygulanan, çocukları “iyi-olanlar” şeklinde değil, “iyi olacak olanlar” şeklinde bir vurguyu inşa eden, bir ajandayı destekler [51]. 

Morrow ve Mayall [50] (s. 227) iyi oluşa odaklanmanın nihayetinde bireyci, öznel, çocukların hayatlarının politik niteliğini ortadan kaldırma riski taşıyan bir yaklaşım  olduğuna;  çalışmaların çocukları kendi günlük dünyalar ve deneyimlerinden soyutladığı sonucuna vardılar. 

“İyi oluş” ölçüleri; yaşanmış deneyimlerden ya da insanların dağınık, karmaşık ve rastlantısal gündelik hayatlarından çıkardıkları,  iyi oluş ve mutluluğun genel tanımlarından ziyade,  siyasi partilerin öncelikleri ve  ideolojileri  hakkında daha çok şey söyler. 

Çocukların oyunları, bu süreçte giderek artan bir şekilde,  ekonomik olarak üretken ve sağlıklı yetişkinlerin gelişimini desteklemek için  uygun davranışlar hakkında değerler aşılamak için tasarlanmış bir dizi stratejik geliştirme süreci ile karıştırılmaktadır. 

Burada tehlikeli olan konu, bu müdahalelerin değeri değil, çocuklar ve oyun arasındaki  ilişkiye dair belirli bir anlayış ürettikleri yollar hakkındadır:

çocukların oyunlarının sağlıklı ve aktif olmasını düzenler ve böylece çocukların oynamaya teşvik edilmesini, oyunun diğer göreceli niteliklerinin görmezden gelinmesini normalleştirir. Aslında, sadece eğlenmek için oynamak (yani anlamsız zevk) ortak bir çocukluk deneyimi olarak düşünülse de, sağlık için, daha üretken ve açıkça aktif oyundan daha az önemli görünmektedir   [37] (s. 14).

Açılış senaryosuna geri dönersek, böyle bir hesap, fiziksel kaynakların faydalarını ve faaliyet, risk değerlendirme becerilerinin geliştirilmesini ön plana çıkaracaktır, fakat son birkaç cümleye fazla dikkat vermeyin:

“Bu dehşet bir şeydi! Dehşetti biliyorsun değil mi?” dedi. Diğer çocuklardan biri;“ Bunu her gün yapabiliriz!” İlk çocuk “ Yapabileceğimi bilmiyordum! Öleceğimi sanmıştım!” 

Bununla birlikte, bu gibi durumlarda bile, çocuklar düzenlenmiş olsa da kendiliğinden, öngörülemez ve eğlenceli, birlikte oyun yaratma eylemleri, anları için fırsatlar her zaman vardır, bu çocukların ve bazen de yetişkinlerin, başkalarının kendilerine dayatmaya çalıştıkları davranış ve hareketlerden kaçmalarını sağlar.  Ek olarak, şimdi oyuna bu noktadan bakıyoruz. 

Bu yazı Stuart Lester ve Wendy Russell tarafından kaleme alınan “ Turning the World Upside Down: Playing as the Deliberate Creation of Uncertainty” adlı makaleden alınarak çevrilmiştir. 

Makalenin orjinaline buradan erişebilirsiniz.

Çeviri: Zeynep Yükseloğlu

Düzenleme: Özlem Arkun

Görsel: The Land DocumentaryErin Davis

Akilah Richards – Özgür İnsanlar Yetiştirmek* (TEDxAsburyPark)

Çocuklarımız doğası gereği güvenilmez mi?

Tabii ki!

Değil mi?

Eğer yetişkinler tarafından doğru yetiştirilmeden 

kendi hallerine bırakılırlarsa, yalan söylerler, çalarlar,

hatta ispiyonlarlar değil mi?

Sanırım bunu sürekli görüyorum?

Siz de görüyorsunuz, değil mi?

O çikolatalı pasta ile kaplanmış tatlı küçük suratlarla, 

hiç yemediklerine yemin ederler.

Yalancılar.

O “yemedikleri” keki sizin izniniz olmadan aldılar, hırsızlar.

Sonra da büyükbabanın onlara keke ulaşmaları için yardım ettiğini söylüyorlar?

İspiyoncular.

Yani, bu kanıt bizi çocukken bizim de bütün çocuklar gibi güvenilmez olduğumuz sonucuna götürüyor..

Bu, genç insanlar olarak, dürüstlüğün öğretilmesi için zamana ihtiyacımız olduğunu mu ima  ediyor?

Esasen bütün güvenilir insanlar yetişkinler mi?

Gerçekten çocuklar hiçbir zaman, onlara belli özgürlükleri bahşedeceğimiz  kadar güvenilmez mi?

Mesela zamanlarını nasıl geçirmek istediklerine karar verme özgürlüğü?

Ya da istediklerini öğrenme özgürlüğü?

Bunu soruyorum çünkü gençler kesinlikle özgürlükleri için zorluyorlar değil mi?

Ya kimse onlara özgürlüğün ve güvenilirliğin insan olmakla beraber geldiğini söylemememiş, ya da bu yutturmacaya inanmıyorlar.

Açıkça, özgürlüğün bir insan hakkı olduğuna inanıyorlar.

Ama buna kolektif yetişkin cevabımız genellikle şöyle oluyor:

Hayır, hayır tatlım, özgürlük doğarken hak ettiğin bir şey değil, 

özgürlük kazanman gereken bir şey.

Özgürlük doğuştan gelen bir insan hakkı değil, bu bizim çocuklara kolektif cevabımız.

Sanırım bu mesajı kabul ettirmeye çalışmamızın bir nedeni yetişkinler olarak, sadece güvenlik anlamında değil aynı zamanda hayat çıkarımı olarak, çocuklara neler olabileceğine dair korkularımız. Çocuklarımızın güvenilmez olmasından, ya da daha kötüsü başarısız olmasından korkuyoruz.

YANİ MESELE ŞU:

  • Dünyada belirli türden insanları yetiştirmekten korkuyoruz ve bu korkuyu azaltma yolumuz, onun bizi kendileri korku ve güven eksikliğinden kaynaklanan ebeveynlik ve eğitim uygulamalarına çekmesine izin vermek.

Yani biz yetişkinler güvenilir insanlar yetiştirmek istiyoruz ancak bunu çocukların zamanlarını ve görevlerini kontrol ederek, onları, güvenilirliği yaratan gerçek yaşam deneyiminden etkili bir şekilde uzak tutarak yapıyoruz.

Gerçekten de,  genç insanlara yalnızca bize itaat ettikleri noktada güveniyoruz.

Güven böyle mi oluyor?

Ben eskiden böyle düşünürdüm. Fakat iki çocuk sahibi olup onların duygusal sağlıklarını akademik gelişim pahasına kaybettiklerini deneyimledikten sonra  bu inanışa artık tutunamadım.

Böylece, çocuklarım hakkındaki, öğrenme hakkındaki ve tüm bunların arasındaki bağlantı ve güven konusunda neye inandığımı sorgulamaya başladım. 

Ve bu bağlantı, özgürlük, çocukluk ebeveynlik ve güvenin kesişim noktaları hakkında her zaman sorduğum soruları ateşleyen şey.

Şimdiye kadar size  11 soru sorduğumu fark ettiniz mi? 

Çünkü rahmetli usta söz yazarı Christopher “Biggie” Vallace’ın “manyakça soru sorma” dediği şeyi hatırlatmak istiyorum. Bir kişinin, Güven ve Özgürlüğü Çocukluğa bağlarken sorguladığı, son derece önemli olan bir yaşam becerisi, özellikle de çocuklara kendi öğrenme süreçlerinde güvenmek ve kendi hayatları hakkında ciddi kararlar almaları konusunda.

Birçoğumuz için bu bir çeşit özgürleşme pratiği.

Ben buna Özgür İnsanlar Yetiştirmek diyorum.  

Ve pratikle, manyakça soru sorma becerim giderek gelişti ve  şu benim için oldukça netleşti:

Bir grup insanın, biz onları güvenilir hale getirene dek,  tabiatı gereği güvenilmez olduğuna karar vermek, tehlikelidir! Bu, bizi ilişkilerde neyin sağlıklı ve normal olduğuna dair baskıcı ve toksik düşüncelere sürükler.

Ve biz bu toksik baskıcı şeyleri çocuklarımızı sevmediğimiz için ve onlar için en iyisini istediğimiz için yapmıyoruz, bunu yapıyoruz çünkü bize güvenilmez olmadığımız öğretildi. Ve bu yüzden, bizler kendi ebeveynlik ve eğitimimizi korku yerine güvene kök salan bir dil ve pratik geliştirmedik.

Bizler, okulun güvenilir, özgürleşmiş  insanlar yetiştirmemize yardımcı olduğundan değil, her zaman gördüğümüz bu olduğu için, zorunlu okul gibi baskıcı stratejilere başvuruyoruz. Bugünkü toplumumuzda baskı araçları,  güven temelli pratiklere göre çok daha fazla normalleşmiştir.  

Ve baskı araçları derken, çocukların güvenilir olmadıkları ve bu nedenle bilginin yukarıdan aşağıya doğru, bir öğretmenden boş bir kaba benzeyen bir öğrenene aktarılan bir şey olduğu fikrine dayalı gündelik ödül ve ceza temelli sistemlere dahil olmaya zorlanmaları gerektiği varsayımına dayanan sistemleri kastediyorum. Çok az kaynak verilen ancak genellikle öğretmenin büyük ölçüde, çocuğunsa kuşkusuz biçimde hiç girdisinin olmadığı, çokça çıktı ve parametre verilen bir öğretmenden.

Baskı araçları diyerek, çocukları, kasıtlı ve yaygın bir şekilde Siyah, Yerli ve Beyaz Olmayan insanların katkılarını ve bilgi sistemini, tarihsel ve güncel olarak dışarıda bırakan bir müfredata tabi olmaya zorlamaktan bahsediyorum.

Şöyle ki; kızlarımızın  okuldaki ilk iki yılı manyakça soru sormaya başladığımız zamandı. O soruların sonucu olarak bugun:

  • Marley ve Sage  15 ve 13 yaşlarında ve notları iyi değil.
  • İftihar listesi yok, etkileyici test sonuçları yok, okulda sivrilmiyorlar.
  • Esasen okula gitmiyorlar çünkü bu bizim okulsuzluk aracılığıyla özgür insanlar yetiştirme pratiğimizin bir parçası.

Biz bu değişimi yaptığımızda, babaları Kris ve ben evimizin ve gelirimizin tüm yapısını ortak yaşam düzenlemelerine, daha fazla toplu taşımaya ve girişimciliğimizi belirli bir yerde olmamızı gerektirmeyen web tabanlı çalışmalara odakladık,  bunun bugünkü tanımı dijital göçebe.  Okulsuzluk yaşantımızın nasıl yürüyeceğini bilmiyorduk ama manyakça soru sormak, kaos duygusunun yerini netliğin almasına yardımcı oldu ve biz de dijital göçebeler haline geldik.

Okulsuzluk, Özyönelimli eğitimin bir formu;  bu kavram bir öğretmen ve yazar olan John Holt tarafından ortaya atıldı. Bu evokulundan farklı olarak önceden belirlenmiş konulara ya da herhangi bir müfredata bağlı kalmıyor.  

