“Bizler çocukların ağlayıp gülebilecekleri, keşfedip deneyebilecekleri, yıkıpyaratabilecekleri, başarabilecekleri, heyecanlı ve şen hissedecekleri, bazensıkılacakları ya da hüsrana uğrayacakları, belki de bir yerlerini incitecekleri,ihtiyaçları olduğunda yardım bulacakları, desteklenecekleri, isterlersediğerlerinden cesaret alacakları, bağımsız ve kendilerine güvenerekbüyüyecekleri, -mümkün olan en geniş manada- kendileri hakkında, diğerlerihakkında, dünya hakkında öğrenecekleri bir oyun ortamı sağlamayı amaçlıyoruz.”
Stuart Lester
“Oyun sayesinde insanlaşırız.”
Arthur Battram
İnsanlar her zaman oyunu tanımlayarak başlamak ister fakat oyun işçisi ve oyun teorisyeni Gordon Sturrock şöyle der; “ Oyunu tanımlamaya çalışmak, aşkı tanımlamaya çalışmak gibidir. Bunu yapamazsınız. Bunun için çok büyüktür.” Bunun yerine, oyun işçileri ve teorisyenler oyunu şu şekilde tanımlar:
Oyun; özgürce seçilen, kişisel olarak yürütülen, ve içsel olarak motive olunan davranışlar dizisidir. Muhtemelen bunu öylece okudunuz ve gerçekten kavramadınız. Geri dönün ve bir kez daha okuyun ve ne anlama geldiğini ve böyle bir oyunun nasıl göründüğünü ya da nasıl hissettirdiğini düşünün.
Oyun bir süreçtir, bir ürün değil. Biz, çocukların doğuştan gelen bilgeliğine güvenmeyi ve onların ilerleme göstermesine olanak sağlamayı öğrenmek zorundayız. Sturrock aynı zamanda şöyle der; oyun hem yapmak hem de olmaktır. Bu “an”a içkindir ve öyle değerlendirilmedir.
Arthur Battram, oyun sayesinde insanlaştığımızı söyler. Oyun bizim yetişkin dünyalarımızı şekillendirir. Çocukluğumuzda oynarken bunu düşündüğümüzden değil elbette. Gelgelelim, yetişkinler olarak, gerçekten oynamanın, çocuklarımızın yapabileceği neredeyse en önemli şey olduğunu bilmemiz gerekir.
Vurgulamamız gereken bir konu da şudur; dünyanın her yerindeki çocuklar, özgürce oynamalarına izin verildiğinde, çok benzer oyun örüntüleri geliştirir. Winnicott’a göre, çocuklar oyun aracılığıyla içsel ve dışsal dünyalarını bütünleştirirler. Birbirinden farklı bir grup çocuk, aynı yerde zaman geçirdiğinde birlikte oynayacaklardır. Öyle görünüyor ki oyun, evrensel olarak çocukların anadilidir.
Çocuklar oynamaya ihtiyaç duyar
Çocuklar, doğum ve geç ergenlik arasındaki insanlardır. Yaşça büyük olanlara bazen gençler ya da genç insanlar da deriz. Onlar büyüdükçe oynama biçimleri değişse de, hepsi oynamaya ihtiyaç duyar. Özellikle daha küçük yaşlarda, çocuklar bir çok nedenden dolayı oynamaya ihtiyaç duyar. Birleşik Krallık’taki Oyunişi İlkeleri’nde de belirtildiği gibi, çocuklar oyunlarının içeriği ve amacı konusunda kontrol sahibi olmalıdır. Eğer onlara ihtiyaç duydukları zaman ve mekan verilirse, oldukça geniş bir yelpazede farklı oyun türlerini deneyimleyebilirler. Bu onların tüm gelişimlerinde, nöral gelişimleri de dahil, olumlu bir etkiye sahiptir.
İnsan bebekleri tam olarak gelişmemiş bir beyinle dünyaya gelirler. İnsan beyninin yapısı, hayatının ilk bir kaç yılında hızlı bir şekilde değişir. Hayvan araştırmacıları, vücuduna oranla en büyük beyne sahip olan canlıların en çok oynayan hayvanlar olduğunu ortaya koymuştur. Bunun insanlarda da benzer bir gelişim gösterdiğini anlamak kolaydır. Fakat çocuklara, bunu deneyimlemedikleri durumda ne olduğunu anlamak da kolaydır. Oyun yokluğu çeken çocuklarla yapılan çalışmalar henüz başlıyor.
İlk Macera Oyun Alanları
1946 yılında, sıradışı rastlantılar; Hurtwood’lu Lady Allen’ın, Kopenhag-Emdrup’da mimar Carl Sorensen tarafından 1943 yılında inşa edilen bir hurda oyun alanını ziyaret etmesine neden oldu. Sorensen, Alman İşgali sırasında artan seviyelerdeki çocuk suçluluğu ile mücadele kapsamında, otoriteler tarafından çocuklar için oynayacak bir yer tasarlamakla görevlendirilmişti. Bu nedenle, Sorensen daha önce tasarladığı oyun alanlarına geri dönüp baktı. Ve hepsi boştu. Çocuklar neredeydi? Çocuklar bombalanmış binaların yıkıntılarında oynuyorlardı. Sonuç olarak, şunu yarattı: Çocukların hareket ettirebileceği malzemelerlerin olduğu, göze çarpmadan saatlerce altını üstüne getirebilecekleri ve kendi dünyalarında kaybolabilecekleri bir yer.
Lady Allen bu oyun alanına yaptığı ziyaret için şöyle demişti; “ Emdrup’taki oyun alanına yaptığım ilk ziyarette ayaklarım yerden kesildi. Bir anda tamamen yepyeni bir şeye bakmakta olduğumu anladım, yepyeni ve sonsuz olasılıklarla dolu bir şey.” Böylece bu anlayışı Londra’ya getirdi ve bunlara “ macera oyun alanları” dedi.
O sırada Londra çocuklarının İkinci Dünya Savaşından kalma bombalanmış alanlar dışında oynayacak çok az yeri vardı. Buralarda, zamanlarını ateş yakarak, ölü evlerde hazine arayarak, ve genellikle kendi hallerinde takılarak geçiriyorlardı. Lady Allen’ın kırsalda geçen oyun dolu bir çocukluğu vardı. Kendi deneyimlerinin ideal olduğunu düşündü ve yerel topluluklarla birlikte bir “karşılayıcı çevre” yarattığı alanlarla tanındı. Bununla şunu demek istiyordu; bu alanlar şehirdeki çocuklar için yaratılabilecek, kendi kırsaldaki çocukluğuna en yakın şeylerdi.
Kentin kırsalında bir macera oyun alanı düşünün; çocuklar, şehirde ancak çok büyük zorluklarla oynayabileceği her türden oyunu deneyimleyebiliyor. Yetişkin tasarımcılar bunun etrefındaki çevreyi incelemeli, açıklarını görmeli ve bu açıkları telafi etmeli, karşılamalıdır. Çocukların ağaçlara erişimi yoksa, tırmanabilecekleri bir şey yapmaları için onlarla birlikte çalışmalıdır. (Kendi oyun alanındaki büyük yapılarının ne olduğu sorulduğunda, Bob Hughes “Onlar ağaçlar için” demişti.)
Bir macera oyun alanı sürekli bir değişim sürecinde olmalı; çocuklar tarafından yürütülen, haberdar olunan, icra edilen; ve oyun işçileri tarafından desteklenen. Bu alan, tüm farklı oyun tiplerinin çocuklar tarafından keşfedilmesine olanak sağlar. Burası psikolojik güvenlik ve hesaplanmış risk alanıdır.
Bir macera oyun alanını bir Gesamtkunstwerk ya da “bütün bir sanat eseri”, bütün duyularınla bağlandığın bir mekan ve zaman olarak düşünmek, yardımcı olabilir.
Bekçiden oyunişçisine
İlk bombalanmış alanlardaki macera oyun alanları, bekçiler istihdam etmişti. Bu kişiler, çocukların oynamak için ihtiyaç duyduğu yapı malzemeleri ve ıvırzıvırların konulduğu barınakların anahtarlarına sahipti. Bu rol hızlıca gelişti. Bekçiler çocukları oynarken izledikçe mucize bir şey fark ettiler, oyunu. İlk macera oyun alanı bekçilerinden biri olan Pat Turner, kendi zamanındaki Lollard oyun alanı hakkında bir kitap yazdı. Lollard oyun alanına o şöyle diyordu; Sıradışı Birşey.
Bekçiler çocukların oyunlarının savunucusu oldular. Malzemeleri topladılar ve yerel desteği buldular ve çocukların oyun süreçlerini kolaylaştırdılar. Bekçiler bilgi paylaştıkça, benzer şeyleri gördüklerini fark ettiler. Böylece “oyun liderleri” ve sonra da “oyunişçileri” oldular, çünkü kendilerinin oyuna liderlik etmemesi gerektiğini anladılar, aslında onlar oyunla çalışıyor olmalılardı.
Bob Hughes gibi oyunişçileri ve bir çok başkaları, oyunişini araştırmaya ve hakkında yazmaya başladı. Bu yeniydi. Daha önce oyun üzerine yapılan araştırmalar hep -teori ve yazılanları çerçeveleyen- eğitim ya da terapi gibi farklı amaçlara yönelikti. Oyun hakkında yazmak başlı başına bir mücadeleydi ve yeni bir düşünme biçimi gerektiriyordu. Oyunla çalışmak saygıdeğer bir meslek oldu. Günümüzde, oyunişçileri sıklıkla bölgesel ve ulusal oyun kuruluşlarında çalışıyor ve oyun politikalarının geliştirilmesine yardımcı oluyor. Onlar oldukça iyi eğitimli ve oyunişi üzerine mesleki sertifikalar ya da lisans, yüksek lisans ya da doktora düzeyinde diplomalar alabiliyorlar.
Oyunişi terimi kasıtlı olarak tezattır. Bu zanaat paradokslarla doludur. Oyunişçileri ideal bir dünyada gerekli olmadıklarının farkındadır. Çocukların oyunu için yerler hazırlarlar; fakat bu iş, mümkün olduğunca görünmez ve çocuklara engel oluşturmayan bir şekilde olmalı. İdeal oyunişçisi çocukları kendi kendilerine istedikleri gibi oynamaları için bırakır, fakat oyun sürecini desteklemek için dikkatli ve ölçülü yollardan oyun sürecini destekler. Kendi oyunbazlığının farkındadır, fakat bunu diğer çocuklara dayatmaz. Kesinlikle çocukların oyununa adanmış olması gerekir, fakat Fareli Köyün Kavalcısı rolünden kaçınmalıdır. Oyun çocukların işidir.
Bir süredir çok yorgunum ve sadece duruyorum… Dışarıda esen rüzgarı, rüzgarda uçuşan poşetleri, bulutların kendi halinde değişip duran biçimlerini izliyorum oturduğum yerden.
Hayat akıp giderken; yapacağım herhangi bir şeyin, en fazla bir koşu bandında, hiç bir yere varmadan koşmak kadar anlamlı olduğunu düşünüyorum bir süredir… Ve neredeyse asgari ihtiyaçlarım dışında hiçbir şey için çaba sarf etmiyorum. Bu belki yorgunluktan ziyade isteksizliktir ya da kayıtsızlık… Adından emin değilim ama bu duygu epeydir benimle.
Merak ediyorum neden?
Neden ben hayatımı yaşamak dururken, onu kayıtsızca izlemeye başladım?
Ne oldu da ben, aslında yapmak istediğim (sana yazmak gibi) şeyleri bile yapmak için kıçımı kaldıramaz oldum?
Yine de, onca zaman sonra bugün, sana yazmak isteyip de yazmadığım onca günden sonra; içimde büyüte büyüte kocaman yaptığım suçluluk duygumu ve bu duygudan koşarak kaçma arzumu bir kenara bırakıp; sana yazıyorum. Bu çabamı, artık her şeyin değiştiğine dair bir iddia olarak algılamanı istemem. Bir şekilde bunları yazıyor olmam, en fazla yorgunluğuma kulak vermeme, ya da onun bana söylemeye çalıştıklarını dinlemeye başladığıma işaret edebilir; yahut yorgunluğuma nasıl davranacağımı öğrenmeye başladığıma…
Son zamanlarda ilişkimiz biraz değişti. Artık ona, beni yapmak istediğim şeylerden alıkoyan bir canavar gibi bakmıyorum, “Canım yorgunluğum” diyorum ona, “Başının altına bir yastık daha koyayım mı? Sıcak çikolata yapayım sana? Film açayım”… Onu anlamaya çalıştıkça o da bana kendini daha çok açmaya başladı. Nasıl mı?
“Çok sıkıldım, televizyonu açsana” dedi bana geçenlerde, açtım. Boş gözlerle kanalları değiştirirken Harry Potter’la karşılaştım, hem de filmin daha başlarıydı. Televizyonda keyifli bir filmi başlarında yakaladıysam uğur getirdiğine inanırım. Hemen kumandayı bıraktım ve izlemeye başladık… Harry asasını seçti, baykuşunu aldı, arkadaşlar edindi ve bir şekilde Hogwards’a ulaştı… Hogwards’ta herbişey olağan bir sıradışılıkla devam ederken, diğerlerinden daha sıradışı görünmeyen bir sahneye adeta mıhlandım ben.
Harry eski bir aynaya bakıyordu.
Kelid aynası.
Aynadaki görüntüsü, çoktan ölmüş olan anne ve babasının arasındaydı. Annesi solunda, babası sağında gülümsüyor, hatta annesi uzanıp, elini oğlunun omzuna koyuyordu… Öylesine gerçek.
Harry ve ben mıhlanmış aynaya bakıyorduk, ta ki Profesör Dumbledore gelip şöyle diyene kadar:
“Senden önceki pek çokları gibi kelid aynasının mucizelerini keşfettiğini görüyorum… Dünyanın en mutlu insanı bu aynaya baktığında yalnızca kendini görür, aynen olduğu haliyle… Bize gösterdikleri sadece ve sadece yüreklerimizdeki en gizli ve en umutsuz arzulardır… Bu ayna ne bilgelik ne de gerçeği verir. Karşısında harcanıp gidenler oldu, hatta çıldıranlar… Hayallere bağlanmak ve yaşamayı unutmak iyi değildir Harry.”
Harry aynanın karşısından uzaklaşırken, Dumbledore benim gözlerimin içine bakarak bir kaç kez daha tekrar etti:
“Hayallere bağlanmak ve yaşamayı unutmak iyi değildir…”
Şimdi sana anlatacağım hikaye de, Profesör Dumbledore’un ya da dolaylı olarak yorgunluğumun bana yeniden hatırlattığı bir hikaye işte…
Bu noktada, unutulmuş olanı hatırlattığı için yorgunluğumu ve bunları anlatma çabasıyla harekete geçtiğim için de kendimi kutluyorum ve bu hikayenin, geçirmekte olduğumun nekahat dönemini anlamama vesile olmasını diliyorum…
***
Çocukken bazı günler çok zordu canım. Bunu biliyorsun zaten, sen de çocuktun ve çocukken hayat zor olur genelde. Evdekiler seni dinlemez, pek dikkate almazlar. Sonuçta çocuksun… Ama işte insansın, herkes gibi anlaşılmak, avutulmak, görülmek, takdir edilmek, bağ kurmak falan istiyorsun yani. 🙂 Aile ortamlarında da her zaman buna olanak olmuyor… Ve sen de bir yerde vazgeçiyorsun evin içinde avuntu aramaktan; dışarıya bakıyorsun, bir sürü ev, bir sürü insan… “Dışarda bir yerde beni anlayacak birileri vardır mutlaka” diye avutmaya başlıyorsun kendini.