Okulsuzluk hakkında birşey duyduysanız  muhtemelen “okulsuzluk, ebeveynlik yapmamaya eşittir” i de duymuşsunuzdur. 

Sineklerin tanrısı, sadece en ayrıcalıkların işine yarayan  su katılmamış kaos, değil mi? Eğer çalışmak zorundaysanız, zengin ya da beyaz değilseniz, okulsuzluğu yürütemeyeceğinizi söylerler. Gerçekten? Çünkü benim geçtiğimiz üç yıldan bu yana neredeyse her hafta gerçekleştirdiğim halka açık konuşmalar bize gösteriyor ki; okulsuzluk bir özgürleşme işidir, topluluk içerisinde özgür bireyler yetiştirme işi, hatta özellikle en dezavantajlılar arasında.

Benim okulsuzluk tanımım çocuğa güvenen, baskı karşıtı, sevgiyi merkezine alan bir ebeveynlik yaklaşımı. Bu rıza, saygı ve kendinden emin bir otonomi üzerine kurulu bir yaşam.

Bir çok çocuk için,  okulsuzluk kendilerine olan güvenini inşa eder. Bundan dolayı utanç duymadan başarısız olabilirler. Ne zaman yemek yiyecekleri kendilerine söylenmeden, kendi bedenlerini kontrol edebilirler. Aktif olarak sosyal çatışmaları yönetmek konusunda becerilerini ortaya koyarlar, kişisel kaygılarının üzerine giderler ve önyargılarının başka insanlar için zararlı olacağını  ve nasıl daha iyisini yapacaklarını fark ederler.

Şimdiye kadar muhtemelen benim için manyakça sorularınız vardır, değil mi?

Çocukların bütün gün ne yapıyorlar Akilah?

Bu yasal mı?

Okulsuzlar üniversiteye girebiliyor mu?

baksanıza şimdiden manyakça sorgulamaya başladınız. Devam edin!

Aslında hadi en baştaki soruya dönelim:

Çocuklar doğası gereği güvenilmez mi?

Hayır! Peki bu sonuca nasıl vardım?

Manyakça soru sorma.

Dikkatli sorular, güvenilir seçimler; özgür insanlar yetiştirme kararı gibi, bize baskının başka biçimlerini fark etmek ve dağıtmak konusunda yardımcı oluyor— deneyimlediğimiz önyargılar ve -izmler gibi, ama şimdi araçlara, örneklere, desteğe, dile sahip olarak, seçmekten vazgeçebiliriz.

Bugün, sizi manyakça soru soran bir düşünce biçimi geliştirmeye davet ediyorum.

Biz yetişkinler baskı araçlarını kullanmaya devam ederek, özgür insanlar yetiştirmeyi bekleyemeyiz, bu yüzden çocuklarımızla kurduğumuz ilişkide yetki ve öncelikleri sorgulamalıyız.

Teşekkür ederim.

Akilah Richards’ın izniyle, TEDxAsburyPark’ta gerçekleştirdiği konuşma metninden çevrilmiştir.

Raising Free People

Bayraklı – Barış Manço Parkı

İzmir depremi sonrasında çadır alanına dönüştürülen Bayraklı Barış Manço parkında, Çiğli Belediyesi ortaklığı ile bir yap-boz oyun etkinliği gerçekleştirdik. Yakaladığımız bir kaç kareyi videoya dönüştüren Oyna Yap Boz ekibinden Elif Kıyak’a teşekkür ederiz.

Fotoğraflar: Buğra Efem Uslu

“Oyun, kimsenin bana ne yapacağımı söylemediği zamanlarda yaptığım şeydir”

Bu röportaj X-X Soru Cevap dizisi kapsamında X-X INSTITUTE ile gerçekleştirilmiştir.

Pop-up Adventure Play’in kurucuları Morgan Leichter-Saxby ve Suzanna Law’dan aldığı eğitimlerle Türkiye’nin ilk oyun kurucusu olan ‘oyun savunucusu’ Özlem Arkun’a sorduk.

Küçük bir kızınız da var bildiğimiz kadarıyla. Oyun sizin için nedir?

Evet, altı yaşında bir kızım var ve doğduğundan beri oyunun ne olduğunu bana anlatabilmek için çok çabalıyor. Onun bunca çabasının ardından anladığım tek şey ise oyunu tanımlamanın çok zor olduğu. Oyun, onu tanımlamak için fazla büyük; yani hiç âşık olmamış birine aşkı anlatmak ne kadar imkânsızsa oyun oynamayı unutan birine oyunu anlatmak da o kadar imkânsız olabilir. Yine de imkânsıza ulaşmanın mümkün olduğuna inanırsak ve denemekten vazgeçmezsek başarmak mümkün olabilir, değil mi? Bence oyunun tanımı biraz bu: Olasılıkların sonsuz olduğu ya da imkânsız olanın mümkün hâle geldiği bir durum; bir aktiviteden ziyade bir his ya da bir zihin durumu.

Ben yine de cevabı bulmakta zorlandığım pek çok şey gibi kızıma sordum: “Oyun nedir sence?” Dedi ki, “Canımın istediğini yapmak.” Bu çok basit ama çok güçlü bir ifade. Benzer bir cevabı sekiz yaşındaki başka bir çocuk vermişti. “Oyun, kimsenin bana ne yapacağımı söylemediği zamanlarda yaptığım şeydir” diyordu. Çocukların her konuda ne kadar basit açıklamalar ürettiğini görmek inanılmaz. Bu beceriyi de artık ‘büyüyüp’, oyun oynamayı bıraktığımız bir yerlerde kaybediyoruz bence. O yüzden yeniden tanımlamaya ihtiyaç duyuyoruz ya da kendimize hatırlatıyoruz belki de: Oyun kendi istediğimiz gibi, ne zaman istersek, nasıl istersek öyle şekillendirdiğimiz bir süreç. Çoğu zaman gönüllü bir şekilde başkalarıyla birlikte olmayı seçtiğimiz, bu birliktelikten keyif aldığımız, keyif almadığımızda bırakıp gitmekte özgür olduğumuz bir ilişki biçimi. Kendimize, çevremize ve diğerleriyle ilişkilerimize yönelen bir keşif; doğrunun ve yanlışın olmadığı, sonsuz kez kurulup bozulabilir bir ‘dünya’. Yaşamsal bir ihtiyaç.

Macera Oyun Alanları’nın ne olduğundan biraz bahseder misiniz?

Macera Oyun Alanları 1940’lardan bu yana Avrupa ve Amerika’da farklı dönemlerde farklı yoğunluklarla uygulama alanı bulmuş ve kendi teorisini pratiğinden yaratmış oyun alanlarıdır. Onları bildiğimiz anlamdaki çocuk parklarından ayıran en belirgin fark, çocuklar tarafından inşa edilmeleri ve dönüştürülebilmeleridir. Hurda Oyun Alanları olarak da tanımlanabilirler, çünkü çoğunlukla hurdaya çıkmış malzemelerin çocuklar tarafından geri dönüştürüldüğü alanlardır. Bu malzemeler arasında keresteler, araba lastikleri, eski mobilyalar ya da giysiler, boyalar, halatlar gibi birçok malzemeyi sayabiliriz. Buradaki bütün malzemeler bu alanda sorumlu olan oyun işçileri (oyun kurucuları) tarafından temin edilir, seçilir, ayıklanır ve çocukların kullanımına sunulur ama malzemenin nasıl kullanılacağına çocuklar karar verir. Yani çocuklar alandaki bir kereste yığınını ateşe vererek büyük bir ateş yakmak ya da bir testere, çekiç, biraz çivi, vida ve matkap kullanarak bir kulübe yapmak konusunda tamamen özgürdür. Oyun işçilerinin işi, çocuklar için tehlike yaratabilecek durumları ortadan kaldırırken, çocukların kendi sınırları denemek için risk almasına izin veren zengin bir oyun çevresi sunmaktır. Yani oyun işçileri keresteleri alana bırakmadan önce üzerindeki paslı çivileri sökerler, ama çocukların kerestelerle çalışırken testere ve benzeri aletleri kullanmasına olanak sağlar ve yardım istediklerinde orada olurlar.

Oyun kurucu olma ateşi nasıl düştü içinize; sizin tabirinizle oyun emekçiliği fikri nasıl gelişti?

Macera Oyun Alanları ile ilk kez Joel Spring’in Özgür Eğitim adlı kitabında karşılaştım. Kitapta The Yard, Robinson Crusoe gibi bazı macera oyun alanlarına değinen bir bölüm vardı. Bunlar bildiğimiz anlamdaki oyun parklarından çok farklıydı. Çocukların kendi dünyalarını yaratmasına olanak sağlayan, ama eğer var olan çevre onlara yetmiyor, onları mutlu etmiyor, ihtiyaçlarına hizmet etmiyorsa ya da sadece çocuklar öyle karar verdiyse, var olanı yıkmakta da tamamen özgür bırakan yerlerdi. Çocukların özgürce kendi dünyalarını yaratıp yıkabildikleri bir yer, bir prova alanı, sonsuz olasılığın mümkün olduğu bir olasılık fikri beni gerçekten büyülemişti. Sonrasında biraz daha araştırmaya başladım ve biraz daha ve biraz daha… Derken kendimi oyun işçilerinin arasında buldum. Ben yaptığım şeyi tanımlarken ‘oyun kurucu’ demeyi tercih etmiyorum, çünkü oyunu çocuklar kuruyor, ben değil. Bu nedenle yaptığım şeye ‘oyun işçiliği’ diyorum, çünkü sadece işçilik yapıyorum: Materyal temin ediyorum, malzemeleri ayıklıyorum, taşıyorum, çocuklar talep ederlerse onlara yardım ediyorum ve bundan çok büyük bir mutluluk duyuyorum. Genç bir insanın hayal ettiğini yapması, kafasındaki her ne ise onu hayata geçirmesi için bir alan açmak, bunu deneyimlerken onun yanında olmak, yaşadığı çatışmalara şahitlik etmek, mutluluğunu paylaşmak, başarısızlığın ardından yeniden denemesine tanık olmak, bana kendi hayallerimde, deneyimlerimde, çatışmalarımda ve başarısızlıklarımda yol gösteren ve güç veren bir deneyime dönüştü.

Ada Düşü Sokak Festivali – Büyükada

Oyun alanı olarak şimdiye kadar nereleri kullandınız ve niye o mekânları kullandınız?

Geçtiğimiz yıldan bu yana Kadıköy’de, Büyükada’da, Çanakkale Bayramiç’te ve Eskişehir’de Yap Boz Oyun Alanları kurduk. ‘Kurduk’ diyorum, çünkü bu oyun alanlarını kurarken benimle birlikte olan oyun savunucusu arkadaşlarım vardı, onların katkıları olmadan bu deneyimi üretmek mümkün olmazdı, katkıları çok değerlidir. Biz bu alanlara Yap Boz Oyun Alanları dedik. Yap Boz Oyun Alanları, Macera Oyun Alanları ile benzer yapıda olmakla beraber, sabit bir araziye ihtiyaç duymuyor ve daha basit ya da daha hafif malzemelerle yapılıp bozulabiliyor. Birbirinden farklı noktalarda kurduğumuz Yap Boz Oyun Alanları’nda karton kutular, kumaşlar, ipler, plastik kasalar, kâğıt rulolar, araba lastikleri, el arabası, minderler, boyalar, yapma çiçekler, kuru yapraklar gibi birçok farklı malzeme kullandık. Bu oyun alanlarının her biri farklı ihtiyaçlar ve koşullarla gerçekleşti. Örneğin Bayramiç’teki, Tohum Takas Şenliği kapsamında tasarladığımız bir Çocuk Sokağı’ydı. Festivalin gerçekleştiği pazar yerinde iki gün süren ve sürekli değişip dönüşen bir Yap Boz Oyun Alanı deneyimledik. Bir korsan istilası oldu, bir kulübe inşa edildi ve sonra yıkıldı, bir havuz yapıldı, sonra bozuldu, piknik yapıldı, karınlar birlikte doydu. Eskişehir’deki ise kent ormanında günübirlik bir oyun günü olarak gerçekleşti. Yaprak yığınları yapıldı, çamurdan kanallar kazıldı ve ateşin etrafında marşmelov kızartılıp yendi. Yani her bir Yap Boz Oyun Alanında, oranın koşulları ve orada bulunan çocuklarla bambaşka bir deneyim ortaya çıktı.

Yap Boz Oyun Alanları genellikle açık havada düzenleniyordu, fakat şu an pandemi sebebiyle hassasiyetler de şekil değiştirdi. Alternatifler neler olabilir?

Evet, Yap Boz Oyun Alanları genellikle açık havada, zaman zaman ise kapalı alanlarda düzenlenebiliyordu. Pandemi sebebiyle tüm dünyada değişen koşullarda birçok farklı uygulama ortaya çıktı. Amerika’da bazı mahallelerde insanlar kendi evlerinin bahçesinde, komşu çocuklarla sosyal mesafeli oyun alanları kurdu. İngiltere’de trafiğin tamamen azaldığı bazı kaldırımlar, hatta caddeler oyun alanına dönüştü. Çocuklar mahallenin farklı yerlerine tebeşirlerle, haritalarla ya da sakladıkları oyuncaklar bırakarak birbiriyle oynamanın bir yolunu buldu. Hatta oyun işçiliğinde online oyunlar üzerine farklı pratikler ve tartışmalar ortaya çıktı. Aslında pandemi süreci ve var olan bu durum bizi farklı olasılıkları düşünmeye zorladıkça yeni yöntemler geliştirmek de kaçınılmaz olacak. Bu noktada, kendi ihtiyaçlarımızı, koşullarımızı ve çevremizi gözeterek, kendimiz için en olasılıksız olasılıkları bile olası hâle getirmenin çok da zor olmadığını düşünerek başlayabiliriz bence.

Bu yazı 15.08.2020 tarihinde Manifold Press‘te yayınlanmıştır.

“Eğitim bir Özgürlük Pratiğidir”

Geçtiğimiz Şubat ayında, Zakiyya Ismail TedxLyttletonWomen’da Eğitim bir Özgürlük Pratiğidir başlıklı bir TedX konuşması yaptı. Bu konuşmanın videosunu ve konuşma metnini yayınlamamıza nazikçe izin veren Zakiyya İsmail’e teşekkürler.

Ben bir okulzedeyim. İyi iş çıkardım ve ebeveynlerimi gururlandırdım. Ama bunun bir bedeli oldu. Zorunluluk, boyun eğme ve rekabet üzerine kurulu bir sistemde iyi iş çıkarmak; içimdeki çocuğa, meraklarıma ve bağlanma ihtiyacıma ihanet etmemi gerektirdi. Yine de atlattım; çoğu zaman…

Çoğumuz atlatıyoruz değil mi? Neden? Neden ben 12 yıl boyunca ölüm kalım mücadelesi vermek zorundayım? Hem de eğitim, gelişmek ve özgürlükle ilgili olmalıyken. Peki atlatamayanlara ne oluyor? Bunlar eğitim okumak için yola çıktığımda kafamdaki sorulardı. Çok fazla şey öğrenmedim ama unutulmaz bir satıra rastladım… “Öğrenme; bilgide, yetenekte ya da beceride deneyim aracılığıyla gerçekleşen, nispeten kalıcı değişimdir”. Nispeten kalıcı değişim. Şimdi eğer öğrenme nispeten kalıcı bir değişim ise, o zaman ben 12 yılı okulda ne yaparak harcadım? Çünkü ben hiç bir “nispeten kalıcı değişim” yaşamadım. Benim yöntemim şuydu, sınav için çalış, sınavı geç ve unut. Tanıdık geldi mi? “Öğren, sınava gir, unut” sistemi; otuz yıl önce ben oradayken, okulların olağan yöntemiydi. Çok fazla şey değişmedi. Bu öğrenme değil. Bu kısa süreli ezberleme.

Milyonlarca çocuğun içinde olmaya zorlandığı ama çok az öğrenmenin gerçekleştiği bu kurumdan, bu öğrenme yerinden kaçışın olmaması beni rahatsız etti. Ve hayatımızın o kadar çoğunu tüketiyor ki, 12- 15 yıl boyunca! Bunu deneyimledim, hayatta kalmayı başardım ve çok az öğrendim.

Nasıl oluyor da bu kurumun böylesi büyük bir etkisi oluyor. Bunun; öğrenme, eğitim ve toplumla olan ilişkisi nedir? Bu soruların cevabı kurumsal kutunun içinde bulunamaz. Dışarıya çıkmak ve kendi öğrenme yolculuğumu yaratmak zorundaydım. Kitaplar, bloglar ve videoları kullandım, ve ilişkilenecek birçok öğrenme topluluğu buldum. Okul sisteminin dışına çıkan aileler, özyönelimli eğitim merkezlerinde yer alan insanlar, topluluk öğrenme merkezleri ve ekoversiteler. Bu arada, öğrenme sürecimizi kendimiz yürüttüğümüz zaman öğrenme genel olarak nasılsa, benim öğrenme yolculuğum da şans eseri neredeyse öyleydi. İçsel motivasyon, kaynaklara erişim ve meraklı olma ve sorular sorma özgürlüğü… Yoldan sapma, yavaşlama, hızlanma özgürlüğü… Ve öğretmenlerimizi ve öğrenme topluluklarımızı seçme özgürlüğü.

İşte öğrenirken özgür olmak buna benziyor. Bazı cevaplar da buldum. Benim tahayyül ettiğim eğitim, köklerini çocuk haklarından, özgürlükten alıyordu ve toplumsal bir dönüşüme yöneliyordu. Bizim için bu, işbirliği ve toplulukla birlikte özgürce yaşama ve öğrenme pratiği olarak okulsuzluğa benziyordu. Kendi öğrenmem üzerine düşünme sürecim, bizim yolumuzu okulsuzluğa çıkardı, kendi öğrenme pratiğimden ayıkladığım değer ve prensipler ve sonuçta bilinçli olarak gerçekleştirdiğim eylemler… Eğitim budur. Bu düşüncenin eyleme dönüşme süreci, işte bu öğrenmeyi eğitime dönüştüren şey.

Eğitim tamamen içsel bir süreç. Kimse bize eğitim veremez. Kimse, kendi öğrenme sürecimizden hangi değer ve prensipleri çekip çıkaracağımızı tanımlayamaz. Eğitim, kendi doğamızla ve öğrenme kaynaklarına erişimimizle şekillenen, kendimiz için eşsiz olarak yarattığımız bir şeydir. Bizim eğitim hakkımız var. Bu birçok uluslararası anlaşma ile tanınmış bir insan hakkı. Fakat bu, diğer haklardan farklı. Bu uygulanması zorunlu olan tek hak! Rıza aranmıyor. Evet -hakkınız var- bu zorunlu bir hak. Rızaya gerek yok. Aynı zamanda kısıtlı bir hak. Yani bizim eğitim hakkımız zorunlu bir uygulama halini alıyor ve sadece zorunlu okullaşma* ile.

Özgürlük bunun neresinde? Bu hak değil; bu mecburi eğitim görevi! Zihinlerimizin belirli bir akıbete koşullandırıldığı, 12 yıllık bir zorunlu hizmet. Ya da Sir Ken Robinson’un dediği gibi, zihinlerimizin madenleştirilmesi*. Fakat zorunlu okullaşma şu anki haliyle sınırlı ve uygulamada kısıtlı.

Zorunlu okullaşma diyor ki: Öğrenmenin gerçekleştiği bütün zengin yöntemlere HAYIR. Meraklarımızı ve düşüncelerimizi keşfetmeye HAYIR. Bunun yerine bizi sınıflara kapatıyor ve erişebileceğimiz bilgiyi kısıtlıyor. Bu haliyle, zorunlu okullaşma, eğitim hakkımıza bir saldırı. Bu tek bir zorunlulukla, başka bir çok hakkın saldırıya uğradığı bir bataklığa doğru inen kaygan bir yamaç başlıyor.

Kendi okul deneyiminizi hatırlıyor musunuz? Berbat bir okul üniforması; hiçbir zaman havaya uygun olmayan ya çok sıcak, ya buz gibi, cinsiyet ayrımcılığını gözümüze sokar. Ve o korkunç denetlemeler? Saç, tırnaklar, takılar. İhtiyacın olduğunda tuvalete gitmekte özgür olmamak? Bu ne demekti? Bu insanlık dışı değil mi?

Zorlama varsa baskı vardır. Ve bu haliyle zorunlu okullaşma baskının bir aracıdır. Gençleri insani niteliklerinden yoksun kılarken farkında olmadan yarattığımız şey de yine ötekileştirilmiş başka bir topluluk. Kaçımız çocuk statüsüne geri dönmeye istekli? Böylesi insanlık dışı bir deneyimi yeniden yaşamaya? Kaçımız bu insandışılaştırmayı hayatımızdaki genç insanlar üzerinde uyguluyoruz? (Yapmamaya çalışsak bile)

Hiç ağzınızdan şu cümleler çıktı mı? “Bana çocuk gibi davranma” ya da “Ben çocuk değilim”. Aslında ne diyoruz? Bana bu şekilde saygısız davranma. Bana nasıl hissetmem gerektiğini söyleme ya da hissettiklerime nasıl tepki vermem gerektiğini. Bana insan değilmişim gibi davranma! Öyleyse çocuklara böyle davranılmasında neden sorun yok? Daha da kötüye gidiyor. Yalnızca çocuklara ötekileştirilen bir grup olarak davranılmıyor aynı zamanda küçümsenen bir grup olduklarını da öğreniyorlar. Çocuk ya da bebek kelimesi bir aşağılama olarak kullanılıyor. Çocukça kelimesi genellikle negatif bir niteleme olarak kullanılıyor. Ve çocuklar bunu kendi kimlikleri olarak duyuyor ve okuyorlar.