İşte ben o zor günlerin birinde, bir oyun uydurdum. Yıllarca oynadım bu oyunu, bazen daha sık bazen daha seyrek… Oyun basit. Dışarıyı gören bir pencere dışında hiçbir şeye ihtiyacın yok. Sadece rahatsız edilmemek önemli, o yüzden ben, çoğunlukla gece, herkes uyuduktan, en azından beni uyudu sandıktan sonra oynardım. Oynardım dediğim, odamın penceresinden görünen evlere bakarak; gözüme kestirdiğim bir tanesine ışınlardım kendimi. O evde yaşayan insanları, pişen yemekleri, evin kendine has kokusunu, dağınıklığını, buzdolabının üzerine asılan anılarını hayal eder; hatta televizyon açıksa onun duvarlara vuran ışığını izlerdim saatlerce, sanki o evdeymişim gibi.
Fiili olarak sıkıştığımı hissettiğim bir evden alıp, başka bir eve koyardım kendimi.
Bu oyundan, senaryosunu benim yazıp çektiğim bir filmi izler gibi keyif alıyordum. Hem seyirci, hem oyuncu, hem senarist ben, yani ben nasıl istersem öyle bir hikaye…
İşte bu özgürlükle (manzaram elverdikçe); bu hayatlara benimkinden daha huzurlu, daha güzel, daha eğlenceli olan ne kadar şey varsa onları koyuyordum. Çocuktum ve hayatımda hiç bir şey benim kontrolümde değilken, bu oyunun kontrolü tamamen bendeydi… Belki de bu yüzden, o “herşeyi bir başka” olan hayatlar, bana öyle tatlı geliyordu ki…
Belki abarttığımı düşüneceksin, ama bu hayaller çok zor bir dönemimde benim hayatta kalmamı sağladı. İçinde kendime yer bulabileceğim bir hayatın mümkün olduğunu hatırlattı bana. Bir yerlerde, “belki büyüdüğümde” daha yaşanmaya değer bir hayatın olduğuna inandım oynadıkça ve bir süre bu bana çok iyi geldi. Ben de hayallere tutunmaya devam ettim. Ve iyi gelen çoğu şey gibi giderek alışkanlık halini aldı. “Böyle bir alışkanlığın kime ne zararı olur ki?” diye düşünebilirsin ama hikaye henüz bitmedi…
***
Çocukken çaresizlikten uydurduğum bu oyun, ben büyüdükçe odamdan görünen pencerelerin ötesine geçti… Hayatın azıcık çekilmez olmaya başladığı her an, hemen kaçıp altına saklanabileceğim bir battaniye gibi gittiğim her yere taşıdım bu alışkanlığımı.
Bir şeyi sürekli yaparsan elbette o konuda giderek ustalaşırsın. Ben de ümit etmek, ne olursa olsun iyimserliğini korumak gibi konularda oldukça mesafe katettim. Fakat ustalaştığım konular bunlarla sınırlı değil. Hayatımın çekilmez yanlarından kaçmakta ya da gelecekteki olası muhteşem hayat fantezileriyle oyalanmakta da ustalaştım.
Biliyor musun bazı ustalıkların bedeli vardır. Misal nakkaşlar ömür boyu ince ince çalışmaktan kör olurmuş meslek hayatlarının ustalık zamanlarında… Hatta rivayete göre nakkaşlıkta ustalaşan zanaatkar kör olmazsa, adına zeval gelmesin diye gözlerine mil çeker kör edermiş kendisini. İşte benim hayallere tutunmakta ustalaşmamın da bir bedeli oldu…
O “her şeyi bir başka olan hayatlara” imrenerek baktığım yıllar boyunca gözlerim çok bozuldu canım. Yakını pek göremez oldum, gözüme bir perde indi ya da korneamda bir mutasyon gerçekleşti (ya da devam edebilmek için kendi gözlerime mil çektim) ve ben kendi bulunduğum yeri puslu ve sisli görürken, uzakları, başka hayatları ışıl ışıl görmeye başladım. Bu yüzden de, bana parıltılı gelen yerlere doğru, pervanenin ateşe çekildiği gibi çekilmeye başladım.
Bunun en yorucu yanı sanırım şuydu: Bana uzaktan ışıl ışıl görünen bu yerler, oraya vardığımda solup gidiyor ve sisin içinde yok oluyordu; ben ise sürekli bir telaş içinde yeni bir parıltıya doğru koşturmaya devam ediyordum…
Hiçbir yere varmayan bu koşturmaca yıllarca devam etti… Sanki ona doğru ilerledikçe benden uzaklaşan bir seraba koşmak gibi… Beni anladığını düşündüğüm insanlara, ait olduğumu sandığım yerlere, beni daha iyi, güzel, başarılı yapacak ve böylece “kabul görmemi” ya da “sevilmemi” sağlayacak şeylere doğru koştum koştum koştum…
Sonunda yorgunluktan pestilim çıkana ve bacaklarım beni bir adım daha taşımayı reddedene kadar.
***
İşte böyle canım…
Ben bu aralar hikayenin sonunda oturup kaldığım yerdeyim.
İlk zamanlar beni taşımayı reddeden bacaklarıma çok küfrettim, yerlerde süründüm, sürüklemeye çalıştım onları… Olmadı.
Olmayınca olmuyor, bilirsin 🙂
Şimdilerde daha sakinim.
Bacaklarım biraz güç toplayınca tekrar ayaklanırım belki de.
Ama ondan önce, kendimle durmayı öğrenmeye çalışıyorum.
Zira bu meziyet; koşturmaktan, kaçmaktan saklanmaktan daha az bildiğim bir şey.
Ve bilirsin, yeni bir meziyet edinmeye çalışmak, en başında hep çok zordur.
He bir de manzaramı değiştirdim biraz.
Pencerelere bakmanın tadı yok pek.
Bu aralar durduğum yerden bulutların kendi kendilerine değişen şekillerini izliyorum, iyi geliyor..
“Durdukları yerde kendinden bir başka kendi doğurmayı ne güzel beceriyor bulutlar” diyor yorgunluğum.
Yirmili yaşların başındayken, üniversiteden tanıdığım insanlarla bir eve çıkmıştım. İşte o evin tam karşısındaki balkonda, parmaklıkların ardında takılan bir çocuk vardı. Sabahları bazen onun sesiyle uyanırdım. Balkona çıkar, yorulana ya da sıkılana kadar “Arkadaşııım nerdesin?” diye seslenirdi. Defalarca tekrarladığı halde sesinin tonu hiç değişmez, her seferinde bir karşılık almayı bekleyerek tekrarlardı: “Arkadaşııım nerdesin?”.
Bu seslenişine hiç karşılık vermedim. Onun seslenişi sokağın sessizliğinde çınlarken, bunun bir oyun çağrısı olduğunu fark etmeyecek kadar büyümüştüm sanırım. Ama zaman zaman başka oyunlarına dahil olduğum olurdu. Özellikle balkona oyuncak silahıyla çıktıysa, karşılaştığı yetişkinlere ateş açardı. Öyle zamanlarda oyuna katılır, vurularak yere yığılır ya da balkondan içeriye doğru kaçar siper alırdım. Elbette bu oyun, vuracak kimse kalmadığında biter, birlikte oynayacak bir arkadaş özlemi ağır basar ve “Arkadaşııım nerdesin?” nakaratı yeniden tekdüze devam ederdi.
***
Dimdik bir yokuşla denize inen bir yolun ortasında oturuyorduk karşılıklı apartmanlarda. Arkadaşımı sokakta oynarken hiç görmedim. Hatta ona balkonda eşlik eden kimseyi de görmedim. Arkadaşım balkondayken arada sırada kıpırdayan perde dışında evde bir hayat belirtisine rastladığımı da söyleyemem. Arkadaşım balkon parmaklarının ardında tecritte gibiydi. Çocuk olmaktan hüküm giymişti. Arkadaşımın mahkumiyeti acı vericiydi ama onu perdenin arkasından izlemek dışında yapabileceğim bir şey olmadığını düşünürdüm. O da, benim bu eylemsizliğimin karşılığını balkondan bana ateş açarak verirdi. Bu tepkisinin haklı olduğunu düşünür ve hiç gocunmadan defalarca vurulur ve acı çekiyormuş gibi inlerdim. Bana kalırsa bu oyun, onu balkon parmaklıkların arkasına mahkum eden, ya da oradan kurtulmasına yardım etmeyen tüm yetişkinlere hatta yetişkinliğe karşı bir intikam duygusuyla ortaya çıkmıştı. Bu yüzden ne kadar acı çekiyormuş gibi görünürsem, onun o kadar eğlendiğini ve rahatladığını hissediyordum. Yine de içinde bulunduğu durumun karşısında böyle bir intikamın çok naif kaldığını da söylemek isterim. Sonuçta ben oyun icabı bir silahla vuruluyordum; oysa o, kelimenin gerçek anlamıyla tecritteydi.
***
Görülmediğimiz, ya da görülmediğimizi hissettiğimiz anlar oldukça acı vericidir, bu duyguyu sen de bilirsin. Fakat bence daha kötüsü çocuk olmaktır, çünkü çocuksan, “görülmemek” sürekli yaşadığın, hatta normalleştirdiğin bir deneyimdir. Ve maalesef bu süreklilik ya da normalleşme bunu daha az acı verici hale getirmez. Sadece bu ızdırapla başa çıkabilmek için kendimizce farklı yöntemler geliştiririz.
Benim arkadaşım da bu ızdırap başa çıkılamayacak kadar büyük olduğunda, böyle bir oyun bulmuştu. Sonuçta yalnızlığı sonsuza kadar süremezdi, şu kocaman dünyada, onca insanın içinde onun gibi arkadaş özlemi çeken, onu duyacak, koşulsuz kabul edip anlayacak ve eşlik edecek biri -en azından bir kişi- bir yerlerde varolmalıydı. O yüzden her gün sabırla, oralarda bir yerde onu duyacak bir arkadaşı varmış gibi sürdürdü bu oyunu.
“Arkadaşııım nerdesin?”
***
“-mış gibi” yapmak bu bekleyişi katlanılabilir kılar. Sana asla karşılık vermeyen o arkadaşın da zor durumda olduğunu ve seni henüz bulamadığını, onun da özlemle ve sabırla seni aradığını düşünürsen, kendi haline acımayı bırakıp, arkadaşın için kaygılanmaya başlarsın ve onun içinde olduğu zor durumdan bir an önce kurtulabilmesini dilersin.
Ya da onun sokağın köşesinde bir yerlerde saklandığını, bir köpeğin peşinden koştuğunu, bir ağaca tırmandığını, bir bankta oturup dinlendiğini düşünürsün ve onun aldığı keyfe ortak olursun. Böylece her kıpırdayan perdeye dikkat kesilir, her köşe başına heyecanla yaklaşır ve oyuna devam edersin.
Ve işte oyunun büyüsü tam da burada devreye girer. Gerçek olduğuna inanarak -mış gibi yaptığın şey her neyse, bir anda ete kemiğe bürünür. Hikayenin bu kısmında tam olarak böyle oldu.
***
Günler, haftalar, aylar sonra bir gün, hiç karşılık duymadığı halde, aynı umutlu ve tekdüze sesle balkondan “Arkadaşııım nerdesin” diye seslenirken, küçük bir kız ona yanıt verdi.
“Arkadaşııım burdayım!”
Sesin nereden geldiğini göremiyordum ama bizim binanın hizasından ve sağ taraftan geldiğini söyleyebilirim. Balkonlarda kimse görünmüyordu, muhtemelen açık bir camın arkasından sesleniyordu bu küçük kız. Arkadaşımla aynı yaştaydılar, 5-6 yaşlarındaydı ikisi de.
Artık oyun farklı bir seyre bürünmüştü, sırayla sesleniyorlardı birbirlerine:
“Arkadaşııım nerdesin?”
“Arkadaşııım burdayım.”
“Arkadaşııım nerdesin?”
“Arkadaşııım burdayım.”
Birbirlerine seslenişleri hiç değişmeyen meraklı ve neşeli bir tonda dakikalarca, günlerce devam etti. Bu karşılıklı cıvıldaşma, bir şarkı hatta serenat gibi geliyordu kulağıma. Sanki yalnızlığına bir arkadaş arayan benmişim de sonunda “O”nu bulmuşum gibi mutlu ediyordu beni.
***
Bu hikayenin sonrası yok, çünkü ben birlikte eve çıktığım insanlarla sorunlar yaşadım falan filan, sonra oradan taşındım. O mahalleye de bir daha gitmedim. O iki arkadaş ne zamana kadar birbirlerine öyle seslenmeye devam etti bilmiyorum. Hiç parkta buluştular mı? Birlikte piknik yaptılar mı? Karşılaşmadan önce birbirlerini nasıl beklediklerini konuştular mı? Bunların hiç birini bilmiyorum. Ama bu soruların çok da önemi yok sanırım. Sonunda ne olduğu çok da önemli değil aslında, çünkü benim için önemli olan o karşılaşmanın kendisiydi.
“Eee şimdi niye anlattın bunları” diyor musun? 🙂
Ne bileyim işte, anlatmak istedim sana, çünkü bugün bile hala o seslenişleri kulağımda çınlıyor ve ben sanki sevdiğim bir şarkıyı tekrara almışım gibi dinliyorum.
Aslına bakarsan, ben de bir yerlerde beni duymasını, anlamasını istediğim bir arkadaşı beklemenin neye benzediğini iyi biliyorum. O bekleyişle başa çıkmanın zorluğunu da…
Bir de sanırım hiç karşılık almadan aylarca devam eden bu oyunun yarattığı mucizeye tutuldum, ve hiç bir karşılık bulmasa da oyuna devam etmenin büyüsüne…
Hani güneş doğmak için kimsenin onu izlemesini beklemez ya…
Ya da bir tomurcuk açmak için birinin onu görmesini beklemez falan, onun gibi işte.
He bir de, aklıma üşüşen ne varsa sana yazmak bana çok iyi geliyor sevgili dostum. Diyorum ki şu koca dünyada, onca insanın içinde beni duyan ve anlayan biri – en azından bir kişi var. İyi ki…
Oyun insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe dayanmaktadır. Ebeveynlerin/yetişkinlerin çocuklarını tanımalarının en doğal ve sağlıklı yolu oyundur. Okul öncesi dönemde oyun, büyük ve önemli bir kısmı kapsamaktadır. Çocuklar kendi kimliklerini tam olarak oturtana kadar sürekli büyür, gelişir ve dönüşürler. Oyun oynamak çocukların iletişim kurma, özgüven geliştirme ve duygusal sıkıntılarını giderme aracıdır. Bir çocuğun oyun oynamasını istememek/ertelemek ya da engellemek, bir yetişkinin konuşmasına izin vermemek ya da engellemeye benzer. Oyun oynamak çocuğunuzun duygusal enerjisini şarj etmenin en iyi ve en temel yollarından birisidir. Çocuğun iş birliği yapmasını kolaylaştırır. Çocukların sağlıklı ve destekleyici ilişkiler kurmasını sağlar ve davranışlarını düzenler. Oyun oynamak çocukların beslenme ve uyku kadar temel ihtiyaçlarından birisidir. Çocuk oyunla birlikte sosyalleşmektedir.
Oyun hayatın özüdür
Çocuklarda okul öncesi dönemde öğrenmenin gerçekleşmesinde oyunun büyük bir yeri olduğu bilinmektedir. Okul öncesi dönemde oyun etkinlikleri ve oyun ortamı, belirlenen hedeflerin çocukların hayatına entegre edilmesine ortam yaratır. Özellikle okul öncesi eğitim kurumlarında çocuğu tanımada, davranışlarını anlamada, sağlıklı bir ilişki kurmada ve yeteneklerini desteklemede oyun önemli bir yere sahiptir. Oyun oynama içgüdüsü tam anlamıyla iki, üç yaşlarında gelişmiş olur. Çocuklara sağlıklı ve doğal öğrenme ortamında alan açarak çocukların duygusal, sosyal, fiziksel ve zihinsel yönden gelişmelerine ortam yaratmaktadır. Oyun etkinlikleri yapılırken çocuk, kendi bedenini kontrol etme, nesneleri kavrayabilme ve anlamlandırabilme yeteneği kazanmaya başlar. Oyunlarla çocuklar kendi iç dünyalarını yansıtırlar. Oyunda kurallar ve sınırlar yoktur çocuk istediği gibi oynayabilir, kendini istediği gibi ifade edebilir ve böylelikle hayallerini oyuna yansıtma fırsatı bulur. Oyun çocuğun fiziksel ve zihinsel yapısını geliştirmesine katkı sağlarken aynı zamanda çocuğun yaratıcılık özelliklerini geliştirmesine ve ortaya çıkarmasına da alan açmaktadır. Oyun oynarken çocuk sıçrar, koşar, sürünür. El becerilerini sağlayan oyunlarıyla da parmak ve el becerilerini harekete geçirir. Oyun çocuğun ince ve kaba motor becerilerini geliştirir. Çocuk oyun esnasında akranlarıyla iletişim halindedir ve böylelikle çocuğun dili kullanma yeteneği de gelişir. Oyun çocuklar için geliştirici ve iyileştirici bir niteliğe sahiptir. Oyun esnasında çocuklar yaşadıkları sorunlarını ve mutluluklarını oyuncaklar ve hikayeler yoluyla anlatırlar. Çocuklar böylelikle duygu boşalımlarını sağlar ve rahatlarlar. Oyunlarda ebeveynlerin yeri de çocuğun gelişimi için geniş bir yere sahiptir.