Dr Stacey Patton, çocukların baskı altına alınması ve kendimizi içinde bulduğumuz toplum arasındaki rahatsız edici bağlantıyı işaret eden az sayıdaki bilim insanından biri, bir çocuk hakları savunucusu. Bence, işte bu yüzden, çocuklarla nasıl yaşadığımız ve onların erişebildiği eğitim olanakları, birer toplumsal adalet meselesi. Diyor ki, herhangi bir ırk, cinsiyet, sınıf ya da cinselliğe dayanan toplumsal bir baskı düzenini; her bir genç insan neslini dünyaya gelir gelmez yok etmeden, yeniden üretemezsiniz. Üzücü bir şekilde hepimiz bu baskıyı hayatlarımızın ilk 18 yılında deneyimliyoruz.

Bu baskının bir adı var, aslında iki: Yetişkincilik ya da Çocukçuluk. Yetişkincilik, yetişkinlerin genç insanların üzerine hakimiyetini kabul eden ve yetişkinlerin gençleri baskılamasına neden olan otomatik bir varsayımdır. Bu yapısal bir düzeyde – örneğin zorunlu okullaşma ile- ve bireysel bir düzeyde, baskın ebeveynlik ile gerçekleşir. Ve sonra, sevgimizin en derininden ve en iyi niyetlerimizden alıp; gelecek bir nesli bu korkunç deneyimin içine bırakırız. Onları öğrenmelerine ket vuran, eğitim haklarına saldıran, onları insan yerine koymayan okullara gitmeye zorlarız. Bu gerçekten de her bir genç insan neslinin yaşamasını istediğimiz bir deneyim mi?

Tüm bunların sonucunda, kendimizi içinde bulduğumuz toplumdan hoşlanıyor muyuz? Ben hoşlanmıyorum. Bence bu toplum parçalanmış, saldırgan ve yokedici. Ve bize bu döngüyü kırmamız için yalvarıyor. Bu döngüyü kırabiliriz! Bir baskı aracı olarak okulların yerine, bir özgürlük pratiği olarak eğitimi koyarak bu döngüyü kırabiliriz. Genç insanlar üzerinde baskı kurmak yerine onlarla işbirliği yaparak bu döngüyü kırabiliriz. Toplulukça işbirliği lehine bireysel rekabeti en aza indirerek bu döngüyü kırabiliriz.

Sonuç olarak ortaya ne çıkabilir? Anaakım yerine Çokluakım, travma yerine sağlamlık, öğrenme hiyerarşileri yerine öğrenme toplulukları. Eğer ben sağlamsam ve parçalanmamışsam ve her birimiz sağlamsak ve parçalanmamışsak; o zaman bizim yarattığımız topluluk da sağlamdır ve parçalanmamıştır. Ve eğer topluluğumuz sağlamsa ve parçalanmamışsa, o zaman her birimiz serpilip gelişebiliriz… Ben varım, çünkü biz varız! Güney Afrika’da buna Ubuntu diyoruz. Bir özgürlük pratiği olarak eğitim, Ubuntu felsefesiyle desteklenir. Bir Ubuntu Pedagojisi!

Sizleri öğrenmeyi yeniden hayal etmeye, eğitimi yeniden hayal etmeye ve topluluğu yeniden hayal etmeye davet etmek için buradayım. Bu hayallerin diğer tarafında, çocukları onurlandıran hayret verici bir dünya uzanıyor. Hadi orada buluşalım.

Zakiyya Ismail Eğitimde bir özgürlük savunucusu. Üç çocuğu her zaman okulsuzdu. Okulsuzluğun dekolonizasyonla, toplumsal dönüşümle olan ilişkisine dair izlenimlerini ve okulsuzluğun toplumsal adaletin yaratılmasındaki rolünü sürekli paylaşıyor ve destekliyor.

*zihinlerin madenleştirilmesi: Belli türde bir çıktı almak amacıyla, zihnimizin alt üst edilerek, gelecekte bize hizmet edemeyecek hale getirilmesi olarak açıklanmıştır.

Çeviri: Özlem Arkun

Düzenlemeler için Gamze Boztepe ve Sinan Erdoğan’a içten teşekkürler.

COVID-19 Çağında Evokulluluk: Altı Okulsuz Ebeveynden Tavsiyeler

Aşağıdaki metin I’m Unschooled. Yes I Can Write adlı blogdan alınarak çevrilmiştir. Idzie Desmarais’e Teşekkürler.

***

Zor zamanlar yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde bu krizle başa çıkmaya çalışırken, herkesin hayatı altüst oldu. Ve bu kadar ani olan değişimlerden biri de, böyle bir pozisyonda olacağını hiç beklemeyen sayısız insanın bir anda kendini bir tür evokulluk yaparken bulmasıydı. Biraz daha ilerlemeden önce belirtmeliyim ki, normalde evokulluluk buna pek benzemiyor, ve böyle olmaması da gerekiyor. “Ev” kısmı okulsuz ailelerin evlerine zincirlendikleri anlamına gelmiyor, aslında evokullular genellikle çeşitli kurslardan, evokullu kooperatiflerinden, spor faaliyetlerinden, topluluk merkezlerinden, müzelerden, parklardan ve kulüplerden oldukça faydalanıyor. Bu hepimiz için izole edici bir zaman, tabi ki normalde okula gitmeyenlerimiz için de öyle. Ama aynı zamanda, bazı açılardan hali hazırda, öyle ya da böyle evokullu olanlar için bu süreç biraz daha tanıdık. Okul-suz kısmı oldukça aşikar, ama bu aynı zamanda aile olarak birlikte çokça zaman geçirmek ve çokça yapılandırılmamış zaman demek. Bunu akılda tutarak, umuyorum ki halihazırda öz yönelimli, okul dışı, hayat boyu öğrenmeyi savunan, bir kaç okulsuz ebeveynin düşüncelerini ve tavsiyelerini paylaşmak faydalı olacaktır. Söylediklerinde birbiriyle örtüşen yanlar olduğu gibi bazı ilginç farklılıklar da var ve umarım en azından bazı sözleri sizde de karşılığını bulur, sizi rahatlatır ya da fikirler verir. Bu bir deneme zamanı, ve umarım bundan mümkün olduğu kadar çokça nezaket ve sakinlikle çıkabiliriz.

Zakiyya Ismail

Günümüz batı toplumunun belirgin özelliklerinden biri ayrışma. Bir çok aile – tercih ya da gerekliliklerden dolayı- günlerinin en güzel kısımlarını birbirinden ayrı geçiriyor. Genellikle bu ayrışma kopukluğu da beraberinde getiriyor. Bu reçete edilen fiziksel/sosyal mesafelenme bize beraberliği bahşetti. Fakat beraberlik, ayrılıklara alışkın olduğumuzda, her zaman kolay değil. Bu nedenle, birlikte olmayı, ortak bir ritmi bulmayı öğrenirken, birbirimizin etrafında ve birbirimizle dans ederken başka bir şeye ihtiyacımız var; “Sevecenlik”. Bu yüzden dans edin! Dansedin ve çocuğunuzla birlikte olmanın tadını çıkarın.

Ayrışmayı sürdüren online dersleri ve sonsuz etkinlik listelerini unutun ve bağlanmayı kucaklayın. Bu listelerin bir değeri var. Birer araç olarak. Hedef değil. Kendi listenizi yapın. Ailenizdeki bağları kuvvetlendirmenin farklı yollarının listesini çıkarın. Bağ kurmanın her bir insan için, bir çok yolu var. Bağlanmak sohbet etmeye, şaka yapmaya, en sevdiğin yemeği pişirmeye, rüyalarını ya da sırlarını paylaşmaya, hayal oyunları oynamaya, yaratmaya, sessizce oturmaya, beraberce oturmaya ve kendi kendine oturmaya benzer. Bağlanmak, sizin zihinsel ve ruhsal sağlığınız ve tüm ihtiyaçlarınızı karşılamak için bulduğunuz ortak bir dil gibidir. Ancak çoğunlukla bağlanma yargılarımızı ön kapıdan, beklentilerimizi ise arka kapıdan dışarı attığımızda ve sadece çocuklarımızla olduğumuz zaman, ortaya çıkan şeyi kucakladığımızda gelir.

Zakiyya Ismail, 20, 21 ve 13 yaşlarında üç okulsuz annesi. Websitesi Growing Minds’ı Twitter ve Instagram’da bulabilirsiniz.

Tiersa Mcqueen

Gevşeyin. Evde okulu kopyalamanın cezbedici olduğunu biliyorum, ama ebeveynlere kendi ritimlerini bulmayı ve aile olarak bir yol açmalarını öneriyorum. Koronavirüs bizi bilinmeyen bir bölgeye koydu ve gerçekten yarının ne getireceğini hiç bilmiyoruz. Bu belirsizlik bize okulun bir şeyleri yapma biçiminden ayrılıp, bizim kendine has çocuğumuz için en faydalı olacak şekilde bir şeyleri yapma fırsatı veriyor. Keyif alın. Çocuklarınızla neyi yapmaktan keyif alıyorsunuz? Özel bir tarif yapmak? Video oyunları oynamak? Sohbet etmek? Resim yapmak? Birlikte kitap okumak? Onlarla ne yapmaktan hoşlanıyorsanız, şimdi onu daha fazla yapın. Onlarla geçirdiğiniz vakitle bağlarınız güçlenecektir. Onlarla oynayın ve bırakın oynasınlar. Bırakın, oynamaları gerektiğini düşündüğünüzden daha da çok oynasınlar.

Çocuklar oynayarak epey çok öğrenirler. Çocuklarınızla gülmeye zaman ayırın. Bu sadece birbirinize daha yakın hissetmenizi sağlamaz aynı zamanda bu kafa karıştırıcı dönemde onların kaygılarını da azaltır. Bırakın yaşayarak öğrensinler. Çocuklar fevkalade esnektir ve yetişkinlerin sandığından çok daha fazlasını anlayabilirler. Şu anda normalde sadece yaz tatilinde sahip oldukları bir özgürlüğe sahipler. Şimdi onlara meraklı olma ve kendi eğitimlerinde özyönelimli olma şansı vermenin zamanı. Son olarak, beklenmedik evokullu ebeveynlere tavsiyem, bu dönemin nasıl hatırlanmasını istedileri üzerine düşünüp taşınmaları.

Maya Angelo’nun meşhur bir sözü var; “İnsanlar söylediklerinizi unutur, insanlar ne yaptığınızı unutur, ama insanlar asla onlara nasıl hissettirdiğinizi unutmaz.” Sizin çocuklarınız da evokullu deneyimleri süresince yapmak zorunda oldukları çalışma sayfalarının içeriklerini, sanal öğrenme sitelerini unutacaklar, ama bu süreç boyunca evde ailesiyle birlikte olmanın nasıl hissettirdiğini asla unutmayacaklar. Ebeveynlerinin bu sürece nasıl tepki verdiğini hatırlayacaklar, çünkü sizi izliyorlar ve öngörülemeyen birşeyler olduğunda bununla nasıl başa çıkacaklarını sizden öğreniyorlar.

Tiersa Mcqueen, 9 yaşında ikizler ve 12, 14 yaşındaki okulsuzların annesi. Onu da Twitter’da bulabilirsiniz.

Fotoğraf: Aaron Burden Unsplash

Vina Joy Duran

Bu pandemi, gerçekten bizim toplumumuzun adaletsiz yanlarını gösteren bir ayna oldu, buna yetişkinlerin çocukların üzerinde kontrol ve güç sahibi olmasının meşrulaşması da dahil. Bu, herhangi birine kişisel olarak yakıştırdığım bir yargıdan ziyade, yapmak zorunda olduğum önemli bir toplumsal eleştiri çünkü buradan iyi bir şey çıkacaksa, bu krizin ışık tuttuğu şeyleri yeniden düşünme fırsatı yaratarak mümkün olacak. Ancak bundan sonra yeni bir şey yaratabiliriz. Eğer bütün bunlardan hissettiğiniz rahatsızlıkla oturabiliyorsanız, işte size pek rağbet görmeyen tavsiyem: Bırakın çocuklarınız oynasın. Evet, sadece bırakın oynasınlar. Bu zaten hepimiz için oldukça stresli bir zaman. Sağda solda ebeveyn grupları arasında paylaşılan sert Coronavirus programını bir kenara bırakın. Lütfen. Evde okulu kopyalamayın.

Çocuklarınıza sadece onların olan, yapılandırılmamış zamanı ve mekanı verme fırsatını boşa harcamayın. Şu anda çocuklarınız tüm bu özgürlükle ne yapacağını bilmiyor olabilir, özellikle de daha uzun zamandan bu yana kapatılanlar. Çocuklarınız bir programlarının olmasına ve zamanlarını ne yaparak harcayacaklarına başkalarının karar vermesine alışkınlar. Bu yüzden onlara bu özgürlük hediyesini verin. Onlara sadece oynama, yeni bulunan bu boşlukla ne yapacaklarını keşfetme, yeni bir hobi bulma, ve onlarla gerçekten beraberce yapmak istediğiniz şeyleri bulma hediyesini verin. Bırakın günlerine kendileri karar versin. Bırakın sıkılsınlar. Sıkılmak ne güzel bir hediyedir. Sıkıntıdan çıkanlar inanılmazdır. Eğer çocuklarınıza tamamen özgürlük vermek sizi çok kaygılandırıyorsa, o zaman herkese iyi hissettirecek esnek ve serbest ritimler yaratın. Onlarla hayatı eyleyin. Çocuklarınızın her zaman öğrendiğine güvenin.

Ve işte hepsinden daha radikal bir fikir: Bırakın onlar SEÇSİN.

Vina Joy Duran 11 ve 4 yaşında iki okulsuz annesi. Vina daha önce kendi facebook hesabında yayınladığı daha uzun bir posttan yaptığım bu alıntıyı paylaşmama izin verme nezaketini gösterdi.

Jennifer Vogel McGrail

Bunlar belirsiz zamanlar. Bir çok insan ya çocuk bakımının bir yolunu bulmaya çalışıyor ya da bir sonraki maaşının nereden geleceğini düşünüyor. Eğer siz bir anda kendinizi çocuklarınızla birlikte evde kalırken bulduysanız, ne mutlu! Bu bir çok insanın ulaşamadığı bir fırsat. Çocuğunuzun okulu ev ödevleri yolluyor ya da sanal derslere geçiş yapıyor olabilir, sizin işiniz tadını çıkarmak. Bunu bir tatil gibi düşünün. Çocuklarınızın etrafta olmasının tadını çıkarın. Onlarla bu biricik zamanı birlikte geçiriyor olmanın tadını çıkarın. Başka türlü mümkün olamayacak olan, bu kısa anın tadını çıkarın.

Bu zamanı onlarla bağ kurmak için kullanın. En sevdikleri video oyunlarını oynarken (ve bir çok soru sorarken!) onları izleyin, onlarla kitap okuyun, kek pişirin, kutu oyunları oynayın, el işi yapın, koca bir kase mısır patlatın ve film izleyin, birlikte müzik yapın, size en sevdikleri Tik Tok danslarını öğretmelerine izin verin, aptalca videolar yapın ve bir sürü selfie çekin. Hayatları hakkında, arkadaşları ve dersleri hakkında konuşun. Hissediyor olabilecekleri korku ve belirsizlik duygularını yatıştırın. Güvende olduklarını hatırlatın. Onları tamamen yeni bir düzeyde tanıyın. Onların olduğu yerde buluşun. Odağınızı panikten, minnettarlığa çevirin.

Çocuklarınızla birlikte olacağınız bu beklenmedik zaman bir ceza değil bir lütuf. Bu zamanı çocuklarınızı gerçekten anlamak, onları takdir etmek ve tadını çıkarmak için harcayın ve okulda neler kaçırmış olabileceklerini düşünerek endişelenmeyin. Bu onların hayatında garip ve kafa karıştırıcı bir dönem ve sizden yani bu dünyada en çok güvendikleri insandan aldıkları, okulda öğrenecekleri herhangi bir şeyden çok daha kıymetli.

Jennifer Vogel McGrail, 23, 19, 15, ve 12, yaşlarındaki okulsuzların annesi ve The Path Less Taken adlı blogun yazarı.

Fotoğraf: Johnny Wall

Iris Chen

Çoğumuz yetişkinlerin ve çocukların hayatını ayrı bölmelere ayırmaya koşullandık. Yetişkinler genelde yetişkince şeyler yapmaya giderler, çocuklar da çocukça şeyler yapmaya ve bu ikili yatma saatinden önceki kaotik bir kaç saat dışında bir araya gelmez. Yetişkinler çocukları nasıl kontrol edeceklerini, nasıl eğlendireceklerini, nasıl eğiteceklerini bilirler ve çocukları sürekli meşgul tutarlar, ama aslında onlara bir şey yapmadan, onlarla birlikte basitçe hayatı yaşamayı bilmeyiz…

Covid 19 ile ilgili durum korkutucu ve bunaltıcı, ama aynı zamanda kendimizin olduğu kadar onların da temsilini, sınırlarını, bireyselliğini, ilgilerini ve ihtiyaçlarını onurlandırmayı deneyimlemek için bir fırsat olabilir. ONLARA bir şey yapmak yerine, ONLARLA olmayı deneyimlemeye nasıl başlayabileceğimize dair işte bir kaç fikir: Bağ kurun. Akademik şeyler hakkında fazla endişelenmeyin. Bu belirsiz zamanlarda, umursanacak son şey çocuğunuzun kesirleri toplayıp toplayamadığıdır. Bunun yerine, üretkenlikten ziyade, ilişkinizi ve bağınızı hedefiniz yapın. Ortaya çıkabilecek tüm güçlü duygular için yer açın.

Onların bağımsızlığına saygı gösterin. Duygusal olarak bağlanmak, göbekten bağlı olmak anlamına gelmez. Aslında bu birbirimizden bağımsız olarak bir şeyler yaparken daha rahat olmamız anlamına gelebilir çünkü birbirimize güveniriz. Her dakikalarını planlamaya çalışmak ya da kontrol etmeye çalışmak yerine, onlara seçmeleri ve günlerini kendilerinin yönetmesi için özgürlük verin. Eğer fikirlere ya da yapılara ihtiyaçları varsa onlara destek olun fakat zorlamayın ve ultimatomlardan kaçının.

Sınırları konuşun. Herkesin nasıl güvende olacağı ve herkesin ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağına dair bir aile toplantısı yapın. Kazan-Kazan çözümleri üzerine beyin fırtınası yapın, böylece hem çocuklar hem de yetişkinler kendilerine saygı duyulduğunu ve değer verildiğini hissetsin. Çocuklar sonrasında sizin temizlemek zorunda kalacağınız koca bir dağınıklık yaratmadan, nasıl kağıt hamuru ile deneyler yapabilir? Çocuklar evin içinde Nerf kovalamacası oynarken, siz yapacağınız online toplantı için ihtiyacınız olan huzur ve sessizliği nasıl bulacaksınız?

Biz yetişkinler olarak çocuklarımızla uzlaşmaya ve onları dinlemeye istekli olduğumuz zaman, çoğunlukla onlar da aynını yapıyorlar. Çocuklarla baskıya değil de işbirliğine dayanan bir ilişki biçimini nasıl geliştireceğini öğrenmek radikal bir yaklaşım değişikliği. Şu an, bunu deneyimlemeye başlamak için neredeyse herhangi bir zaman kadar iyi bir zaman.

Iris Chen, 12 ve 10 yaşlarındaki okulsuzların annesi ve Untigering isimli blogun yazarı.

Kelly Hogaboom

Hepimizi etkileyen ekonomik ve pratik uygulamalar dışında, çoğu okullu ebeveyn ve bakım verenin, çocuklarının sıkılmasından ya da okuldan geri kalmalarından endişe ettiğini görüyorum. Buna, bir çok okulsuzun “endişelenme, sadece sakin ol, dinlenme zamanı” nın farklı versiyonları ile karşılık verdiğini görüyorum ve tabiki hayat boyu okulsuzlar olarak bununla ne kastedildiğini anlayabiliyorum.

Benim ailem bu anlamda neredeyse yirmi yıldır “evden çıkmıyor” ve hiç bir zaman ne “sıkıldık” ne de “geride kaldık”. Ancak gerçek şu ki okullu aileler, okullaşma anlayışına ve girişimci bir hayat tarzı ve dünya görüşüne alışkınlar. Ebeveynler ve çocuklar şu anda çok fazla kaygı yaşıyorlar ve ebeveynlerin çoğu böylesi bir gerginlik altındayken, kendilerine güvenerek okulsuz bir anlayışa geçemeyecek. Kendine güvenmek bir anahtar ve kendine güven böyle zamanlarda az bulunabiliyor.

Benim ebeveynlere önerim öz bakım yapmaları, haberlere kısa süre bakmaları (ve sonra kapatmaları) ve bedenlerine en iyi gelecek alışkanlıklar edinerek kaygılarını azaltmaları olacak. Bir ebeveyn olarak, kendime koşulsuz bir şekilde şiddetle dikkat etmenin, bana çok fazla faydası oldu, böylece sürekli olarak kaygımı çocuklarıma aktarmıyordum. Duygusal süreçlerimizdeki ihtiyaçlarımız kısmını, güvendiğimiz yetişkin arkadaşlarımıza, destek gruplarına, terapistimize ya da ruhsal danışmanlarımıza bırakabiliriz.

Hadi, kendimize dikkat edelim ki çocuklarımıza dikkat edebilelim. Bir çok çocuk çevrimiçi ve bu dönemde onları destekleyecek arkadaşlıklara ve harika topluluklara sahip. Çocukların ve ergenlerin en çok ihtiyacı olan şey güvenli, besleyici, bağlı ve sakin bir ev. Bazı şeyleri o yöne çekebilmek için ne yapmamız gerekiyor? Bu türden değişiklikleri yapmak için hiçbir zaman çok erken ya da çok geç değildir.

Kelly Hogaboom, 16 ve 18 yaşındaki iki okulsuz annesi aynı zamanda Bespoke Hogaboom’da elbiseci ve tasarımcı.

Kaynak: I’m Unschooled Yes, I Can Write

Siyanür Zehirlenmesinde Nasıl Hayatta Kalınır

Bu yazı Ocak 2020′ de Tipping Points Magazine‘ de yayınlanmıştır.

Savaşımın koşulları eşit değil, çünkü eğitimi, dini, yasaları, orduları ve aşağılık hapishaneleri nefret dolu insanlar yönetmektedir. Bütün çocukların özgürlük içinde iyi insanlar olarak büyümesi için yalnızca bir avuç eğitimci çaba göstermektedir. Çocukların büyük çoğunluğu yaşam karşıtlığını benimseyip destekleyenler tarafından nefret dolu ceza dizgesiyle biçimlendirilmektedir.