Çocuklar, ebeveynleri tarafından anlaşılmaya ve güvende hissetmeye ihtiyaç duyarlar. Çocuklar, siz ebeveynlere içsel deneyimlerini ve duygularını oyun esnasında aktarırlar.Yetişkinler duygularını ve deneyimlerini sözcüklerle ve kelimelerle aktarırlar. Çocukların ise dili oyundur, kendilerini oyun yoluyla ifade ederler. Oyunun çocukların dünyasında yeri büyüktür. Çocuklar ‘bugün okulda kötü bir gün geçirdim, kendimi mutsuz hissediyorum, konuşalım anne/baba diyemezler.’ ‘Anne/baba benimle oyun oynar mısın’ derler.
Çocuğunuzla yakınlık kurmak istiyorsanız birlikte oyun oynayın
Oyun sadece çocuğun gelişim alanlarını etki göstermekle kalmamakla birlikte aileye de çocuğunu anlama ve tanıma imkanı verir. Oyun oynarken çocukların ebeveynlerinden aldıkları destek ve karşılık çocuğun ileriki yaşamı için çok önemlidir. Çocuğunuzla oyun oynamak size çocuğunuzun ne kadar mutlu, sevgi dolu, ilgili, uyumlu ve yaratıcı olduğunu anlamanıza alan açar. Çocuğunuzu anlamakta zorlandığınız ya da fark edemediğiniz noktaları anlamanızı sağlar. Çocuğunuzla birlikte o derin ve büyüleyici duygusal yakınlığa uzanan köprüyü oyun oynayarak destekleyebilirsiniz.
Oyun oynamak aynı zamanda dünyayı keşfetmelerini, anlamalarını, yeni deneyimler kazanmalarını ve duygularını fark etmelerini de sağlayan sınırsız ve sonu olmayan bir yoldur. Gelişimsel dönemlerinde çocuk en çok ebeveynlerin desteğine ve karşılığına ihtiyaç duyar. Çocuklar oyunlarında bile ebeveynlerini rol model alırlar. Ebeveynler çalışıyor olma, isteksizlik ya da oyun oynamayı bilmiyor olma gibi durumlardan dolayı çocuklarıyla yeterince oyun oynamamaktadırlar. 10-20 dakika bile olsa çocuklarınızın sizlerle oyun oynamaya, duygularını size anlatmaya ve sizinle oyun esnasında duygusal yakınlık kurmaya ihtiyaçları vardır.
Ebeveynlerin oyuna karşı bakış açısı ve ilgi düzeyleri de bu durumu etkilemektedir. Ebeveynlerin çocukları ile oyun oynamaları çocuğun işbirliği ve dayanışma içerisinde olan, güven duyan, kendisiyle barışık, çevresiyle dengeli ve uyum içerisinde olan kişilik yapısı geliştirmelerinde etkilidir. Oyun oynarken ebeveynlerin yerme, yargılama, kıyaslama ve karşılaştırma gibi davranışlarından uzak durmaları gerekmektedir. Bu tür davranışların sergilenmesi çocuğun benlik gelişimini bastırmaktadır. Yapılan araştırmalar ebeveynlerin çocukları ile oyun oynamadığı zaman fiziksel, duygusal ve psikomotor gelişim yönlerinde aksaklıkların olduğu belirlenmiştir.
Çocuğunuzla oyun oynarken kahkahalarla gülün
Kahkahalarla gülmek sizin ve çocuğunuzun kaygı ve stresine olumlu etkileri vardır ve aranızdaki sevgi, iletişim ve yakınlık bağını güçlendirir. Kahkahalarla gülmek ailedeki bireyleri birbirine yakınlaştırır. Çocukların gülmesini sağlamak ve oyunu daha da keyifli hale getirmek oldukça kolaydır. Birlikte yastık savaşı yaparak, birbirinizi sandviç yaparak, saklambaç ve kovalamaca gibi bağlanma ve hareket temelli oyunlar oynayarak kahkahalarla gülebilirsiniz. Birlikte dans edebilirsiniz, komik surat ifadeleri yapabilirsiniz. Oyun oynamanın her yerde ve her zamanda mümkün olduğunu unutmamalısınız.
Kilit Noktalar
∙ Oyun çocuğun dilidir.
∙ Oyun bir uyumdur.
∙ Oyunla çocuk kendi duygularını ifade etme imkanı bulur. Mutsuzluklarını, sevinçlerini ve kızgınlıklarını oyuna yansıtır.
∙ Oyunla çocuk kendi deneyimlerinin farkına varır.
∙ Oyun gerçek ile hayal arasında bir köprü niteliği taşır.
∙ Oyun çocuğun benlik gelişimine, sosyal gelişimine, psikomotor gelişimine ve duygusal gelişimine katkı sağlar.
∙ Oyun çocuğu gelecekteki yetişkin/ebeveyn yaşamına hazırlar.
∙ Oyun çocuğun sosyal ilişkilerine katkı sağlar. Akran ilişkilerini güçlendirir.
∙ Oyunda aile ve okulun etkisi büyük bir öneme sahiptir.
∙ Ebeveyn çocuk oyunları ailedeki duygusal bağı güçlendirir.
∙ Oyun çocukların yaratıcılıklarına alan açar.
∙ Oyunla birlikte çocuk özgürleşir.
Oyun gelişimin bir parçasıdır ve çocuğun vazgeçilmez öğrenme aracıdır. Çocukların oyunlarında kendini ifade etmesine izin verilmesi, duygularını paylaşmasına destek olunması, aradaki duygusal bağı güçlendirmeye çalışılması ve gerekli oyun ortamının sunulması gelecekte duygularını rahatça paylaşan, sorun çözme becerileri gelişmiş, kendini ifade edebilen, diğer insanların sınırlarına saygı duyabilen ve aidiyet duygusu gelişmiş ebeveynler/yetişkinler olması açısından büyük bir öneme sahiptir.
Psikolog/Oyun Terapisti Afranur Mamuş
KAYNAKÇA
Cohen, L,J. (2020). Oyuncu Ebeveynlik. Görünmez Adam Yayıncılık.
Solter, A.J. (2017). Oyun Oynama Sanatı. Doğan Yayınları Yayıncılık ve Yapımcılık Ticaret A.Ş.
Ayan, S., Memiş, U,A. (2012). Erken Çocukluk Döneminde Oyun. Selçuk Üniversitesi. Selçuk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Bilim Dergisi.
Ulutaş, A. (2011). Okul Öncesi Dönemde Drama ve Oyunun Önemi. Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.
Özyürek, A. Gürleyik, S. (2016). Anne Babaların Okul Öncesi Dönem Çocukları ile Etkileşimlerinde Oyunun Yeri. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi.
Koçyiğit, S. Tuğluk, M.N. Kök, M. (2007). Çocuğun Gelişim Sürecinde Eğitsel Bir Etkinlik Olarak Oyun. Atatürk Üniversitesi. Erzurum.
Geçen yıl Nisan ayında Covid 19 Çağında Evokulluluk: Altı Okulsuz Ebeveynden Tavsiyeler başlığıyla bir dizi çeviri yayınlamıştık. Türkiye dışında pandemiyi deneyimleyen altı okulsuz ebeveynin tavsiyelerini sıraladığı bu yazı, karantina sürecinde çocuklarla yapılacak aktiviteler listesi içermiyordu; birdenbire kendimizi içinde bulduğumuz bu durumla nasıl başa çıkılacağına dair bir reçete de sunmuyordu. Yine de bu altı ebeveynin dikkat çektiği konular ve verdikleri tavsiyeler, o zaman içinde olduğumuz dönemi, hatta bu dönemin öncesini ve sonrasını da kapsayan bir doğrultuda genişliyordu.
Pandemi sürecin başından bu yana; çoğu ebeveynin işyerinin, çoğu çocuğun da okulunun eve taşındığı ve evin alışılagelenden bambaşka bir ritminin oluştuğu o günlerden bu yana bir seneden fazla zaman geçti. Bu geçen sürede içinde olduğumuz duruma kimimiz alıştık, kimilerimiz ise bu dönemde Türkiye’de çocukların dışarı çıkmasının yasaklanması, okulların kapatılması ya da çocukların sosyal ve fiziksel çevrelerinin büyük oranda kısıtlanmasından dolayı bu dönemi çokça tartışır ve eleştirir olduk. Ama hepimiz bu dönemin içinden geçtik, yaşadık ve yansıttık.
Aşağıda paylaştığımız yazı, içinden geçtiğimiz bu deneyimin gösterdiklerine, öğrettiklerine ve yansıttıklarına doğru açılan kişisel bir penceredir. Bu pencere, tıpkı girişte bahsettiğim yazı gibi, bu süreci deneyimleyen bir yetişkinin, bu sürecin öncesine ve sonrasına uzanarak genişleyen ufkuna açılır. Penceresinden bakıp, oynamakta, öğrenmekte ve kendini yaratmakta olan çocukları gören, duyan ve bizimle paylaşan Ayşen Altay’a teşekkür ederiz.
***
Salgın sürecinde, kızımın öğrendiklerine dair pencereme yansıyanlar:
-İnsan ve doğa ilişkisinin karşılıklılığını, doğaya bencilce yaklaşmanın insanlık için sonuçları olacağını öğrendi.
-Doğanın güçlü olduğunu, kendi kuralları olduğunu, insan için en doğru seçimin doğaya saygı ve uyum olduğunu öğrendi.
-Doğada sadece insanların yaşamadığını daha çok fark etti. Gözümüzle göremeyeceğimiz mikroorganizmalarla beraber yaşadığımızı öğrendi. Tüm canlılığın efendisi gibi davranan insanın, en en küçükler karşısında çaresiz kalabileceğini öğrendi.
-Bazı durumlarda bireysel kurtuluş olamayacağını öğrendi. B. Brecht’in dizesini yaşayarak anladı: “Kurtuluş yok tek başına. Ya hep beraber, ya hiçbirimiz…”
-İnsan emeğinin ve bilimin, insanlığın kurtuluşuna hizmet edebileceğini öğrendi. Bazı insanların; diğer insanlar, toplum ve insanlık için olağanüstü fedakarlıkla emek harcayabileceklerini öğrendi. “Şu anda bilim insanları ve doktorlar çalışıyorlar,” dedi sık sık. “Bu saatte bile çalışıyorlar mı?” diye sordu. Gözlerinden, saygı, minnettarlık ve umut okunuyordu.
-Üstelik bu emeğin kurtarıcı olabileceğini gördü, anladı. (Aşı bulundu, haberini ona verdiğimde, kendi özgün tarzıyla şöyle dedi: “Ne oldu korona, çok havalıydın? İnsanlar kazandı işte!..)
-Daha çok ihtiyacı olana, gönüllü olarak öncelik verilmesi gerektiğini öğrendi. Aşı uygulamalarında olduğu gibi.
-Korunmak konusunda herkesin eşit şartlara sahip olamadığını öğrendi. Evden çıkmadığımız günlerde, kargo çalışanı kendisine oyuncak getirince, çok kafası karıştı. Zor zamanlarda, zorunlu üretim ve dağıtımın ne olması gerektiği konusunda düşündü. Kendince sonuçlara da ulaştı.
-Hiçbir ebeveyn müdahalesinin, hiçbir yapılandırılmış eğitim programının öğretemeyeceği nitelikte, “beklemeyi” öğrendi.
-Zor zamanların geçeceğini, her şeyin bir sonu olduğunu öğrendi.
-Sahip olduklarımızın beklemediğimiz bir anda elimizden alınabileceğini, alıştığımız yaşamın birdenbire değişebileceğini deneyimledi. Bunun travmatik etkisinden kurtulmak için dayanışma içinde olmayı, yaşamı güzelleştirecek yolları birlikte aramayı öğrendi.
-Sadece kendisini korumak için değil, hiç tanımadığı insanları korumak için de fedakarlık etmeyi öğrendi.
-Umutsuzluğa kapılmamayı ve gelecek güzel günlere kesin olarak inanmayı öğrendi.
-“Hayır” demeyi daha çok öğrendi. “Bana dokunma” demenin en meşru hakkı olduğunu öğrendi.
-Bireylere ve topluluklara, özgüvenle müdahale etmeyi öğrendi. (Maske ve sosyal mesafe konusundaki uyarıları ile, çevresindekileri daha duyarlı daha saygılı hale dönüştürmeyi başardı da.)
-Herkesin, her zaman doğru davranmadığını, hatta insanların akıl almaz yanlışlar yapabileceğini ve hatta bu yanlışlarını yalanla gizlemeye çalışabileceğini, gördü, öğrendi. (Bazen, “çocuğunu da korumuyor” diye, bazen “hiç maske kullanmıyor, bi de bizi kandırıyor, maske takıyorum diye” söylenerek kızdı. Komşunun kalabalık doğum günü partisini şaşkınlıkla karşıladı…) Sanırım sosyal çevresinin davranışlarını referans alırken iki kere düşünmeyi, “herkes kendini damdan aşağıya atıyor diye atlamamayı” öğrendi.
-Sevdiği ve güvendiği insanların ciddi hatalar yapabildiğini gördü. İyi ebeveynlik üstüne düşündü. Bilmemek, umursamamak, rahat etmek istemek gibi durum ve tavırların ebeveynlik ile uyumlu olmadığına karar verdi.
-Kendisini korurken ölçülü olması gerektiğini, önlemleri abartmanın yaşamı zorlaştıracağını öğrendi. Gerçekçi önlemler ile abartılı önlemleri ayırt ederek , kendisini takıntılardan korumayı öğrendi.
-Bu arada okuma yazma, biraz matematik, biraz ingilizce, paten kaymak, bolca tasarım ve geri dönüşüm projesi üretmek, bolca bilgisayar oyunu da öğrendi. Ama bunlar ikincil bence. Yaşama dair kazandığı tutumlar daha önemli geliyor bana…
*Bu metin Superpool tarafından yayınlanan “İstanbul Okumaları: Şehirde Oyun” adlı kitapta yer alan Macera Oyun Alanları makalesinden alıntılanmıştır.
Makalenin devamında incelenen Nothing Hill Macera Oyun Alanı ve Lenox-Camden Oyun Alanı örnekleri, ikinci ve üçüncü kısım olarak ayrıca yayınlanacaktır.
1920-1930 yılları arasında peyzaj mimarı olarak çalışan Lady Allen of Hurtwood, 1930 yılında Peyzaj Mimarları Enstitüsü’ne (Büyük Britanya) ilk üye olarak kabul edildi. Kendini çocuk sağlığı ve hakları konusuna adayan Lady Allen’ın mücadelesi, 1948 yılında Çocuk Yasası’nın kabul edilmesiyle meyvesini verdi. Çocuk yuvası, erken çocukluk eğitimi, çocuk filmleri konularında faaliyet gösteren kurumlarda aktif rol aldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında bombalanan alanlardaki hurdaların çocukların oynayabileceği şekilde dönüştürülmesi konusunda çalıştı. Savaşın ardından Avrupa ve Orta Doğu’da UNICEF’in irtibat yetkilisi olarak çalıştı. Oyun alanları üzerine yazılar yazdı. Macera oyun alanları üzerine yazdığı kitabı Planning for Play (1968), düşüncenin dünyaya yayılmasını sağladı.