Bu duygusuzluğa inananlarla yaşama inananlar arasında yer alan bir kuşaktır. Hiç kimse tarafsız kalamaz bu ölüm demek olur. iki yandan birinde yer almak zorundayız. ölümün yanında yer almak sorunlu çocuklar yaratır yaşamın yanında olmaksa bize sağlıklı çocuklar kazandırır.
 –A.S. Neill1

Epeyce bir süredir içinde yaşadığımız ve çocuklarımızı yetiştirdiğimiz bu sistemin bizi nefessiz bıraktığını düşünüyorum. Bunu düşündükçe de içinde yaşadığımız sistemin, yaşamdan çok ölüme hizmet ettiğine dair daha çok kanıt buluyorum. Tıpkı siyanüre maruz kalıyormuş gibi, fark etmeden belki sadece hafif bir acıbadem kokusuyla bizi yavaş yavaş zehirlediğini ve hayatta kalabilecek tek bir nokta bırakmadığını düşünüyorum. Bu sisteme siyanür sistemi adını verdim, ve bu çocukluğumuzdan başlayarak bizden ölü insanlar yaratmaya ya da en iyi ihtimalle etrafımızda olan her şeye gözlerimizi kulaklarımızı kapayıp, sessiz kalmaya zorlayan, binlerce ilmekle örülmüş bir sistem. Ve konu ebeveynliğe, okullara ya da konvansiyonel eğitime gelirse, bunlar en ölümcül ilmeklerin çoğunu oluşturuyorlar…

Yapmakta olduğum benzetme, bazı okuyucular tarafından absürd, gerçek dışı hatta saçma sapan olarak değerlendirilebilir. Bazı noktalarda abartılı ifadeler olduğuna katılabilirim yine de tüm bu benzerlikleri öylece görmezden gelemediğimi de söylemek zorundayım. Anlatacağım hikayelerin tümü gerçek hikayeler olduğunu düşününce ve bu hikayeler kafamın içinde dönüp durmaya devam ettikçe, çoğu zaman keskin bir acıbadem kokusu duyuyorum ve zorlukla nefes alıyorum.

Kimseniz kalmazsa, umudunuz da kalmaz mı?

Bundan birkaç ay önce, sabah haberlerini okurken, bir habere rastladım. İstanbul Fatih’te dört kardeş birlikte intihar etmişti. Kapının üzerine “içerde siyanür var polisi arayın” notu bırakan kardeşler, yataklarında yan yana yatarken bulundular. İlk bakışta, 48, 54, 56 ve 60 yaşlarındaki bu kardeşlerin neden birlikte intihar ettiğini kavramak zordu. Fakat kısa zamanda bu insanlara ailelerinden yüklü bir borç kaldığı, ikisinin kronik hasta olduğu, evdeki tek maaşa haciz konulduğu, borç ve icra denizinde yüzerken kiralarını, faturalarını da aylardır ödeyemedikleri hatta ekmeği bile borçla aldıkları ortaya çıktı. Onların ölü bulunduğu gün elektrik idaresi yaklaşık 600 liralık borcundan dolayı evin elektriğini kesti. Oya, Cüneyt, Kamuran ve Yaşar kendilerinden başka kimseleri olmadığından denemekten vazgeçtiklerinde, aynı nedenden dolayı kimsesizler mezarlığına gömüleceklerdi, ne varki eski bir dostları cenazeleri teslim aldı da isimleri ile gömüldüler…

Bu olay kadar trajik bir şekilde olay bir hafta kadar tartışıldı. Hükümet ekonomik koşullardan dolayı eleştirildi, hatta bazı eylemler yapıldı. Fakat bütün suçu ekonomik koşullara atmak doğru muydu? Eğer çevrelerinde apatik bireylerden oluşan bir kitle yerine, onlara destek olan, cesaretlendiren ve birlikte çözüm üreten insanlar olsaydı, yine de umut etmekten vazgeçerler miydi? Bu hala sırrını koruyor…Yaşarken kendi hayatlarını ilgilendiren konularda kararlarına danışılmayan bir toplumda, kadınların ya da çocukların “intihar ederken” de fikirleri sorulmayacaktır elbette.

Başkasının yerine karar vermek ne zaman zararsızdır?

Bu olayın hemen ardından, baba, anne ve 9 ve 5 yaşlarındaki 2 çocuğun hayatını kaybettiği başka bir siyanür ölümü gerçekleşti. Baba “hayatımıza son veriyoruz” diye bir not bırakmıştı ama bu kez sahne biraz daha farklıydı. Baba, çocukların ellerini tutuyordu ama anne çamaşır asarken yığılıp kalmıştı. Hayatına son vermeye karar veren biri neden çamaşır asar?

Babanın geride bıraktığı nota rağmen, onun diğerlerinin hayatlarını sonlandırmaya karar verdiği aşikardı. Bu planlanmış cinayet başka cinayetleri de tetikledi. Bir hafta sonra üç kişilik başka bir ailenin siyanür zehirlenmesinden hayatını kaybettiği haberlerdeydi, bu kez anne kaçmaya çalışırken kapının eşiğine yığılmıştı….

Tüm bu olaylarda, başka birinin yaşamına son vermeye karar vermek normalmiş gibi, finansal zorluklar ve depresyon tartışmaların ana odağı oldu. Gerçekte babalar, kadınların ve çocukların kendisinden güçsüz olduğuna ve onun ardından hayatta kalamayacaklarına dair bir inancı meşrulaştırıyorlardı. Yaşarken kendi hayatlarını ilgilendiren konularda kararlarına danışılmayan bir toplumda, kadınların ya da çocukların “intihar ederken” de fikirleri sorulmayacaktır elbette. Üstüne üstlük yaşadığımız toplumda “birisi için en iyi olan şeye, bir başkasının karar vermesi” meşru görülüyor hatta teşvik ediliyor. Son olarak hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu erkekler kibar ve iyi insanlar olarak anılıyorlar, fakat öyleyse kötülük nerede saklanıyor?Acaba bilginin kontrol edilmesi, manipulasyon ve durmaksızın bir zihin kontrolü üzerine kurulu, itaati, kendini feda etmeyi kutsayan bir sistem içinde mi yaşıyoruz?

“Tatlım, bu senin iyiliğin için…”

“Ne kadar üzücü bir gerçektir ki, en büyük kötülükler, iyi ya da kötü olmaya bir türlü karar veremeyen kimseler tarafından yapılır.” –Hannah Arendt2

Goebbels’in çocuklarının hikayesi muhtemelen siyanürle ölümler hakkındaki en dehşet verici hikayelerden biridir. 1945 yılının 1 Mayıs akşamında Nazi Propaganda bakanının altı çocuğu, bir Nazi doktoru tarafından morfinle uyuşturulduktan sonra dişlerinin arasında kırılan siyanür tabletleri ile zehirlendiler. İki gün sonra Sovyet askerleri tarafından bulunduklarında altısı da gecelikleri ile yataklarında yatıyorlardı, kızların saçlarına kurdeleler bağlanmıştı. Magda Goebbels onları siyanürle zehirlemeden hemen önce kızlarının saçlarını kendi elleriyle taramış, kurdelelerini bağlamıştı. Kendi çocuklarının Sovyet askerleri tarafından ölü bulunması için hazırlayan bir anne, dehşet romantik bir sahne değil mi? Mükemmel planlanmış bir “elveda”! Uyuşturmak için morfin, öldürmek için siyanür, daha güzel göstermek için gecelikler ve kurdeleler!

Çok açık ki Joseph Goebbels yüzyılın en önde gelen azmettiricilerinden biriydi. Nazi Almanya’sının Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı olarak işini oldukça “başarılı” bir şekilde yerine getirmişti. Fakat eşinin ve kendisinin de bildiği gibi, bu çocuklar babalarının erdemsiz ve rezil eylemlerini dinleyerek büyüyeceklerdi. Bu yüzden, tıpkı yığınlar için yaptıkları gibi, çocuklar için de en iyisine onlar karar vereceklerdi. Kendi iyilikleri için utanç içinde yaşayacaklarına, güzel bir şekilde öleceklerdi.
Başkaları ” daha zayıf ya da güçsüz olduğu için” onların hayatlarını kontrol etmeyi meşrulaştırdığınızda bunun kolaylıkla daha da geniş alanlara yayılması şaşırtıcı değildir.

Nazi Propaganda Bakanı abartılı bir örnek olabilir, fakat “Nazi” ye değil de “propaganda”ya odaklanalım. Buradan başlarsak, totalitarizmin köklerini nereye kadar takip edebiliriz? Ya bu propaganda ırkçı değil de kapsayıcı bir örnek olsaydı, ya insanların eşit bir şekilde kardeşçe yaşadığı bir ütopya tasviri olsaydı?İtaatkar bir toplum yaratmak için mükemmel bir yol değil mi?

“Ah lütfen, sorgulamana gerek yok, inansan yeter!”

1978’in 18 Kasım günü, 300 kadarı çocuk 900’d olabilir, fakat “Nazi” ye değil de “propaganda”ya odaklanalım. Buradan başlarsak, totalitarizmin köklerini nereye kadar takip edebiliriz? Ya bu propaganda ırkçı değil de kapsayıcı bir örnek olsaydı, ya insanların eşit bir şekilde kardeşçe yaşadığı bir ütopya tasviri olsaydı?
en fazla insanın siyanür zehirlenmesi ile hayatını kaybettiği gündü. Halkın Tapınağı iyi niyetlerle, insani değerler için mücadele ediyordu fakat Amerikan tarihinin en büyük toplu katliamlarından birine dönüştü.

Tüm bu insanlar; ya kendilerini öldürmeye ikna edildiler ya da zorlandılar. Bu tarikat Guyana’da yağmur ormanlarının arasında dış dünyadan tamamen yalıtılmış bir kolonide yaşıyordu. Bütün iletişim kanalları kontrol ediliyordu ve sürekli olarak tarikat lideri Jim Jones’un vaazlarının yayınladığı bir radyo hoparlör sistemi dışında, yayın yapan bir iletişim aracı yoktu. Bu vaazlar her gün durmaksızın “tarikata sadakati” kutsarken, herhangi bir eleştiri ya da ayrılık, ihanet olarak değerlendiriliyordu. Distopik mi görünüyor?

Zihin kontrolünün abartılı bir örneği olarak Jonestown katliamı 40 yıldan fazla süredir inceleniyor ve tartışılıyor. Fakat bu gerçekten de istisna ya da abartılı bir örnek mi? Acaba bilginin kontrol edilmesi, manipulasyon ve durmaksızın bir zihin kontrolü üzerine kurulu, itaati, kendini feda etmeyi kutsayan bir sistem içinde mi yaşıyoruz? Bilgi kaynaklarının gücü elinde tutanlar tarafından kontrol edildiğini biliyoruz, yalnızca seçilmiş haberler ya da propagandaları görüyor ya da duyuyoruz. Hiç kimse Tel Rıfat’ta bombalanarak parçalanan Kürt çocukları hakkında haberlere denk gelmiyor, oyun oynarken farketmeden bombanın patlaması sonucu hayatını kaybeden kardeşleri duymuyor, yağmur ormanlarında katledilen insanları ya da Şili’de polisin öldürdüğü eylemcileri ve sır olarak kalan daha birçoğunu görmüyor.