Başarılı bir macera oyun alanının sırrı,
devamlı gelişim içinde olmasındadır,
hiçbir zaman tamamlanmaz, gelişimi hiç bitmez.
Birçok çocuk için bir çok şey olabilen
bir tür “boş arazi”dir.
Jack Lambert, Lider **
Macera oyun alanları, her yaştaki çocuğun kendi oyun fikirlerini geliştirebileceği yerlerdir. Gençlerin çoğu, arada sırada yersiz eleştiri veya kınamaya maruz kalmadan, gerçek araç gereçlerle çalışarak toprak, ateş, su veya tahtayla bir şeyler denemek için derin bir ihtiyaç hisseder. Bu oyun alanlarında, onların serbestçe hesaplanmış bir risk alma tutkuları kabul görür, hoşgörülü ve müşfik bir rehberlik denetiminde tadı çıkarılır.
Asfalt denizi üzerine çakılmış sabit ekipmanla donatılan eski usul oyun alanlarının pek yakında geçmişin kalıntıları arasına katılacağı ümit edilmektedir. Artık onların ömürleri dolmuştur, çünkü çocuklar esnekliği olmayan demir eşyadan kısa sürede sıkılmaktadır. Genel oyun tanımlaması içinde hareketsiz nesnelerin de yeri vardır, ancak tek başlarına yeterli değillerdir. Oyun alanı tasarımcıları demir eşyalardan vazgeçip, aynı hareketsizlikte kütükler, tırmanma çerçeveleri ve soyut şekilli pahalı oyun heykellerini tercih etmeye başladıklarında, doğru yönde ufak bir adım atmışlardı. Fakat bunlar da çocukların ilgisini devam ettirmeyi başaramadığından, beton tekneler, çekme motorları, kamyonlar ve bozuk arabalar gibi unsurlardan medet umuldu. Fakat çocuklar kısa zamanda bu yeniliklerden de bıkıp ilgilileri çileden çıkararak, sokaklardaki daha heyecanlı oyunlarına döndüler veya boş alanlarda daha yaratıcı eğlenceler keşfetmeye koyuldular. Buralarda buldukları nesneleri istedikleri gibi sağa sola götürüyor, eski tuğla ve tahtalarla evler yapıyor, (polisler bakmadığında) ateş yakabiliyor, hendeklerdeki çamurlu sulara akacak yollar, havuzlar yapıp oynuyorlardı. Bugünlerde böyle kıymetli boş arsalar giderek azalıyor, dereler lağımların içine saklanıyor, tepecikler ve tümsekler düzlenip betonun altına gömülüyor, ağaçlar ise artık tırmanmak için değil.
Macera oyun alanıyla ilgili ilham, 1943 yılında Alman işgali sırasında açılan Emdrup oyun alanıyla Danimarka’dan gelmişti. Ünlü peyzaj mimarı Profesör C.Th. Sørensen Kopenhag’da birçok güzel oyun alanı tasarlamış olmasına rağmen, çocukların hurda alanlarında ve şantiyelerde oynamayı tercih ettiğine dikkat etmiş, sağı solu karıştırıp buldukları atıklarla kendi oyunlarını geliştirmelerinden etkilenmişti. Büyük bir anlayış ve cesaretle, Kopenhag dışındaki yeni bir toplu konut projesinde Emdrup hurda oyun alanını kurdu. Anlayışlı bir lider bulma konusunda ilk andan itibaren hem kendisi hem de çocuklar çok şanslıydı. Eğitimli bir anaokulu öğretmeni olan John Bertelsen aynı zamanda eski bir denizciydi, dolayısıyla bu denemeyi başarıya götürecek insandı. Bu başlangıçla Emdrup, bütün dünyaya ilham verdi.
1947 yılındaki bir yazısında Profesör Sørensen fikirlerini şöyle vurguluyordu:
Bir macera oyun alanı kurulması düşünülüyorsa, çocukların fazlaca denetim ve organizasyona tabi tutulmasına karşı bir uyarıda bulunmak yerine olacaktır. Bence çocuklar mümkün olduğu kadar serbest ve kendi başlarına bırakılmalıdırlar. Tabii ki bir miktar denetim ve yönlendirme gerekecektir. Ancak, çocukların hayatlarına ve faaliyetlerine müdahale ederken çok dikkatli olmak gerektiğine kalpten inanıyorum. Macera oyun alanının amacı, kentteki çocuklara, kırsalda yaşayan çocukların sahip olduğu oyun olanaklarının zengin bir alternatifini sunmak olmalıdır.
Danimarka’daki Skrammellegepladsen ile İsviçre’deki Robinson oyun alanları ve Birleşik Krallık ve başka ülkelerdeki macera oyun alanlarının hepsi Emdrup’tan türemiştir. Buna rağmen, hurda oyun alanlarının hepsi bulundukları ülkeye, yerlerinin doğasına, çocukların isteklerine, liderin hayal gücüne ve eldeki paranın miktarına bağlı olarak birbirinden çok farklıdır. Gelgelelim hepsinin paylaştığı amaç, çocukların özgür ve serbest bir atmosferde, şekillendirebilecek malzemelerle istedikleri gibi oynamalarını sağlamaktır.
Emdrup
Birleşik Krallık’taki macera oyun alanlarının neredeyse hepsi müstakil ebeveyn grupları ve en yakın çevreden gelen diğer katılımcılar tarafından başlatılmış ve onlar tarafından yürütülmektedir. Bu oyun alanların çoğu geliştirilmeyi bekleyen boş arsalarda olduğundan, beş ile on yıl arasında kısa devrelerle kiralanırlar. Hepsi başarılı olamamış, çoğu zaman finansal destek yetmediğinden, bazıları kira devresinin sonuna kadar bile yaşayamamıştır.
**Metnin yazıldığı dönemde “Play Leader” olarak geçen kavram yıllar içerisinde, macera oyun alanları deneyimiyle “Play Worker” yani “Oyun İşçisi” olarak evrilmiştir. Bu çeviride orijinal metne sadık kalınarak Lider şeklinde kullanılacaktır.
Başarılı bir macera oyun alanının sırrı, liderin nitelik ve tecrübesinde yatmaktadır. Bu işi üstlenen kimsenin, çocukların kendi girişimleri için gereken ortamı yaratan ve onlarla bir liderden çok, daha büyük bir arkadaş veya rehber öğretmen gibi ilişki kurabilen olgun bir kişiliğe sahip olması gerekir. Bu görev için kullanılacak unvan ya da kelimeyi tam olarak bulmuş sayılmayız. Müfettiş sıfatı akla disiplini getirir, gençlik lideri başka işler için eğitilmiştir, muhafız fazlasıyla otoriteyi çağrıştırır. Doğru kişi için tek tanım olmadığı gibi, İngiltere’de bu işin henüz tam zamanlı eğitimi de yoktur. Ancak, farklı ve beklenmedik çevrelerden gelen bazı kimselerin, titizlik isteyen bu işe duyarlılıkla sarılabildikleri görülmüştür. Daha başarılı olanlar arasında aktörleri, marangozları, sıhhi tesisatçıları, bir gece bekçisini, ve de engelli ve ruhsal bozukluğu olan çocuklar konusunda tecrübeli bir emekçiyi sayabiliriz. Macera oyun alanının alışılmamış durumuna eğitimli gençlik liderleri veya okul öğretmenlerinin ender uyum sağlayabildiğini görüyoruz. Belki de onların başlamadan önce akıllarından çıkarmaları gereken çok fazla şey vardır.
Çocuklar güvendikleri kimselerin her türlü insani niteliğine şahit olmaktan hoşlanırlar; değişen ruh halleri onları perişan etmez. Çocukların, tıpkı iyi bir ebeveyn gibi, liderin de onları hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmayacağını, ne tür bir belaya bulaşmış olurlarsa olsunlar, onlara arka çıkacağını şüpheye yer bırakmayacak şekilde ve kesin olarak bilmeleri gerekir.
Bu işi yapacak kişi sıcak tabiatlı ve anlayışlı olmalı. Bilhassa pek sevilmeyen, okulda başarılı olamayan, şu veya bu sebepten sosyal grubundan kopuk çocuklara gösterilecek anlayış çok önemlidir, çünkü yaşamlarında özlediklerini macera oyun alanında bulacak olanlar bu gruptaki çocuklardır. Arada sırada keskin bir azarla kendisinin de insan olduğunu hatırlatsa bile bir lider, sonsuz sabır gösteren, ve her şeyden önemlisi, dostça ve kınamayan bir tutum içinde olmalı. Çocuklar güvendikleri kimselerin her türlü insani niteliğine şahit olmaktan hoşlanırlar; değişen ruh halleri onları perişan etmez. Çocukların, tıpkı iyi bir ebeveyn gibi, liderin de onları hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmayacağını, ne tür bir belaya bulaşmış olurlarsa olsunlar, onlara arka çıkacağını şüpheye yer bırakmayacak şekilde ve kesin olarak bilmeleri gerekir.
Bir macera oyun alanının başarılı lideri, çocukların kendilerine has yöntemlerle bir şeyler yapıp yaratacaklarına dair olumlu yaklaşım içinde olduklarına güvenir ve birbirleriyle iyi ilişkiler kurabilecek yeteneğe sahip olduklarını düşünür. Oyun veya topluca yapılan eylemler için “takım” kurma, “nasıl oyun oynanacağını” gösterme veya onların fiziksel gelişimi gibi konularla daha az ilgilenir. Diğer taraftan, kontrolden çıkmakta olan bir durum karşısında veya çocuklar geçici anlaşmazlıklarını kendi aralarında çözemediklerinde hakem vazifesini üstlenir. Olayların ilerisinde olup, gelişmekte olan projeler için ne gibi malzeme ve araçların gerekeceğini önceden kestirebilmeli, ve o an ne gibi bir eyleme ihtiyaç olduğunu, tartışıp desteklemeye hazır olmalıdır. Her şeyden önemlisi, bir grubu veya tek bir çocuğu bile gerçekten sevindirmiş olan herhangi bir çabayı övmeye hazır olduğu gibi, yapılan iş terk edilip, hiçbir zaman tamamlanmadığında da hayal kırıklığını göstermemelidir.
Lider oyun alanına gönüllü çalışacak insan çekmeyi iş edinmelidir. Onlar, müzik, tiyatro, resim, maket yapımı veya marangozluk gibi özel becerileri buraya taşıyabilirler. Lider, ebeveynler ve sosyal hizmetlerin farklı bölümleriyle olumlu ilişkiler kurma fırsatlarını değerlendirerek, zor durumlarda çocuklara bu şekilde de yardımcı olabilir.
Genelde liderlerin tecrübeden başka bir özelliği yoktur. En iyileri paha biçilmez insanlardır.
Komite
Lider, idari işlerin çoğunu yüklenen anlayışlı bir komite tarafından desteklenmelidir. Yeterli fon bulmak, yerel ilgiyi geliştirmek, tanıtımı organize etmek komitenin görevlerinden bazılarıdır. Ana amaçları, ihtiyacı olduğunda lidere destek olmaktır, ancak işine lüzumundan fazla karışmamaları gerekir. Bir lider komite tarafından iş başına getirildikten sonra, bir gazetenin editörü gibi, görevini kendi başına yürütebileceğine güvenilmelidir. Birçok macera oyun alanının başarısızlığı, bazen komitenin fazla denetimci olup lideri “yönlendirmeleri”nden, bazen de öncülük hevesiyle başlayıp, sonradan kaçınılmaz bir kriz sırasında lideri destekleyememiş olmalarından kaynaklanır. Komite ile lider arasındaki ilişki, zamanla gelişip kuvvetlenen karşılıklı güvene dayanır. İlk başlarda iki tarafta da sabır gerekir; komitenin işi de liderinki kadar zor, ancak farklıdır.
Belki de başkalarına yardım etmek için gösterilen samimi çaba, gerçek olgunluğun belirtisidir. Gençlerle ve gençler için çalışan herkesin amacı da budur.
Çeşitli fırsatlar
Bir macera oyun alanının esnek atmosferinde, geliştirilip keyfine varılacak faaliyetlerin çeşidi sonsuzdur. Kimi geçici olabileceği gibi, diğerleri de kalıcı unsurlar halini alabilir. Bazı oyun alanlarında mahalledeki yaşlılar için haftada veya ayda bir partiler yapılır. Kekler alanda pişirilip eğlenceler düzenlenirken, bir yandan da sivil bilincin gelişmesine önayak olunur. Basit operalar hazırlanıp temsil edilmiş, dergiler derlenip basılmıştır. Atık kütük ve odunlar kullanıma hazır boyda kesilip emekli yaşlıların evlerine ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Bahçeler ekilip alınan ürün ve çiçekler hasta dostlara veya komşulara verilmiştir. Bazen daha büyük çocuklar gruplar oluşturarak yaşlıların odalarını süslemeye veya temizlemeye gitmiş, onlar da dış dünyadan gördükleri bu ilgiden çok mutlu olmuşlardır. Bazen resim sergileri de düzenlenmiştir. Bütün bu etkinlikler ve daha başkaları, gençlere içinde yaşadıkları topluma ait olduklarını hissettirir ve başkaları için değerli bir şeyler yapmanın mutluluğunu yaşatır. Birçok macera oyun alanı kamp tatilleri veya kırsala hafta sonu gezileri düzenler; bazıları da yurtdışına seyahatler yapar. Daha büyük çocuklardan biri kendi macera oyun alanının filmini yapmış, ancak sonuçtan tatmin olmamıştı. “Bir şeyler kaçırdım”, demişti. “Galiba buradaki bölge halkını kaçırdım.” Önemli bir noktaya değinmişti, çünkü oyun alanı ruhu olan bir varlıktır; ve bu ruh farklı yaşların, kişiliklerin, uğraşların meydana getirdiği olağanüstü karışımın içindedir. Macera oyun alanındaki çocuklar burada sağlıklı bir özgüvene kavuşabilirler, çünkü her birinin başarılı olabildiği bir konu her zaman bulunur. Zengin oyun olanakları sayesinde giderek gelişirler, oyun alanını sahiplenirler, kendilerinden küçük çocuklara ve oyun alanı dışındaki insanlara karşı sorumluluk duyguları artar. Belki de başkalarına yardım etmek için gösterilen samimi çaba, gerçek olgunluğun belirtisidir. Gençlerle ve gençler için çalışan herkesin amacı da budur.
Alan ve kullanımı
Macera oyun alanları çocukların kendileri tarafından ihtiyaçlarına göre şekillenir. Ancak bazı temel unsurların ya komite, ya yerel yönetimler veya her ikisi tarafından karşılanması gerekmektedir. Muhtemelen oyun alanının şekli ve büyüklüğü konusunda pek bir seçenek bulunmaz. Arazinin şekli önem taşımamakla beraber, bir dönümden küçük olan yerler fazla küçük olduğu gibi, altı dönümden büyük olanlar da denetim ve bakım açısından sorun çıkarabilmektedir. Müsait alanların çoğu düzlüktür, ancak tepecikler yapılarak bu değiştirilebilir. Karanlık akşamlarda veya kötü havalarda bütün çocukları alabilecek büyüklükte bir oyun evi veya çadır bulunması gerekir. Kapalı alan faaliyetleri için mümkün olduğu kadar geniş bir oyun sahasından başka burada, kız ve erkek çocuklar ile çalışanlar için tuvaletler, lider için bir ofis ve malzemelerin depolanabileceği geniş bir oda daha gerekir ve bu mekanlar aydınlık ve iyi ısıtılmış olmalıdır. Kapalı bir veranda kullanım olanaklarına epey katkıda bulunacaktır.
Oyun alanının kapatılması konusunda farklı görüşler var; parmaklık, tuğla duvar veya tel örgülerle kapatılmalı mı, yoksa yoldan geçenlerin meraklı bakışlarına açık mı bırakılmalı? Çocuklar ve gençler, herkesin gözü önünde değil, kendi dünyalarında çalışıp oynamayı tercih ederler. Alanı tümüyle kapatan bir duvar, çocukların neden böyle bir karmaşayı sevdiklerini anlamakta zorlanan ve bu dağınıklığı gözden uzak tutmayı tercih eden yetişkinlerin de rahatsızlığını azaltır. Oyun alanı çevrelenirse, yetişkinler sadece yakılan ateşlerin kıvrılarak yükselen dumanlarını görecek, kızartılan sosislerin ve patateslerin nefis kokusunu alacaklardır. Böyle bir bariyer aynı zamanda oradan yükselen gürültüyü de engelleyecektir. Emdrup’ta oyun alanı, çevresinden 2 metre kadar çukurda yapılmış, etrafı da dikenli çalılarla kaplı bir tümsekle çevrelenmiştir. Macera oyun alanının yoldan geçen yetişkinlerin (ve polislerin) bakışlarına açık olmasını tercih edenler, böylelikle geceleri oyun alanında istenmeyen durumların da önleneceğine inanmaktadır.
Macera oyun alanlarının serbest, müsamahakar atmosferi ve çocuklara kendilerini ifade etmek için sunduğu zengin seçeneklerin başka bir olumlu yönü de, mekan ve tesislerinin yoğun olarak kullanılabilmesidir.
Macera oyun alanlarındaki çocuklar yaptıkları işlere o kadar dalıp, öyle meşgul ve mutlu olurlar ki, sigorta şirketleri beklenmedik bir anlayış göstererek, tüm olayı sağlıklı olarak kabul etmektedir. Bir liderin bulunmasından da memnun olduklarından, çok makul şartlar uygularlar.
1966-1967 yıllarında Büyük Britanya’da yoldan çıkmış bir çocuğu ıslah evinde barındırma masrafının haftada 20 pound olduğunu hatırlamak iyi olacak. Oyun alanlarımızdaki olanakları zengin ve ilginç hale getirerek, yılda bir çocuğu suç batağından kurtarır, liderin de maaşını çıkarmış oluruz. Sokak kazalarının halka verdiği zarar da küçümsenemez. Yılda sadece bir çocuğu böyle acıklı bir kazadan kurtarabilirsek yine bir liderin maaşı karşılanmış olur.
Lider ve yardımcılarının yılın her gününde oyun alanında bulunmalarını bekleyemeyiz. Bu nedenle alanın belirli bölümlerini her zaman açık bırakmak akıllıca olacaktır, böylece liderin yokluğunda çocuklar kendilerini dışlanmış hissetmezler. Örneğin, sert zeminli top oynama bölümünü çocuklar istedikleri zaman kullanabilmelidir. Aynı şey küçükler ve annelerine ayrılmış olan bölüm için de geçerlidir. Bu ikinci bölüm, ağaç ve çimeni, oturma yerleri ve masaları olan rahat bir bahçe olarak düşünülmelidir. Hoş ve bakımlı bir oturma alanı yaratmak için özen gösterildiği açıkça belirgin olduğunda, buralarda kırıp dökme veya kötüye kullanma yaşanmadığı tecrübeyle sabittir. Her zaman derli toplu ve bakımlı olduğu sürece, böyle bir bahçeye çocuklar da mahalle sakinleri gibi saygı gösterecektir. Herhangi bir ihmal belirtisi, tahribata davetiye çıkaracaktır.
Macera oyun alanlarının serbest, müsamahakar atmosferi ve çocuklara kendilerini ifade etmek için sunduğu zengin seçeneklerin başka bir olumlu yönü de, mekan ve tesislerinin yoğun olarak kullanılabilmesidir. Örneğin, okul çocukları gündüz okullarındayken, okulöncesi oyun grupları için sabahları ve öğleden sonraları refakatçı denetiminde programlar düzenlenmektedir. Bu da, genelde çocuklarına güvenli bir şekilde oynayabilecekleri yer bulmakta zorlanan ebeveynleri mutlu etmektedir.
Oyun alanları bayramlarda ve cumartesi günleri sabah 9’dan akşam 8’e kadar açıktır. Okul zamanında ise, öğle tatillerinde ve saat 4 ile 8 arasında okullu çocuklar tarafından yaz kış kullanılmaktadır.
Macera oyun alanlarındaki gençlerin –özellikle yaşları ilerledikçe– kendi topluluklarına duydukları tipik bağlılık henüz tamamen çözülememiş bir sorundur. On beş yaşını geçen çocukların bazıları, zevk ve eğlencelerini başka yerlerde denemek üzere ayrılmak gerektiğini kabul etmekte zorlanmaktadır. Bağları o kadar kuvvetli olabiliyor ki, bir keresinde bu gençlerin müşterek faaliyetlerini kendi başlarına devam ettirebilmeleri amacıyla, oyun alanında onlar için özel bir bölüm inşa etmek gerekmişti. Bir başka oyun alanındaki hoş bir kapalı tesis ise, bir orkestra kurup müzik yapmak veya judo gibi yeteneklerini geliştirmek isteyen gençlere 20.00-22.00 saatleri arasında ufak bir ücret karşılığında kiralanmaktadır. Tesise iyi bakacaklarına ve düzgün davranacaklarına güvenildiğini görünce, onlar da şaşırtıcı derecede sorumluluk sahibi olabilmektedir.
Görüldüğü gibi, macera oyun alanları iki yaşından yirmi ve hatta üstündeki çocuklara hizmet verebilmekte, sabah dokuzdan akşam ona kadar kullanılmaktadır. Macera oyun alanları, geniş yaş skalası ve yaz kış tüm yıl boyunca, uzun saatler hizmet vermeleri bakımından tüm diğer oyun alanlarından çok farklıdır.
Çocuklar ve gençler, herkesin gözü önünde değil, kendi dünyalarında çalışıp oynamayı tercih ederler. Alanı tümüyle kapatan bir duvar, çocukların neden böyle bir karmaşayı sevdiklerini anlamakta zorlanan ve bu dağınıklığı gözden uzak tutmayı tercih eden yetişkinlerin de rahatsızlığını azaltır.
Macera oyun alanlarına karşı duyulan başlıca önyargı, daha önce de bahsettiğimiz gibi, dağınık olmalarıdır; ancak bu durum dış dünyadan saklanabilmektedir. Bir diğer olumsuz yaklaşım da, kazalara yol açacakları kanısıdır ki, bu iddia dikkatle irdelenmelidir. Oyun alanları genellikle engebeli, kullanılan aletler güçlü ve ölümcül olmaya müsaittir. Çocukların inşa ettiği tırmanma strüktürleri lider tarafından denenmiş olsa bile, derme çatma ve tehlikeli görünürler; yakılan ateşler tehlike olarak algılanabilir; her yaştan birçok çocuk beraberce veya tek başına bir şeyler yaparken veya oynarken, bazen kontrolden çıktıkları düşünülebilir. Ancak, Birleşik Krallık’taki on yıllık varlıkları süresince, macera oyun alanlarında ufak tefek yara bereler dışında hiçbir ciddi olay yaşanmamış, hiçbir ebeveyn şikayette bulunmamıştır. Aslında çocukların yaptığı her şey tehlikeye açıktır. Onlar trafiğin geçtiği sokaklarda oynarken, birçok ölümcül kaza gerçekleşmektedir. Bazen de geleneksel oyun alanlarında sıkıldıklarından, sabit malzemenin üzerinde yaptıkları tehlikeli işlerle çok ciddi kazalar meydana gelir.
Gönüllü kuruluşlar ve yerel yönetimler
Macera oyun alanlarını kurmak kimin sorumluluğu olmalı? Onların bakım ve denetimini kim yapmalı, fon bulmak kimin görevi olmalı?
Eğer herhangi bir hizmet alanında yeterli macera oyun alanı olacaksa, mutlaka yerel yönetimlerin finansman ve yer bulma konularında büyük sorumluluk alması gerekecektir. Diğer taraftan, kurallar, anlaşmazlık kaygıları vb. konularla uğraşma mecburiyeti olduğundan, denetimi bizzat üstenmekten doğacak sorunlarla baş edebilecek esnekliği gösteremeyebilirler. Gönüllü kuruluşların öncülük ederek, bir ihtiyacı ortaya çıkarmaları, ve mümkünse o ihtiyacın nasıl karşılanabileceğine işaret etmeleri gerekli olacak gibi görünmektedir.
Bir macera oyun alanını yaratmanın en büyük zorluklarından biri, kuruluş maliyetini (inşaat, parmaklık, ısıtma, drenaj vb.) karşılayacak miktarı ve ondan sonra da alanın bakımı için gereken parayı bulmaktır. Danimarka’da 1 Nisan 1965 tarihinde yürürlüğe giren Çocuklara ve Gençlere Yardım Kanunu ile soruna bir çözüm getirilmiştir. Buna göre, çocuklar, okul çağındaki gençler ve daha büyükler için olan kurumlara verilen yıllık bağışların %45’i devletten, %35’i yerel yönetimlerden gelmektedir. Geri kalan %20’nin de gönüllü kuruluşlar tarafından karşılanması çok zor olmamaktadır. Bakım giderlerinden başka, kira ve ipotekli kredilerin faiz ödemeleri de karşılanmakta, 4/7’si devlet, 3/7’si yerel yönetimlerce üstlenilmektedir.
Macera oyun alanlarının doğası gereği, belki de idari işlerin ve oyun alanı bakımının gönüllü kuruluşun sorumluluğunda olduğu, yerel yönetimin de sermaye maliyetiyle işletme giderlerinin en az %85’ini karşıladığı bir ortaklık en iyi çözüm olacaktır. Böyle bir işbirliği için, hem gerektiğinde yerel yönetime danışmanlık yapacak hem de oyun alanlarının iyi yönetilmesini sağlayacak bilgi ve tecrübeye sahip, ulusal veya hiç olmazsa bölgesel bir gönüllü kuruluş gerekmektedir. Böyle bir organizasyonun olağanüstü örneği İsviçre’deki Pro Juventute’tur.
2. Kısım- Nothing Hill Macera Oyun Alanı, Londra buradan.
3. Kısım – Lenox – Camden Oyun Alanı Massachusetts, ABD şuradan.
Modern dünyanın çocuklar ve öğrenme hakkında unuttukları.
Geçen gün nasıl olduysa Twitter sayfamda aşağıdaki ifade göründü:
“Kendiliğinden okumayı öğrenme, bazı çocuklarda meydana gelir. Büyük çoğunluğu seslerin açıkça öğretilmesine ihtiyaç duyar ve hepsi bu işten faydalanabilir.”
Sonradan, bu 127 karakterlik bildirinin; yakında çıkacak olan Brilliant:The Science of How We Get Smarter (Muhteşem: Nasıl Daha Zeki Olabileceğimizin Bilimi) adlı kitabın yazarı aynı zamanda da bir gazeteci ve danışman olan, nasıl öğrendiğimiz ve bunu nasıl daha iyi yapabileceğimiz hakkında konuşmalar da yapan, genç bir kadın tarafından yayınlandığı ortaya çıktı.
Bu olay beni kızdırdı. Sadece, birinci sınıfta okumayı öğrenmiş olsan bile ses biliminde kötü olma ihtimalinin mümkün olduğunu kişisel olarak kanıtlamış olduğum için kızmadım. Kızdığım diğer şey kadının tonlamasıydı; sonraki paylaşımlarında ortaya çıktığı üzere, konu hakkında yüksek güvence veren bu ton, ileri sürdüğü şeyin doğru olduğunu gösteren “araştırma” ve “bilgi” ile elde edilmişti.
Son yüzyıl boyunca eğitim kuruluşlarından bu tarz “bilimsel” bildiriler ortaya çıkmıştır. Her kuşağın kanıtlamış olduğu doğruların bir sonraki kuşak tarafından “zararlı çılgınlık” olarak keşfedildiği gerçeği, zamanın ortaya yeni çıkmış kesinliklerini çocuklar üzerinde uygulamaya meraklı uzman gruplarının cesaretini asla kırmaz. Havalı otoritelerinin ses tonu hepimize net bir mesaj verir. “Biz çocukların nasıl öğrendiğini biliyoruz. Siz bilmiyorsunuz.”
Ve bize bunu açıklarlar.
Bush yönetimi tarafından yapılan bir panel vasıtasıyla ses bilimi hakkında “bilimsel fikir birliği” oluşturulmuş ve bu “bilimsel fikir birliği” ders kitabı ve test hazırlama endüstrisinde olan Bush destekçilerine ödül olarak verilmiş, hükümet sözleşmelerinde bulunan milyarlarca doları meşrulaştırmak için kullanılmıştır. No Child Left Behind (Hiçbir Çocuk Geride Kalmasın) ve Race to the Top (Zirveye Yarış) yılları boyunca bu fikir yaygın olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden eğer tarih bir kılavuzsa günleri sayılıdır. Herhangi bir gün ses biliminin küçük çocuklara doğrudan öğretiminin zararlı olduğunu, zihinlerini karıştırıp onları korkuttuğunu ve okumaktan nefret ettirdiğini (hepimiz bunun genellikle doğru olduğunu biliyoruz o yüzden bilim bunu keşfetse çok iyi olur) kanıtlayan yeni bir araştırma yapılacak ve milyonlarca yeni ders kitabı, test ve öğretmen kılavuz kitabı Bush’un McGraw-Hill’ deki eski arkadaşlarından vergi mükellefi fiyatına satın alınmak zorunda kalınacaktır.
Bu süreçle ilgili sorunlar çoktur ancak benim altını çizmek istediğim problem şudur: Buna sebep olan ulaşılabilir bilgi hakikaten, “insanların nasıl öğrendiğinin bilimi” değil “ insanlara okulda neler olduğunun bilimidir”. Ben şunu farkettim: Bugün insanlar, çocukların gerçekten neye benzediklerini bilmiyorlar. Onlar, sadece çocukların okullardaki halini biliyorlar.
Bildiğimiz okullar, kendi içlerinde geniş bir sosyal deneydirler ve tarihsel olarak çok kısa bir süreliğine var olmuşlardır. Bu noktada birçok bilgi vardır. Amerikalıların dörtte biri dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilmez. Amerikalıların yarısı, antibiyotiğin bir virüsü tedavi etmeyeceğini bilmez. Amerikalı lise mezunlarının yüzde kırk beşi, ilk Anayasa değişikliğinin basın özgürlüğünü getirdiğini bilmez. Bunları bilmek çok zor değildir. Eğer hipotez; evrensel zorunlu okullaşmanın, bilgili ve ciddi biçimde okur yazar olan vatandaşlar yaratmanın en iyi yolu olduğuysa, bu bilgilere çıplak gözle bakan herkes sonuçların en iyi ihtimalle karışık olduğunu kabul edilecektir. En kötü ihtimalle de felaket getiren türdendirler: Belki birkaç süper bakteri türü bu noktayı bize kanıtlamak üzeredir.
Bilgisayar kullanmayı nasıl öğrendiniz? Bir arkadaşınız size yardım mı etti? El kitapçığını mı okudunuz? Sadece oturup oynamaya mı başladınız? Bunların hepsinden biraz mı yaptınız? Yoksa hatırlamıyor musunuz? Sadece öğrendiniz, değil mi?
Diğer bir taraftan Amerikan Devrimi sırasında kuzeydoğu kolonilerindeki neredeyse tüm beyaz Amerikalı göçmenler okuma yazma biliyordu; okula gittikleri ya da ses bilimi dersleri aldıkları için kesinlikle değil, o zamanlar onlar yoktu. Thomas Paine’in Common Sense (Sağduyu) kitabı kesinlikle hafif bir kitap değildir, basıldığı ilk yıl 500.000’in üzerinde sattı. Bugün eşdeğer bir kitap 60.000 satmaktadır. İnsanlar okumayı çeşitli yollarla öğrenmiştir: bazıları tek sınıflı okullardan, ama birçoğu annelerinden, özel öğretmenlerden, gezici vaizlerden, ustalardan, akrabalardan, komşulardan, arkadaşlardan… Onlar okuma yazma biliyor çünkü okuryazar bir toplumda, bir insandan bir sonrakine okuryazarlığı aktarmak gerçekten o kadar da zor değildir. İnsanlar bir yeteneği gerçekten isterse, bu bir virüs gibi yayılır. Deneseydiniz bunu durduramazdınız.