13 yaşlarındayken, kompozisyon dersinde bir ödevimi okuduğumu hatırlıyorum. Suikasti hala gizemini koruyan bir gazeteci ile ilgiliydi. Bitirir bitirmez, benim yazdıklarımdan bağımsız bir şekilde, öğretmen nutuk çekmeye başlamıştı, bize temkinli olmayı, bu kadar da sorgulamamayı öğütlüyordu, o zaman beni şok eden bu durum, şimdi tamamen mantıklı geliyor.

Anaakım bir okulda eğitim gören bir çocuk olarak, benim ya da akranlarımın bir çok kez kurallara uymadığımızda ya da sadece konuştuğumuzda tehdit edildiğimiz ya da cezalandırıldığımız bir çok sahneye tanıklık ettim. Bununla birlikte bir çok kez bize doğru cevaplamamız beklenen sorular yöneltildi (“doğru” değil aslında “beklenen” cevabı vermemiz isteniyordu.) fakat neredeyse hiç sorgulamak için teşvik edilmedik. Bunu kişisel olarak algılamak isterdim ama ne yazık ki dünya üzerinde birçok ülkede, bir çok çocuk, her gün yıllar boyunca bunu deneyimliyor. İtaatkar bir toplum yaratmak için mükemmel bir yol değil mi?

Fakat belki de bizi zehirleyen sadece itaat değil, inkarın başka bir biçimidir, kendinin inkarı. Hannah Arendt ” Totaliter eğitimin amacı hiçbir zaman bir görüşün aşılanması olmamıştır; amaç, herhangi bir görüş oluşturma kapasitesini yıkmaktır.” derken çok haklı değil mi?Bütün yukarıdaki hikayeleri düşündüğümde, hakim olan sistem (adına ne derseniz deyin, kapitalizm, totalitarizm, otoriteryanizm, parlamenter demokrasi, ne olursa) bu sistem duygusuzluğa inananlar tarafından şekillendirilmiş.

Şimdi kendimizle ne yapacağız?

Konudan konuya atlarken yazdıklarımın sonuna doğru geliyorum, fakat bu noktada en başa, Neill’in “Çocukların büyük çoğunluğu yaşam karşıtlığını benimseyip destekleyenler tarafından, nefret dolu ceza dizgesiyle biçimlendirilmektedir.” sözlerine geri dönmek istiyorum. Bu sistem içerisinde büyümüş bir yetişkin olarak kendi hayatımda ve bir şekilde tanıklık ettiğim hayatlarda benzer tıkanmalarla karşılaşıyorum. Ve tüm bu eğitimin insanlar üzerindeki tahribatına odaklandıkça, farkediyorum ki hayatlarımız ne kadar farklı olursa olsun, çok benzer noktalarda tıkanmalar yaşıyoruz. Bu tıkanmalara yönelik çıkarımları ya da sorularımı şöyle sıralayabilirim:

Tıpkı sürekli sorulara cevaplar bulmaya çalışırken, sorgulamayı öğrenmenin kolay olmaması gibi, vaktinin çoğunu otorite tarafından belirlenen konulara harcaman ve ve kendi ilgilerini başkalarının ( anne, baba, öğretmen ya da lider) hatırına bir kenara atman beklenirken, kişisel ilgilerini ve ihtiyaçlarını fark etmek de kolay değil.

Birileri sürekli senin yerine karar verdiğinde bir şeyden emin olmak ya da bir şeye karar vermek kolay değil.

Ya da, sürekli dışsal zorunluluklar ve dışsal motivasyonlarla bir yerlere sürüklenirken kendi zamanını planlamak ve yönetmek imkansız hale gelir.

Sürekli birilerinden iyi olmaya zorlanırken ya da durmaksızın başkalarıyla karşılaştırılıp, değerlendirildiğinde, işbirliği yapabilmek, birbirine empati gösterebilmek ya da sadece kendinle barışık olmak imkansız hale gelmez mi?

Çocukluktan başlayarak, çaresizce sakat bırakarak, kendi özümüzden, kendimizi gerçekleştirmekten, kendimize saygı duymaktan, kendimizle barışık olmaktan ve kendimizi sevmekten mahrum kalıyoruz. Neill’in tanımlamasını hatırlayacak olursak, kendiyle ya da başkasıyla sürekli savaş içinde olan mutsuz, sorunlu yetişkinlerden oluşan hasta bir toplum.
Bu hepimiz için zehirli değil mi? Hepimiz bunun normal olduğuna, başka türlüsünün mümkün olmadığına inandırılıyoruz, Kendi gerçekliğimize dair olan her şeyi gömdüğümüzde, geriye kalanlarla idare etmeye çalışıyoruz, eğer geriye bir şey kalıyorsa…

Etli bitkilerin bir fotoğrafı
Orijinal fotoğraf Scott Webb

Nasıl hayatta kalacağız?

Bütün yukarıdaki hikayeleri düşündüğümde, hakim olan sistem (adına ne derseniz deyin, kapitalizm, totalitarizm, otoriteryanizm, parlamenter demokrasi, ne olursa) bu sistem duygusuzluğa inananlar tarafından şekillendirilmiş. İnsanlık tarihinde gittikçe derinleşen toplumsal, ekonomik, ekolojik krizlerin ortasında, çılgın bir zamanda yaşıyoruz. Bir çok şeyden bahsettikten sonra itiraf etmeliyim ki, bu siyanür sistemine maruz kalındığında, hayatta nasıl kalınır sorusunun kesin cevabini bilmiyorum. Fakat başka soruları da akla getiren bazı sorularım var.
Acaba dünyayı severek, sorumluluğunu alacak kadar cesur muyuz?
Yaşamımızın ana kaynakları olan sevgi ve empatinin yaşamlarımıza yön vermesine izin verebilir miyiz?
Sorgulamaya ve cevapları birlikte aramaya hazır mıyız?
Ortak faydalar için birlikte çalışan ve birbirinden sorumlu olan bir topluluk halinde yaşamak için el ele vermeye hazır mıyız?
Eski çürümüş değerleri bir kenara bırakıp yenilenmeyi kucaklayabilecek miyiz?
Yeni ve genç olanların bizim yerimizi almalarına müsade edecek miyiz?

Bu soruları buraya bırakıp daha fazlasını düşünerek, bitirirken Wilhelm Reich’in Geleceğin Çocukları’nda söylediklerine katılmadan edemiyorum.

Çocuklarımıza nasıl bir dünya kuracaklarını söyleyemeyiz, söylememeliyiz. Ama onları kendi kararlarını alabilecek, kendi yollarını bulabilecek, kendi geleceklerini oluşturabilecek ve bütün bunları çocuklarına aktarabilecek biçimde akıllıca donatabiliriz.3

[1] Neill, Alexander S., çev. Nilgün Şarman, Özgürlük Okulu, Payel Yayınları, 2000. sf 131
[2] Arendt, Hannah. The life of the Mind : One/Thinking, Two/Willing. Hartcourt, 1981.
[3] Reich et al. Children of the Future : On the Prevention of Sexual Pathology. Farrar Straus Giroux, 1984.

Yap Boz Oyun Alanları ve Oyun İşçiliği Üzerine: Oyun Nedir? – 1

“Oyunu tanımlamaya çalışmak aşkı tanımlamaya çalışmak gibidir. Bunu yapamazsınız. Bunun için çok büyüktür.”

Gordon Sturrock

Bunu aklımızın bir köşesinde tutarak, bir anlığına durup düşünelim. Çocukluğumuzdan bize kalan oyun anılarımızı gözümüzün önüne getirelim. O sırada ne yapıyoruz? Neredeyiz? Sesler? Kokular? Dışarıda mıyız? Oynadığımız yerde yetişkinler var mı? Ya da varlıklarını önemsiyor muyuz?Henüz bir kaç gün önce katıldığım bir etkinlik bu sorularla başladı. Gözlerimizi kapatıp çocukluğumuza geri dönerek yaptığımız bu “tehlikeli yolculuk”tan, “gerçek dünyaya” geri döndüğümüzde hepimizin yüzünde o zamanlardan kalan bir gülümseme asılıydı. Tüm bu romantizmi bir kenara koyarak anılarımızda ortak olan şeyleri konuşmaya başladığımızda ise oldukça belirgin iki benzerlik vardı. İlki: Çoğumuz açık alandaydık, bahçede, inşaatta, parkta, ormanda… İkincisi: Bulunduğumuz ortamda yetişkinler yoktu ya da önemsizlerdi.Tüm bu hatıraların trajikomik tarafı ise, bu etkinliğe katılan bireylerin çoğu, hayatlarının önemli bir kısmını çocuk olarak geçirmelerine rağmen, bu soru kendilerine sorulana kadar, bu anılarını hepten tozlanmak üzere raflara kaldırmıştı.Pop Up Adventure Play’ in kurucularından Suzanna Law ve Morgan Leichter Saxby’nin kendi oyun alanı deneyimlerinden de bahsederek, genel olarak oyun işçiliği ve çocuk güdümlü oyun üzerine gerçekleştirdiği bu etkinlik, katılan bir avuç şanslı insan için, bir zamanlar çocuk olduğunu ve çocukken neleri yapmaktan hoşlandığını; dolayısıyla çocuk olmanın neye benzediğini ya da çocukların neleri yapmaktan hoşlandığını yeniden ve yeniden düşünmek için güzel bir başlangıç oldu. Tabi bu arada yetişkinler olarak kendimizi çok ciddiye aldığımızı ya da rolümüzü belki de biraz fazla abarttığımızı ve hatta ve hatta zaman zaman çocuklardan rol çaldığımızı anlamamız çok uzun sürmedi. Aslında bu etkinliğe katılma fırsatı bulan bir avuç oyun savunucusunun kafasında bunlara benzer sorular yankılanıyordu: – Çocuklara şu ya da bu oyunu, şöyle ya da böyle oynamalarını söylemek çocuklara ne kazandırır ya da “değerli fikirlerimizi” kendimize saklasak ne kaybederiz? – Yetişkinler onlara neyi nasıl yapacaklarını söylemediklerinde, çocuklar ne yapıyorlar ya da bir şey yapıyorlar mı?- Yetişkinler olarak çocuklar için neyin faydalı/eğlenceli/rahatlatıcı olduğuna karar vermek ne kadar doğru?Bu soruların cevabını aramak elbete başka soruları da beraberinde getiriyor ve aslında başladığımız yere geri dönüyoruz. Oyun nedir?Alengirli bir tanım yapmaya kalkarsak oyun; özgürce seçilmiş, kişisel olarak şekillenen, içsel olarak motive edilen bir süreç. Yani, ne zaman istersek o zaman, nasıl istersek öyle, kendi ihtiyaçlarımıza ya da “kendimize” göre bir süreç. Daha nacizane bir tanım yapmak istersek 8 yaşındaki bir çocuğun dilinden; “Oyun kimsenin bana ne yapacağımı söylemediği zamanlarda yaptığım şey” dir. Oyun bazen bir elmayı kabuğunu koparmadan soymaya çalışmak, bazen boğuşmak, bazen ebelemece, bazen öylece uzanıp bulutları izlemek, bazen şarkı uydurmak, bazen bir baraka yapmak olabilir. Oyun etkinliğin kendisinden ziyade bir duygu, bir zihin durumudur, dolayısıyla özneldir. Oyun zaman, mekan ve izin verilen her yerde açığa çıkabilir, eğlence, özgürlük ve esnekliği beraberinde getirir. Oyun, çocukluğun evrensel dilidir. Peki bugün (özellikle) büyük şehirlerde yaşayan çocuklar ne kadar oyun olanağı bulabiliyorlar? Sadece oynamak için oynamalarına izin veriliyor mu yoksa oyun hep başka şeylere kurban mı ediliyor? Oynamak istediklerinde ne gibi engellerle karşılaşıyorlar? Ya da yetişkinler olarak bu engelleri kaldırmanın ve oyun olanaklarını arttırmanın yolu nereden/nerelerden geçebilir?