Başka bir deyişle, şu an bilgisayarları kullanabiliyor olmamızla tamamen aynı sebeplerle okuyup yazabiliyorlardı. Bilgisayar kullanmayı okulda öğrendiğimiz için bilmiyoruz, öğrenmek istediğimiz ve bizim için hangi yol en iyiyse o yolla öğrenmekte serbest olduğumuz için biliyoruz. Birçok insanın bu sürecin akıcılığı ve etkililiğini insanoğlunun özelliği olarak görmek yerine bilgisayarın özelliği olarak görmesi ironilerin en üzücüsüdür.
Modern dünyada okumayı 4 yaşına kadar öğrenmediğiniz sürece sizin için en iyi olan yolla öğrenme şansınız yoktur. Artık öğrenme süreciniz bilimsel olarak planlanmış, kontrol edilmiş, izlenmiş ve elde edilebilir en iyi bilgiye göre çalışan yüksek eğitimli “uzmanlar” tarafından değerlendirilmiş olacaktır. Eğer öğrenme tarzınız o yılın teorisiyle uyuşmazsa, küçük düşürülecek, terapi görecek, yakından takibe alınacak, damgalanacak, test edilecek ve en nihayetinde beyninizde hafif düzeyde zihinsel yetersizlik olduğuna dair teşhis edilip etiketleneceksinizdir.
Bilgisayar kullanmayı nasıl öğrendiniz? Bir arkadaşınız size yardım mı etti? El kitapçığını mı okudunuz? Sadece oturup oynamaya mı başladınız? Bunların hepsinden biraz mı yaptınız? Yoksa hatırlamıyor musunuz? Sadece öğrendiniz, değil mi?
Kurtların aynı yaştaki yavrularını yatırdıkları kuru ottan yuvaları vardır ve anne avlanmaya çıktığında bu yuvayı başka bir yetişkinin gözetimine bırakır; Kanada geyikleri, doğduktan birkaç dakika sonra kalkıp sürüyü takip edebilen buzağılar doğurur. İnsanların da içinde olduğu primatlar bir seferde tek yavru doğurur ve anne çalıştığı ya da yiyecek aradığı esnada bu yavruyu yanında taşır, sıklıkla da kalabalık akraba ve arkadaş ağıyla bu bakımı paylaşır.
Bütün sosyal memeliler bir yetişkin olarak hayatta kalmak için ihtiyaçları olacak becerileri aktarma ve öğrenme hakkında türlerine özel sosyal yapı ve davranış evrimi geçirmişlerdir. Bizim kendi türümüz yüz binlerce yıldan fazla bir süre, karma yaşlardan oluşan küçük toplumlarda yaşamak için evrim geçirmiştir. Bu toplumlarda çocuklar yetişkin faaliyetlerinin içinde yer alırlar, çevrelerinde kendinden büyük ve küçük çocuklar, büyükanne ve babalar olur, gerçek dünyanın içine dalmışlardır; hareket etme, oyun oynama, vücut antrenmanı yapma özgürlükleri bulunur ve gözlem yapma, taklit etme ve gelişimsel olarak hazır olduklarında da yetişkin eylemlerine katılma hakları vardır.
Hala bu modele göre yaşayan toplumlarda, bin yıldan fazla bir süredir gelişmekte olan zarif yerli pedagojiler, çocukların doğal gelişimine o kadar uygundur ki karmaşık ve incelikli beceriler neredeyse hiç uğraş vermeden kazanılabilir.
Kenya’daki herhangi bir Gikuyulu anne bir görevi bir çocuğa vermeden önce, çocuğun hazır olduğunu görmeyi beklemesi gerektiğini bilir. Hindistan ormanlarındaki herhangi bir Baigalı baba eğer bir çocuk bir şeyi dener ve sonra geriye çekilirse onu yalnız bırakacağını bilir çünkü sonra denemek için tekrar geri gelecektir. Herhangi bir Yupikli yetişkin, küçük çocukların dersten çok hikayelerden, direkt anlatımdansa kendi elleriyle tecrübe etmekten daha iyi öğrendiklerini bilir. Papua Yeni Gine’den herhangi bir Forelu ebeveyn, çocukların bazen yetişkinler tarafından öğretilmekle değil de, daha büyük çocukları taklit etme yoluyla en iyi şekilde öğrendiklerini bilir.
Dünyanın her yerinden insanlar, “çocuklar ve öğrenme” hakkında bu şeyleri bilirler ve ilginç olarak, yazılım tasarlamayı öğrenme ya da bilimsel bir deneyi yönetme, ya da zarif bir makaleyi yazma hakkında, ren geyiği avlamayı öğrenme veya yağmur ormanlarındaki iyileştirici bitkileri tanımada oldukları kadar elverişlidirler.
Çocukların okuldaki davranışlarına bakarak insanoğlunun nasıl öğrendiği hakkında bilgi toplamak, katil balinaların su parklarındaki davranışlarına bakarak onlar hakkında bilgi toplamaya benzer.
Herhangi bir vahşi yaşam biyoloğu, eğer çevresi türlerinin zaman içinde gelişmiş olan sosyal ihtiyaçlarına cevap veremeyen türdense; hayvanat bahçesindeki bir hayvanın normal gelişmeyeceğini bilir. Ama artık biz bunu kendi adımıza bilmiyoruz. Çocukları karma yaştaki topluluklar yerine aynı yaştaki akran gruplarına yapay bir biçimde tecrit ederek onları günün büyük çoğunluğunda içeride ve sabit oturmaya mecbur bırakarak, bağlam içinde kullanılmış gerçek etkinlikler yerine, metin odaklı yapay materyallerden öğrenmelerini isteyerek, bir çocuğun gelişimsel hazırbulunuşluğunun ortaya çıkmasını takip etmek yerine, öğrenmesi için keyfi ders programlarını zorla kabul ettirerek, kendi evrimleşmiş türümüzün davranışını kökünden değiştirdik. Sağduyumuz bize bütün bunların karmaşık ve tahmin edilemeyen sonuçları olacağını söylemelidir. Aslında söyler de. Bazı çocuklar bu, tamamen yapay çevrede işlev görebiliyor gibi görünse de gerçekte hatırı sayılır bir çoğunluğu da işlev göremiyor.
Dünya çapında her gün milyonlarca, milyonlarca ve milyonlarca normal ve sağlıklı çocuk, hayatları boyunca onları mahvedecek yollarla bir hata olarak etiketleniyor. Ve artarak okulun yapay çevresine uyum sağlayamayanlar zihinsel yetersizliğe sahip olduklarına dair teşhis edilip ilaçlara maruz bırakılıyorlar.
Biz, bu bağlamda insanoğlunun nasıl öğrendiğini araştırmak üzere yola çıktık. Ama çocukların okuldaki davranışlarına bakarak insanoğlunun nasıl öğrendiği hakkında bilgi toplamak; katil balinaların su parklarındaki davranışlarına bakarak onlar hakkında bilgi toplamaya benzer.
2010 yılında İngiliz Colombia Üniversitesi’nden üç kişilik bir araştırmacı grubu sosyal bilimlerde yankı uyandıran bir yazı yayımladı. Bu yazının yazarları Joseph Henrich, Steven J. Heine ve Ara Norenzayan sosyal bilimlerin yüz yıldır insan doğası ve davranışı hakkında yaptığı engin genellemelerin yapılışına meydan okudu. Bu genellemeler insanlığın dar bir kültürel alt kümesine dayanıyordu ve buna “Western, Educated, Industrialized, Rich, Democtratic” (Batılı, Eğitimli, Sanayileşmiş, Zengin, Demokratik) ya da “WEIRD” (ACAİP) toplumlar diyorlardı. Davranış Bilimlerinden baştan başa karşılaştırmalı bir veri tabanını gözden geçirdikten sonra, Henrich ve arkadaşları sadece bu toplumların insanlığın bütünün bir temsilcisi olmadığını değil, aynı zamanda birçok açıdan insan çeşitliliği çan eğrisinde en uç noktada olduklarını buldular; diğer bir deyişle “ACAİP toplumların üyeleri, küçük çocuklar da dahil olmak üzere, insanlık hakkında genelleme yapabileceğimiz en son toplumlardır”.
Birçok açıdan Amerikalılar çan eğrisinde Avrupalılardan daha ötedeydi; diğer bir deyişle, “uç değerin en ucundaydılar”.
Birçok açıdan Amerikalılar çan eğrisinde Avrupalılardan daha ötedeydi; diğer bir deyişle, “uç değerin en ucundaydılar”. Bu merkez dışı özelliklerin bir çoğu Amerikadaki “normal” olarak düşündüğümüz eğitim türü ile ilgilidir. Amerikalıların işbirliğine yarışı, alçak gönüllülüğe kendilerini övmeyi, bütünsel düşünmeye analitik düşünmeyi, toplu başarıya kişisel başarıyı, dolaylı konuşmaya direkt konuşmayı, statü anlayışlarında eşitlikçiliğe hiyerarşiyi tercih etmede görüntünün en tepesinde oldukları ortaya çıkmıştır. Bu yüzden okullarda çocuklarımızı arkadaşlarından daha iyi olmak için çabalamaya zorlarız ve başarılı olduklarında onları herkesin önünde överiz, birçok diğer toplumdaysa bu durum aşırı kaba bir davranış olarak kabul edilir. Çocuklarımıza direkt olarak odaklanıp ne bilmelerini istediğimizi onlara direkt olarak söyleriz, birçok diğer toplumlardaysa yetişkinler çocuklarının büyüklerini yakından gözlemlemelerini ve yaptıklarını gönüllü bir şekilde takip etmelerini beklerler. Çocuklarımızın öğrenmelerini eziyet derecesinde detaya girerek kontrol ediyor, yönlendiriyor ve ölçüyoruz; diğer toplumlarsa çocuklarının kendi hızlarında öğreneceklerini kabul edip günlük etkinliklerini ve tercihlerini kontrol etmenin uygun ya da gerekli olduğunu düşünmezler. Diğer bir deyişle, bizim “normal” olarak kanıksamış olduğumuz öğrenme ortamı dünya çapındaki birçok kişi için, o kadar da normal değildir.
Eğer Amerikalılar uçtakilerin de en ucundaysa, çok genç çocuklar üzerinde gittikçe daha sert isteklerde bulunan ve doğal enerji ve eğilimleri gittikçe daha fazla baskılayan Amerikan kültürünün bir alt kültürü olan kurumsal okullaşma buna sebeptir. Daha büyük Amerikan toplumlarında değer verilen özellikler -enerji, yaratıcılık, bağımsızlık- sınıf içinde başınıza bela olur ve üzücü olarak çocuklarımızın bazılarının çan eğrisinde bizi yeterince takip edemediği ortaya çıkar. İnsan türleri oldukça uysal ve çeşitlidir, ama son derece de değildirler. Kültürümüz git gide uç noktalara büyüdükçe bireysel çocuklarda, bazen bozucu bir şekilde de olsa, altta yatan türlerin doğalarının yeniden ortaya çıktığını görürsünüz. Kurtları evcil hayvan olarak sahiplenmeye çalışan insanlar gibi, çocuklarımızın bazılarının tasmalarını kemirmeye başladığını fark ederiz.
Bir gün harika bir kumtaşı formu olarak Kaliforniya Çölünün dışından yukarı doğru eğim yapan Vasquez Kayalıklarında bir grup çocuğu yönlendiren 9 yaşında bir erkek çocuğunu izledim. Çekici, elektrik aldığınız, göz alıcı olanlardan biriydi; küçük olanlara karşı kibar, güçlü, çevik, meraklı, bir raptiye gibi keskin, gözlerinden havaya kıvılcımlar saçılıyordu. Yanımdaki arkadaşıma onu sadece izlemenin bile çok keyifli olduğunu söyledim. Bana kendisine daha yeni DEHB ( Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) teşhisi konduğunu söyledi.
Çekici, elektrik aldığınız, göz alıcı olanlardan biriydi; küçük olanlara karşı kibar, güçlü, çevik, meraklı, bir raptiye gibi keskin, gözlerinden havaya kıvılcımlar saçılıyordu. Yanımdaki arkadaşıma onu sadece izlemenin bile çok keyifli olduğunu söyledim. Bana kendisine daha yeni DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) teşhisi konduğunu söyledi.
Okulda iyi öğrenemeyen çocuklara baktığınızda, eğer dünyada herhangi bir geleneksel toplumda yaşamış olsalardı değer verilecek ve sevilecek özellikleri sıklıkla sergilediklerini fark edeceksiniz. Fiziksel olarak enerji doludurlar; bağımsızdırlar, sosyaldirler, komiktirler. Elleriyle bir şeyler yapmayı severler. Gerçek oyun için (hayat dolu olan, güçlerini, becerilerini, cesaret ve dayanıklıklarını test eden) can atarlar. Gerçek çalışma için ( önemli ve somut olan, değerli katkılar yapabildikleri) can atarlar. Soyutlamayı, oturup durmayı ve otoriter kontrolü sevmezler. İlgilerini çeken, merak uyandıran, tamir edip keşif yapabilmeye yönelten şeylere odaklanmayı severler.
ACAİP toplumumuzdaki “uzmanlar” bu çocukların öğrenme engelli olduğunu; zayıf dürtü kontrolüne sahip olduklarını; örgütsel becerilerinin eksik olduğunu; muhalif olduklarını söylerler.
Ama herhangi bir Maorili ebeveyn bir çocuğun savaşçı mı yoksa rahip doğasına mı sahip olduğunu anlamanız için onu sabırla, sessizce, müdahalesizce izlemeniz gerektiğini bilir. Çocuklarımız bize arayış içindeki varlıklar olarak gelirler, bunu Maorili öğretmenler bize söyler; biri gökle biri bedenle ilgili olmak üzere içlerinden geçen iki nehirle birlikte, bilinen ve henüz bilinmeyenle. Çabaları ikisini birleştirmektir. Yetişkinler olarak bizim rolümüz de bu süreci desteklemektir, şekillendirmek değil. Bu, kontrol etmek üzere bizim olan bir şey değildir.
“Gökkuşağı tıpkı çiçekler gibi solar”. Bunu kızım yağmurlu ve güneşli bir günde, renklerin kavis yaparak gökyüzünde kayboluşunu izlediğimiz sırada dağın tepesinde ayağa kalkarak söyledi. O zaman, iki buçuk yaşındaydı.
Bu yüzden, bu çocuğun kelimeler konusunda yetenekli olduğunu her zaman bilirdim. Ona, bir şeyler okunmasını severdi. Hikayeler, şiirler, şarkılar uydurur, oynardı; kendi mitolojilerini icat etmiş, sevgili büyükannesine sonu gelmeyen mektuplar yazmıştı.
Ama erken okumadı.
Okula gitmedi, bu nedenle bu durum onun için veya başkası için bir sorun teşkil etmedi. Nezaket anlayışlarının gerektirdiği üzere okuma ya da başka bir beceri konusunda bir çocuğun sahip olduğu ama diğerinin olmadığı becerileri mesele haline getirmeyen çocukların olduğu grubun bir parçasıydı. Oyun oynarken bir şey okumaları ya da oyun kurarken bir şey yazmaları gerekirse, bunu yapabilen bir çocuk ya da yetişkin bulurlardı.
Ona hikaye okurken birkaç defa okuduğum kelimelerin altında parmaklarımı gezdirmeyi ya da belli harflerin oluşturduğu seslere işaret etmeyi denerdim. Okula gitmeyen birçok çocuk gibi, elinde ajanda olan bir yetişkini fark etmede çok hızlıydı. “Parmağınla takip etmeni sevmiyorum” dedi ve bu yüzden ben de bıraktım.
Sanki sayfa üzerindeki baskıya dikkatini verirken hoşnutsuz olduğunu fark etmeye başladım. Kitapları, şiirleri bütün olarak ezberlerdi ama bunu görüntüyle değil ses yardımıyla yapardı. Piyano çalardı ama notalara bakmayı sevmezdi. Resim çizdiğinde, ki bunu sıklıkla yapardı, nesnelere bakıp sonra da gördüğünü kopyalayarak çizmezdi. Derinlerden bir yerden çizerdi; çizgileri akıcı, becerikli ve sezgiseldi.
Sonunda yaklaşık olarak yedi buçuk yaşındayken bir gün, sevgili büyükannesi, benim sevgili kayınvalidem, devlet okulu sisteminde bir psikolog olarak görev yapmış biri, bu duruma daha fazla katlanamadı. Müdahale etmemeye çalışmasına rağmen, ileri derecedeki bilimsel kesinliğini ve kırk yıllık profesyonel tecrübesini ve eldeki en iyi bilgiye olan istikrarlı erişimini daha fazla zapt edemedi, gerçek bir ızdırapla haykırdı. “Sadece okumayı öğrenmesi için her çocuğa ait belirli bir bilişsel pencere olduğunu bilirim ve eğer bu pencereyi kaçırırsanız ileride problem yaşayacaksınız demektir! Ve Isabel için bu yaklaşık dört yaşındayken ortaya çıkmıştı!”
Uzun bir sessizlik oldu.
“ Büyükanne” dedim sonunda “Eğer okula giderseniz ve yedi yaşına geldiğinizde okumayı öğrenemezseniz damgalanacak ve aşağılanacak ve gelecekteki öğrenme beceriniz engellenmek üzere inanılmaz derecede endişeleneceksinizdir. Bu Isabel’ e olmayacak.”
Şaşırtıcı bir biçimde tekrar bir sessizlik oldu. Bunu daha önce düşünmemişti.
“Ayrıca” diye devam ettim. “Çocukların hikayeleri kaba üvey anneler, cadılar ve adam yiyen ejderhalar ile doludur. Ben okumayı dört yaşında öğrendim çünkü bu tür şeyleri çok seviyordum. Isabel bunlardan korkuyor.Fare ve Motorsiklet’ i okurken kadın odaya elektrikli süpürgeyle girdiğinde okumaya devam etmemizi ve fare kurtulursa ona söylememizi istiyor. Bu tarz hikayelerle yalnız bırakılmak hiç istemiyor. Bir büyüğün bunları ona okumasını istiyor.” Buna büyükannenin yüzünün erimesine çok şaşırdım. Gerçekten bir çiçek gibi soldu. Sesi yumuşadı.
“Oh” dedi. “ Küçükken ben de öyleydim.” Altı ay sonra Isabel Harry Potter’ı tek başına okuyordu. Artık bir yetişkinin okuma için ona zaman ayırmasını beklemek istemiyordu; sonra ne olacağını öğrenmek istiyordu, ejderhalar var mıydı, yok muydu? On dört yaşındayken Savaş ve Barış’ı okudu. Yirmi yaşında yüksekokulda baş yazma becerileri öğretmeniydi.
Bu nasıl oldu? Gerçekten bilmiyoruz. Bu önemli bir noktadır. Siz bilmezsiniz. Ben bilmem. Kimse gerçekten bilmez. Okuryazarlığın altında yatan bilişsel işlemler sizin vahşi hayal gücünüzün ötesinde karmaşıktır; bunları bilimsel olarak algılama kapasitemiz henüz erken bebeklik dönemindedir. Ama çocukları okula gitmeyen insanlar benim hikayemi tanıyarak başlarını sallıyorlar, çünkü okula gitmeyen çocuklar, ya da demokratik veya serbest okullara giden çocuklar arasında Isabel’in okumayı öğrenme modeli yaygındır. Bu her zaman olur. Okuryazarlık “araştırmacılarının” ve “uzmanlarının” (okul psikologlarından bahsetmeye gerek yok), bunun mümkün olan bir şey olduğunu fark etmemeleri hepimizi endişelendirmelidir.
Bizi daha fazla endişelendirmesi gereken şey ise, bu “uzmanların” okumanın bilişsel süreçleri hakkında gerçekte bildiklerinden daha fazla şeyi bildiklerini iddia etmeleridir ve milyonlarca çocuğu etkileyen politika -ufuklarını sınırlandıran, özürlü olarak damgalayan, hüsrana ve umutsuzluğa sürüklenmelerine sebep olan- onların kendinden fazla emin iddialarına dayanmaktadır. Dili içeren sinirlerle ilgili evrimsel temel üzerine çalışan Philip Lieberman adındaki bir bilişçi bilim insanı; dil hakkındaki “beyin merkezlerini” tanımlayan son görüşlerden, bir tür “neo-frenoloji” olarak bahsetmektedir -bu 19. yüzyıldaki zeka türlerini insanın iskeletindeki şişkinliklerin haritasının çıkarılarak tanımlanabileceğine dayanan teorinin güncellenmiş versiyonudur. Diğer bir deyişle, okuma becerilerini ya da kusurlarını işlevsel bir MR görüntüsü üzerindeki bulanık renk lekeleriyle tanımlayabildiğimiz hakkındaki iddialarımızla gelecek nesillerin gözünde kendi kendimizi utandırıyoruz. Bilim henüz burada değil. Yakın bile değil.
Okuma becerilerini ya da kusurlarını işlevsel bir MR görüntüsü üzerindeki bulanık renk lekeleriyle tanımlayabildiğimiz hakkındaki iddialarımızla gelecek nesillerin gözünde kendi kendimizi utandırıyoruz. Bilim henüz burada değil. Yakın bile değil.
Ama herhangi bir Maorili ebeveyn çocukların devamlı yukarıya doğru giden bir çizgide değil, merdiven basamakları gibi bir modelde öğrendiğini bilir. İleri sıçrarlar, sonra bir süre düz giderler sonra yine ileri sıçrarlar. Öğrenmeleri bir yeraltı nehri gibidir, göremezsiniz bazen hissedemezsiniz bile. Sonra birden hızla yükselirler. Kontrol edemezsiniz; onun yerine övünemezsiniz. Ona aittir. Sıcaklık ve istikrar sağlamak, kaynaklar ve aletler sağlamak, soruları cevaplamak, hikayeler anlatmak, onların yanında anlamlı yetişkin sohbetleri ve işi yapmak için orada olmak zorundasınızdır. Ama hızla yükseldiklerinde, öğrenmeleri onların kendi kanatlarındadır.
Maori educator Mereana Taki
Herhangi bir Creeli ebeveyn bir çocuğun bir şey için ne zaman hazır olduğunu söyleyebileceğini bilir; çünkü çocuk onun hakkında sorular sormaya başlar. Bunun zamanlamasını kontrol edemezsiniz ve buna gerek de yoktur. Her yıl somonun ve kazların ne zaman geleceğini, buzların ne zaman eriyeceğini ve nehirlerin yükseleceğini, yaban mersinlerinin ne zaman çiçek açıp meyve vereceğini bilmeyiz ama her yıl meyve verirler ve çocuklarımız büyür.
ACAİP toplumlarda bile herkes bir çocuğun ilk adımlarını atacağı ve ilk kelimelerini söyleyeceği normal bir yaş aralığı olduğunu bilir. 10 aylıkken yürüyen bir çocuk 14 aylıkken yürüyen bir çocuktan mutlaka fiziki olarak daha yetenekli olmayacaktır ve çocuk doktorları bunun güvenini vermek konusunda bizi cesaretlendirmek adına günlerinin büyük çoğunluğunu harcarlar. Çocukların herhangi bir başlıca dönüm noktasına aynı yaşta ulaşacağını farz etmenin hiçbir bilimsel ya da tam aksi bir dayanağı yoktur ve çocukları okula gitmeyen kişiler sıkça bu konu hakkında şaka yaparlar. Eğer bütün çocukların aynı zamanda ilk adımlarını atmasını bekleyecek olsaydık bütün herkesin yürüme engeline sahip olduğu bir ulus olurduk.
Ama bir çocuk yaşam çemberi boyunca ilerledikçe ilk adımlarından ve tuvalet eğitiminden tutun da süt dişlerini dökmesine, bisiklet sürmesine ve ergenliğe ulaşmasına kadar çeşitliliğin normal yaş aralığı -dramatik olarak- azalmaz; artar. Tamamen normal, sağlıklı bir kız 9-15 yaşları arasında ergenliğe ulaşır. Bu, birçok yılı kapsayan normal bir yaş aralığıdır. Okuma, bu değişkenliği bilişsel, görsel, işitsel, duygusal, fiziksel ve sosyal boyutların oluşturmuş olduğu devasa bir karmaşayla birleştirir. Akıcı bir okuryazarlık ortaya çıkabilmesi için büyümekte olan çocukta bu boyutların her birinin olgunlaşması ve birlikte çalışıyor olması gerekir. Ve buna rağmen biz bütün çocukların aynı yaşta bu dönüm noktasına ulaşması gerektiği fikri üzerine kurulmuş, multi milyar dolarlık yan endüstrileri ile beraber yine multi milyar dolarlık zorunlu bir kurum yarattık.
Ve bu dönüm noktasına ulaşamazlarsa, büyük sorunlar yaşanacak demektir.
Bir gün, o zaman kızım sekiz yaşındaydı, en iyi arkadaşı Raphael ile birlikte bir iş peşinde oldukları hissine kapılmıştık ve onları ne dediğini anlamaya çalıştıkları bir kitap ile birlikte birbirlerine sarılmış halde bulduk. Sugata Mitra’nın ünlü “Hole in the Wall” (Duvardaki Delik) deneylerindeki çocuklar gibi, birlikte düşünerek buluyorlardı. Odaya girdiğimizde kural dışı bir şey yaparken yakalanan çocuklar gibi baktılar. Bu, okula gitmediklerinde çocuklar hakkında öğreneceğiniz başka bir şeydir. Her zaman izlenmek istemezler. Takip altına alınmak ya da değerlendirilmek istemezler. Öğrenmelerinin kendilerine ait olmasını isterler.
Küçük gruplarındaki bütün çocuklar çok yakın zamanlarda akıcı bir biçimde okumaya başladı. Tahıl gevreği kutularından, sokak tabelalarından, Susam Sokağı’ndan, bilgisayarlardan ve kitaplardan ve ablalarından, hikayelerden ve şarkılardan ve ve oyunlardan ve şiirlerden, kutu oyunlarından, video oyunlarından ve kelime oyunlarından, tariflerden ve etiketlerden ve montaj yönergelerinden, büyükannelere mektuplardan, ebeveynlerinden ve birbirlerinden öğrendiler. Amerika’daki çok az insan çocukluk boyunca biri ona bir yerde “B”nin ‘Bı’ sesi çıkardığından (çıkarmadığı durumlar hariç) bahsetmeden bunu yapacaktır, bu yüzden bu şekilde bir ses bilimi öğretimini dikkate alırsanız, o zaman iyidir. Seslerin ve harflerin arasında bir ilişki olduğu fikri kültürün içinde her yerde bulunur ve çocuklar M’nin Maymun için Y’nin de Yılan için olduğu önermesine yol boyunca bir yerlerde rastlayacaklardır. Çocukların bazıları okumayı öğrenirken yetişkinlerden yardım istedi, bazıları istemedi. Bazıları sesler için çalışma kitapları ya da bilgisayar programları kullandı ya da bir süreliğine çalışma kitaplarını alıp sonra sıkıldılar ve bir kenara bıraktılar. Birçoğu hiç önemsemedi.
Önemli nokta şu ki, hepsi bizim bilgisayarı kullanmayı öğrendiğimiz şekilde okumayı öğrendi; esnek ve özel durumlarıyla ilgili olarak her biri, kendi için en etkili yol ve zaman ve hız neyse ona göre öğrendi. Bir ses bilim programı kullanılacak ya da kullanılmayacak bir programdır, eğer çok meyilliyseniz, bir bilgisayar kullanım kılavuzu gibi; bazı kişiler onu sistematik olarak, bazıları düzensiz bir şekilde kullanabilirken bazılarıysa hiç kullanmayabilir.
“Önemli bir şekilde, gözlemciler okumaya başlama yaşının nihai entelektüel eğilimi ve başarıyı tahmin etmede kullanabileceğimiz bir şey olmadığına işaret etmektedir. Okumaya geç başlayanların yüksek entelektüel beceriye, bunun yanında da okuryazarlığa karşı ilgi ve beceriye sahip olmaları alışılmamış bir durum değildir.”
Çocukların okumaya ilgi duydukları ve hazır oldukları anda başlamalarına izin verildiğinde çok sayıda anekdot türünde rapor dört ya da beş yaştan on ya da on bir yaşa uzanan düz bir çan eğrisi dağılımı göstermektedir. Çanın doruk noktası 5-6-7-8-9 yaşları aralığı boyunca genişçe bir yayılım göstermektedir. (Buna rağmen psikolog Peter Gray mesajlaşma kültürü pratiğinin ortalamayı erkene taşıyor olabileceğini ileri sürmektedir.) Okumaya daha sonra başlayan çocuklar genellikle hızlı öğrenir birkaç aylık bir zaman dilimi içerisinde farz edilen “sınıf seviyelerinin” “gerisinden” “ilerisine” geçerler. Esas itibariyle ergenlik yıllarında hepsi “sınıf seviyelerinde” ya da üzerinde okuyor olur.
Neden bazı çocuklar diğerlerinden daha geç okumaya başlıyor? Tekrar, bilmiyoruz. Ama geç okumaya başlayanların çoğu mekanik, müzik, uzamsal, matematiksel ya da dijital alanlara karşı çok fazla ilgi ve beceri sahibidir. Çoğu sanat ya da sporu icra etmede yeteneklidir.
Bazılarının basitçe farklı bir öğrenme yöntemi vardır: Özümseyen, üzerine düşünen, birleştiren, bütünleştiren ve sonra birden tamamıyla şekillenmiş olarak çiçek açan. Isabel’in dokuz ya da on yaşındayken söylediği gibi, “Bir şeyi halihazırda biliyor olana kadar beklemeyi ve sonra onu öğrenmeyi seviyorum.”
Ama önemli bir şekilde, gözlemciler okumaya başlama yaşının nihai entelektüel eğilimi ve başarıyı tahmin etmede kullanabileceğimiz bir şey olmadığına işaret etmektedir. Okumaya geç başlayanların yüksek entelektüel beceriye, bunun yanında da okuryazarlığa karşı ilgi ve beceriye sahip olmaları alışılmamış bir durum değildir. Üç yaşına kadar konuşmamış olan Einstein gibi, basit bir şekilde bazı çocuklar becerilerini farklı bir sıralamada geliştirir.
Diğer bir deyişle, bu büyük bir mesele değildir.
Siz onu büyük bir mesele haline getirmedikçe. Hazır olmadığı bir zamanda çocuğu okumaya zorlarsanız ona çok hızlı bir şekilde çok fazla zarar verebilirsiniz. Yetişkinler bir çocuğun gelişimi hakkında endişelendiklerinde bu endişe ona hemen aktarılır. Çocuklarınız okula gitmediğinde keşfettiğiniz başka bir şey şudur ki: 6 yaşındaki bir çocuğu kandıramazsınız. Onlar sizin üzerinizden doğruyu görürler. Bu yüzden sizin “teşvik” ya da “destek” olarak adlandırdığınızı, onlar sıklıkla “manipülasyon” ya da “baskı” olarak görecek ve ona direnecektir. Planlamış olduğumuz şu “eğlenceli” eğitici aktiviteye cevap verirken önünüzdeki gerçek çocuğa dikkat edin, bunun gerçekleşmekte olduğunu görmeyi hızlıca öğreneceksiniz.
Çocukların direnişleri çeşitli formlar halinde görülebilir; dikkatsizlik, asabiyet, bozulma, geri çekilme, huzursuzluk, unutkanlık… Gerçekte DEHB’nin bütün belirtileri yetişkin kontrolüne karşı aktif ya da pasif olarak direnen bir çocuğun davranışlarıdır. Bir kere öğrenmeye karşı bu direnişi oluşturmaya başladığınızda, eğer hızlıca geri çekilmezseniz, çok engelleyici bir şey olarak katılaşabilir.