Devamı ikinci bölümde:

Yap Boz Oyun Alanları ve Oyun İşçiliği Üzerine: Oyun İşçiliği – 2

“To Play Will Be An Awfully Big Adventure”

This essay is published on Pop-up Adventure Play Blog, in December 2019.

Özlem is from Turkey and has enthusiastically been writing to us for a few months now. Joining us on the Playworker Development Course as soon as humanly possible, Ozlem has been working hard in play ever since. Here is the journey so far.
****

By Özlem Arkun

The first time I read about the adventure playgrounds in Joel Spring’s “A Primer of Libertarian Education” I was truly amazed by the idea! To destroy and to build all at the same time and all in children’s hands! This was like a  depiction of a utopia for me, as it was like a training to destroy the rotten world with all of its rotten values and creating a new one; with cooperation, with love and freedom.

After the first shock wave (right after reading these pages tens of times and underlining and taking notes and daydreaming…) I found myself thinking about “How I can do that or how I can make this possible? Is it impossible?”. 

“Only if you believe it is.” whispered the mad hatter at that moment. So I started to believe it is not…

This was nearly a year ago, when I came to an intersection in my life. And to be clear, that was quite an intersection! Coming across some people whom I haven’t heard of before, but I feel like I know them since the dawn of time once I met them…  There, somewhere, my adventure started, and I came to know Suzanna and Morgan. And I came to know Pop-Up Adventure Play!

When I first met with adventure playgrounds in Spring’s book; I realised that I had been thinking about stable/owned spaces. Yet Pop Up Adventure Play was hacking this “must”. Pop-Ups were like a fairy tale, once upon a time they exist, and one moment at a time, they vanish. You can not prove that they have existed somewhere, sometime; but you can not prove the otherwise either! It can happen anytime, anywhere.

So I started to organize Pop-Up Play Days, the first one was for my daughter’s honor on her birthday, with a few children (mostly her schoolmates). Then came another and another and another and another… Soon I became addicted to Pop-Ups; maybe it is just because it is amazing to watch children playing freely. As I started to walk on this playful path I realized that Pop-Ups are a kind of alchemy, they can change the trash into anything and/or everything. It is like a miracle happening in front of your eyes.

While running a Pop-Up an adult / an inexperienced playworker may think “what am I going to do now? What is next? Oh I run out of loose parts! How can I carry out this or that? Is it a risk or a hazard? etc. etc… Yet throughout the journey a playworker learns to trust children – I mean literally! If you just let them, they show you everything! Most importantly the children always give you hope and warm your cold little heart.

From the moment I decided to open space for free play in my life, many things changed. I started to become “a more colorful” human being. At this point, the dumpsters seem like a treasure chest and I find myself hacking conventional playgrounds or carrying junk as a daily activity to design my second floor as a free play space!  (I moved my house in a surreal duplex apartment in which the second floor is just a little higher than a child’s height, (it is similar to the 7.5th floor in “Being John Malkovich”) It always made me smile when I read the quote from Alice in Wonderland: “I knew who I was this morning, but I’ve changed a few times since then.” Now I literally understand her, as I go upstairs or downstairs, growing and shrinking spontaneously…

During my Pop-Up adventure, I have learned a lot. I have learned to dream something and actualize it. I have learned to observe and let go; to appreciate all the junk I have, and to turn that junk into anything I want.

I have learned also, to realize the hazards and to take risks, to have the courage to play with fire. Now it is obvious that one becomes courageous because she is scared but still goes for it. I have learned that we all learn as we are on our way and we grow at our own pace and in our own way.

Reminding me the secret of the fox; “The truth is invisible to the eye and only the ones who look with their hearts can see the truth”,  I have seen many times that anything can come out of a cardboard box – sometimes a sheep, sometimes a journey to the Moon!

All these I have learned from children and still learning.

Oynamak Müthiş Bir Macera Olacak!*

Macera Oyun Alanlarına ilk defa Joel Spring’in Özgür Eğitim kitabında rastlamıştım. Bu fikir beni gerçekten çok heyecanlandırmıştı.  Aynı anda hem yıkmak hem yaratmak, hem de hepsi çocukların ellerinde! Bu bir ütopya tarifi gibiydi, bana göre bu çürümüş bir dünyayı ve onun çürümüş değerlerini toptan yıkarak onun yerine işbirliği, sevgi ve özgürlükle yeni bir dünya yaratmanın provasıydı.

İlk şok dalgasının ardından (bahsi geçen sayfaları onlarca kere okuyup, altını çizip, notlar lıp, hayallere daldıktan sonra) Kendimi “Bunu nasıl yapabilirim? Bunu nasıl mümkün kılabilirim? Bu imkansız mı? diye kendime sorular sorarken buldum. O sırada Çılgın Şapkacı, harikalar diyarından çıkıp kulağıma fısıldadı, “Yalnızca öyle olduğuna inanırsan imkansız!” Ve bende öyle olmadığına inanmaya başladım.

Bu neredeyse bir yıl önceydi, hayatımda bir kavşak noktasına gelmiştim. Ama ne kavşak! Varlığından bile haberdar olmadığım  ama karşılaştığımda sanki onları ezelden beri tanıyormuşum gibi hissettiğim insanlarla kesişti yollarım. İşte buralarda bir yerde Suzanna ve Morgan ile tanıştım ve böylece Yap Boz Macerası başlamış oldu.

Spring’in kitabında macera oyun alanları ile ilk karşılaşmamdan kaynaklı olsa gerek her zaman sabit, sahip olunan alanlar üzerinden düşündüğümü fark ettim. Oysa Yap Boz Oyun Alanları bu zorunluluğu ortadan kaldırıyordu. Yap Boz Oyun Alanları “Bir varmış bir yokmuş”tu! Zamanın birinde bir yerde  var olabilir ve sonra birden yok olabilirler, bunu ıspatlayamazsınız, ama aksini de ispatlayamazsınız. Her an her yerde olabilir, birden karşınıza çıkabilirler.

İşte böylece Yap Boz Oyun alanları kurmaya başladım. İlkini kızımın şerefine onun beşinci doğum gününde yaptık,  bir kısmı onun sınıf arkadaşlarından oluşan bir grup çocukla beraber. Sonra başka bir tane daha yaptık, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha…. Çok geçmeden Yap Boz macerasının bağımlısı oldum, belki de bu sadece çocukların özgürce oynamalarını izlemenin ne kadar büyüleyici olduğunu gördüğüm için oldu. Bu oyunbaz patikada yürümeye başladığımdan bu yana farkettim ki Yap Boz Oyun alanları bir çeşit simya gibi. Onlar hurdaları herhangi bir şeye ve/veya herşeye dönüştürebiliyorlar. Bu gözünüzün önünde gerçekleşen bir mucize gibi. 

Bir Yap Boz Oyun alanı yürütürken bir yetişkin ya da deneyimsiz bir oyun işçisi şöyle düşünebilir:  “ Eyvah şimdi ne yapacağım?” “Malzemeler dağıldı, parçalandı.. şimdi ne olacak?” “Şimdi bunu nasıl yürüteceğim?!” “ Bu tehlikeli bir durum mu yoksa bu çocuk risk alarak kendi sınırlarını mı keşfediyor/ zorluyor?” gibi, gibi… Fakat bu yol boyunca bir oyunişçisi kelimenin tam anlamıyla “çocuklara güvenmeyi” öğreniyor! Onlara izin verirseniz size herşeyi öğretiyorlar! En önemlisi size umut veriyorlar ve  o küçük soğuk kalbinizi ısıtıveriyorlar.

Hayatımda özgür oyuna yer açmaya karar verdiğim günden bu yana bir çok şey değişti. “Daha renkli” bir insan olmaya başladım. Geldiğim noktada çöp konteynırları gözüme  birer hazine sandığı gibi görünüyor, içinde ne var diye bakmadan geçemiyorum. Kendimi konvansiyonel oyun parklarını hacklerken ya da günlük bir aktivite olarak çöpten bulduklarımı eve taşırken buluyorum! (Bu arada evimi gerçeküstü bir iki katlı daireye taşıdım, gerçeküstü çünkü üst kat bir çocuğun sığabileceğinden biraz yüksek- John Malkovich Olmak filmindeki yedi buçukuncu kata benziyor) Alis Harikalar Diyarında kitabında Alis’in  “Bu sabah kim olduğumu biliyordum ama o zamandan bu yana bir kaç kez değiştim” demesi her zaman beni gülümsetmiştir. Şimdi her defasında üst kata çıkınca dev gibi olup, alt kata inince yeniden küçülürken onu çok iyi anlıyorum…

Yap Boz Maceralarım boyunca çok şey öğrendim, hayal kurmayı ve bu hayali gerçekleştirmeyi, gözlemlemeyi ve akışına bırakmayı, sahip olduğum hurdalarla yetinip, bu hurdaları neye istiyorsam ona çevirmeyi öğrendim.

Tehlikeleri fark etmeyi ve risk almayı biraz öğrendim. Şimdi görüyorum ki bir kişinin bir işi yapmaya korkması ama yine de yapmaya devam  etmesi onu cesur yapıyor. Ve hepimizin kendi yolunda yürümeye devam ettikçe öğrendiğini öğrendim. Ve herbirimizin kendi hızı ve kendi öğrenme yöntemlerinin olduğunu.

Bir çok kez tilkinin küçük prense verdiği  sırrını hatırladım: “Gerçeğin mayası göze görünmez, yalnızca yüreğiyle bakanlar gerçeği görebilir.” Defalarca  bir karton kutunun yalnızca bir karton kutu olmadığını içinden her an, herhangi bir şeyin çıkabileceğini gördüm. Bu bazen bir koyun bazen ise Aya yolculuk oldu.

Tüm bunları çocuklardan öğrendim ve hala öğreniyorum.

Şimdilik hikayemin sonuna gelmişken, Peter Pan’in kendi  sonu karşılarken bile hissettiği oyunbaz coşkuyu hatırlıyorum! Ben de geldiğim noktada onu şöyle söyleyebilirim: “Oynamak müthiş bir macera olacak!” ve gerçekten  de öyle!

*Bu yazı Aralık 2019’da Pop-Up Adventure Play için yazılmıştır.