“Bir çocuğu gelişimsel olarak bir şeyi yapmaya zorladığınızda, şöyle bir şiddetli inanış yaratırsınız: (a) Bundan nefret ediyorum (b) Bunu yapamıyorum (c) Bunu asla yapamayacağım ve (d) Bende bir sorun var.”
Eğer bir çocuğu gelişimsel olarak gerçekten yapamayacak durumdayken bir şey yapmaya zorlayacak olursanız -ben bu hatayı birden fazla yaptım ve okullarımız her gün yapıyor- meydana gelen psikolojik kapanma yıkıcı olur. Düpedüz yıkıcı. Bunu tekrarlamama izin verin: Basit bir şekilde, gelişimsel olarak bir şeyi yapmaya zorladığınızda, şöyle bir şiddetli inanış yaratırsınız: (a) Bundan nefret ediyorum (b) Bunu yapamıyorum (c) Bunu asla yapamayacağım ve (d) Bende bir sorun var.
Dikkat çekmeliyim, hepsi son derece engelleyici inanışlar.
İlginç olarak, dünyadaki en yüksek okuma rekorlarına sahip Fin Okul Sistemi, okumada yedi yaşına kadar direkt öğretime başlamaz ve öğretimi zorlamaya her zaman çok daha erken yönelen Amerikan sistemine oranla doğal ve zorlama olmayan bir çan eğrisinin zirvesine daha yakındır. Yeni Zelanda’da bir araştırma okuma öğretimine yedi yaşında başlayan Waldorf okullarını beş yaşında başlayan devlet okullarıyla karşılaştırmış ve erken öğretiminin uzun vadeli hiçbir faydası olmadığını bulmuştur. Aslında, erken okuma öğretimi ile ilgili bir avantaj gösteren birçok araştırma, çocukların yaklaşık 8 ya da 9 yaşlarındaki yeterliğini karşılaştırır. Yeni Zelanda araştırmasının gösterdiği şey; on ya da on bir yaşlarında bu avantajın kaybolabildiği ve on iki ya da on üç yaşında bu avantajın sıklıkla tersine döndüğüdür. Daha sonra öğretilen çocukların önce öğretilenlere göre okuduğunu daha iyi anladığı ve daha çok keyif aldığını ortaya koymaktadır. Bu yüzden bir hipotez de Amerikan okullarının okumaya ait normal gelişimsel pencereyi çok dar olarak kabul etmekte, aynı zamanda da onu çok erken vermekte olduğudur. Diğer bir deyişle bu, bütün çocukların ilk adımlarını ortalama zaman olan on ikinci ayda atmalarını beklemek gibi bir şey değil, hepsinin vaktinden çok önceki bir zaman olan onuncu ayda atmalarını beklemek gibi bir şeydir. Bunu yaparak çok şaşkın, çok endişeli, fiziksel ve nörolojik gelişim ve hazırlanmaları çok ciddi bir şekilde tahrip edilmiş olan çocuklardan oluşan bir alt sınıf yaratıyorsunuz, harfiyen bunu onlara yapmamış olsaydınız neye benzeyecekleri konusunda hiçbir şey bilemezsiniz.
Lütfen hatırlayın “Sınıf seviye standartları” doğada bulunmazlar; bilimsel olarak değil de yetkiyle yaratılmışlardır. Ve okul sisteminin keyfi yaş sınıflandırılması tarafından öğrenmeleri şekillenmemiş çocuklardaki bilişsel gelişim hakkında neredeyse hiçbir ciddi araştırma yapılmamıştır. Finlandiya basit bir şekilde bütün çocukların başarılı olacakları bir yerde standartlarını belirlemektedir. Birleşik Devletler ise standartlarını gerçekten önemli bir yüzdeliğin başarısız olacağı bir yerde belirlemektedir. Bu, bir seçimdir. Bunu yaparken, kendilerine ait gelişimsel müfredata göre öğrenmelerine izin verildiği takdirde gayet iyi olabilecek çocuklar üzerinde sakatlıklar yaratıyor olabiliriz.
Çünkü ne, tahmin edin? Eğer burada verilerin kanıtlayabileceği bir şey varsa o da çocuklarımızın hepsinin farklı olduğudur. Bu arada “F” harfi “fıh” sesi çıkarır.
“Çocuklarımızın hepsi zekidir” diye Avusturalya’daki Aborjinler arasında yaygın bir deyiş vardır. Ne olsa beğenirsiniz, Brilliant: The Science of How We Get Smarter (Muhteşem: Nasıl Daha Zeki Olabileceğimizin Bilimi) adlı kitabın yazarı bile, araştırmaların disleksiklerin bazı alanlarda erken okumayı öğrenenlerden daha akıllı olduğunu göstermeye başladığını bildiriyor. Gerçekten bilimin bunu keşfetmesini beklemek zorunda mıyız? Gerçekten sadece çocuğumuzun parlak gözlerine bakıp, her birinin dünyaya eşsiz ve değerli bir şey getirdiğini bilemez miyiz? Onları sıralamak, karşılaştırmak ve eksik, hatta “engelli” olmaları için tahmin edilebilir bir yüzdelik bulmak zorunda mıyız?
“Disleksik çocuklar, disleksik olmayanlara göre çoğunlukla daha iyi bir hayal gücüne sahiptir, buna karşın, kimse “normal” çocukları “hayal gücü bozukluğu” adı altında etiketlemez .”
“Nöro-çeşitlilik” hareketi, kimin zihinsel tarzının “normal” kimin “ bozuk” olduğunu tanımlayan eğitimsel egemenliğe meydan okumaya başlamıştır. fMRI görüntüsü üzerinde bulanık varyasyonlar olsa da, disleksik olarak kabul edilen nüfusun %15-17 gibi büyük bir kısmının, tam olarak sağlıklı olmadığına dair ortada herhangi bir ikna edici bilimsel bir kanıt yoktur. Sadece farklı yetenekleri olan ve farklı zamanlarda, farklı yollarla öğrenen normal insanlar ve birçok disleksik, kendilerine has bu öğrenme yönteminin; bir keman virtüözünün iyi bir hokey oyuncusu olmadığı için engelli olmasından daha fazla “engelli” olmadığını ileri sürerek, bu engellilik modeline karşı çıkmaya başladılar. Disleksik çocuklar, disleksik olmayanlara göre çoğunlukla daha iyi bir hayal gücüne sahiptir, buna karşın, kimse “normal” çocukları “hayal gücü bozukluğu” adı altında etiketlemez .
Kendisi de bir disleksik olan disleksi araştırmacısı Dr. Ross Cooper “Disleksi sahip olduğunuz bir şey değil, olduğunuz bir şeydir.” demektedir. Ve insan çeşitliliği izgesinin bir parçası olarak değer sahibi olan bir şey olduğunu vurgular. Cooper, birçok özel öğrenme güçlüğünün ortak özelliğinin, bilgiyi sözel ve analitik olarak işlemekten ziyade görsel ve bütünsel olarak işlemeyi tercih etmek olduğunu varsayar. Konuların üzerine dar bir biçimde doğrusal ve ardışık şekilde odaklanmak yerine, bu eğilime sahip bir çocuk görsel veri ve anlamı ve konuyu büyük bir resim yoluyla absorbe eder (Bulanık renkler beynin sağ yarıküresinde parlar). Bu, deşifre etmeyi yavaşlatan; ancak aynı zamanda onu derinleştiren ve zenginleştiren bir süreçtir. Yanal düşünme, sezgi, hayal gücü ve yaratıcılığa öncülük eder. Bu çocukların beyinleri kendilerini farklı bir şekilde düzenler, bu yüzden onların gelişimsel kavislerinin de farklı olacağını söylemeye gerek yoktur. Bu düzenleme sürecine müdahale ettiğimizde, damgaladığımızda, test ettiğimizde ve zamanından önce iyileştirdiğimizde – disleksik çocuklara sinirli bir şekilde ses bilimi çalıştırarak diğer çocuklar gibi düşünmelerini öğretmeye çalıştığımızda – Cooper, onlara kırılmış ve tamire ihtiyacı olan bir şey gibi muamele etmekten çok, bu çocukların sahip olduğu pek çok gücü organik olarak geliştirme fırsatından mahrum bıraktığımızı söylüyor.
Ben bozuk değilim
İlginç olarak, geleneksel yerli kültürlerden çocuklar da genellikle bilgiyi analitikten ziyade bütünsel ve bağlamsal olarak işler. Eğer şehirli ve yerli olmayan kültürlere ait insanlardan bitkileri ve hayvanları bir liste olarak gruplara ayırmalarını isterseniz, onu cinslerine göre yapmaya eğilim göstereceklerdir; memeliler, kuşlar, balıklar, bitkiler olarak kategorilere ayırarak. Eğer yerli bir insandan isterseniz, bunu ekolojik olarak yapacaktır. Hepsi sulak alanda yaşadığı için bir kaplumbağa ile söğüt, balıkçıl ve kunduzu aynı gruba koyarak. Sınav bunu yanlış cevap olarak kayda geçirecektir; çünkü okullar cinse göre ve analitik düşünceye vurgu yapmaya eğilim gösterir. Ama ikinci cevap kırsaldaki yerli çocukların şehirdeki yerli olmayan akranlarına göre daha erken bir yaşta kıvrak olabileceklerini bize yansıtan bütüncül bir düşünme sistemidir. Konuşan çizgi film faresi ile gösteri müziği şarkıları söyleyen balık arasında büyüyen şehir çocukları gerçek yaşam sistemlerini idrak etmede genellikle çok geç kalırlar ki Henrich ve arkadaşları şehirli çocukların biyolojik muhakemedeki bilişsel gelişimleri üzerinde çalışmanın, eksik beslenmiş çocukların “normal” fiziksel gelişimleri üzerinde çalışmaya eşdeğer olabileceğini ileri sürer. Ama okullarda, kırsaldaki yerli çocuklar sınava tabi tutulduklarında şehirdeki beyaz çocuklara oranla daha az zeki ve daha çok öğrenme kusurlu bulunurlar. Bu bütün dünya çapındaki geleneksel kırsal kesim insanları arasında bulunan oldukça rahatsız edici bir olgudur.
Bu nedendir? Zeka araştırmacısı James Flynn’in keşfettiği gibi, eğer bugünün yenilenmiş testlerine karşı yüzyıl önceki Birleşik Devletler ortalama IQ puanlarını hesaplarsanız, modern bir tanımla birçok beyaz Amerikalının büyükanne ve babasının ve büyük büyük anne babasının zihinsel özürlü olarak sınıflandırıldığını görürsünüz. Bu atalarınızın geri zekalı olduğu anlamına mı geliyor? Evet, belki de. Ama büyük bir olasılıkla bu, 19. YY ve erken 20. YY’da birçok Avrupalı- Amerikalının, bugünkü birçok yerli insan gibi, hayatta kalmak için soyutlanmış okula dayalı bilginin değil de, gerçek, somut, bağlam içinde kullanılmış olan bilginin ve zekanın gerekli olduğu bir dünyada yaşadıkları anlamına gelmektedir. Malcolm Gradwell New Yorker’da şöyle bildiriyor; psikolog Michael Cole Liberyanın Kpelle kabilesinin üyelerine WISC benzerlikler testinin bir türünü verdiğinde Kpelle’in tutarlı bir biçimde bıçak ve patatesi aynı kategoriye koyduğunu buldular. “Çünkü bıçak patatesi kesmek için kullanılır.”
“ Akıllı bir adam sadece bu şekilde yapabilir” diye açıkladılar. Sonunda araştırmacılar şöyle sordular “ Aptal biri bunu nasıl yapar?” Kabile üyeleri hızlı bir şekilde nesneleri “doğru” kategorilere koydular.
Yani IQ testi de diğer okul temelli testler gibi, esasında zekanın değil de modernizasyonun bir ölçüsü olduğu– sanayileşmiş toplumlardaki -somut düşünceden soyut düşünceye, bütüncül düşünceden analitik düşünceye, bağlamsal düşünceden bağlamsal olmayan doğrusal düşünceye doğru olan geniş ölçekli kültürel değişimin bir değişimin bir ölçüsü olduğu ortaya çıkar.
Başka bir deyişle, IQ’nuz ne kadar zeki olduğunuzun bir ölçüsü değildir. Ne kadar ‘ACAİP’ olduğunuzun bir ölçüsüdür.
“Peki, ama toplumlar teknolojik olarak daha karmaşık ve entelektüel olarak daha ‘gelişmiş’ oldukça bu insan ‘gelişiminde’ kaçınılmaz ve olumlu bir aşama değil midir?” diyebilirsiniz. Modern toplumlarda oldukça baskın olan; beynin güç bela odaklanabilen, mekanik ve analitik işlevinin, gerçekte daha geniş odaklanabilen, bütüncül ve ilişkilere dayalı kısmı tarafından kısıtlanmak ve yönlendirilmek üzere sınırlandırılmış bir alet olarak evrimleştiğini tartışan,The Master and his Emissary (Usta ve Casus) adlı çığır açan kitabın yazarı, nörolojik görüntüleme araştırmacısı ve psikiyatrist olan Ian McGilchrist’e göre böyle değildir. McGilchrist şöyle devam eder: Modern batı medeniyeti diğer insan toplumlarından daha “gelişmiş” değildir, hatta birbirine daha bağlı, merhametli ve bütüncül dünya anlayışı pahasına, bir tür soğuk, soyutlanmış, mekanik analiz yönünde tehlikeli bir biçimde dengesiz olmuştur. Bu tür bir dengesizlik, McGilchrist’in işaret ettiği gibi, sizi diğer insanlardan daha “parlak” yapmaz; sizi bir sosyopat yapar.
İnsanın bilişsel çeşitliliği bir sebep için vardır; bizim farklılıklarımız türlerimizin dahiliği ve vicdanıdır. Dar bir şekilde odaklanmış devlet tabanlı toplumumuz gezegenin korunması ve toptan tahribi arasında vahşice yön değiştirirken, yerli bütüncül düşünürlerin bize yaşamın ekolojik sistemi içerisindeki uygun yerimizi sürekli olarak hatırlatan kişiler olmaları bir tesadüf değildir. Disleksik bütüncül düşünürlerin genellikle sanatçılarımız, mucitlerimiz, hayalperestlerimiz ve isyancılarımız olması da tesadüf değildir.
Saskatchewan Üniversitesinde bir Mi’kmaw eğitim profesörü olan Marie Battistenin, bir güçlü grubun kendi bilişsel özellik ve tercihlerini normal ve arzu edilebilir olarak ve diğer bütün düşünme, öğrenme ve dünyayı anlama yollarını eksiklikler ve güçsüzlükler olarak tanımlama yetkisini iddia etme eğilimine çok net bir terimi vardır. Ona “bilişsel emperyalizm” der. Irkçılığın bilişsel karşılığıdır. Doğal olarak, bu bizi tabii ki düşünme, öğrenme ve dünyada var olmanın tek yolunun diğerlerinin yerine geçme ve ezmenin kaderinde olduğunu varsayan bir tür bilişsel Açık Kader’e iter.
Bu bizi ses bilimine geri getirir. George Bush’un Okuma Çar’ı Reid Lyon okuma yazma öğretme yaklaşımının felsefeye değil de bilime dayandığıyla böbürlenip medyanın ilgisini oldukça üzerine çekmişti. (Burada tekrar o ton vardır.) Ama bütün çocuklara okumayı öğretmek için “Kanıta Dayalı En İyi Yöntem” üzerinde karar verme çabasıyla ilgili “bilimsel” olan hiçbir şey yoktur. Henrich ve arkadaşlarının işaret ettiği gibi ACAİP araştırma ACAİP sonuçlara varmaktadır; çünkü bu araştırma ACAİP sorular soran ACAİP araştırmacılar tarafından yürütülmektedir. Bu durumda sordukları soru şuydu: “ Eğer Birleşik Devletlerdeki her bir çocuğu okumayı öğrenmesi için bir yönteme zorlasak, bu yöntem nasıl bir yöntem olmalıydı?”
Ama bu soruyu sormak için hiçbir bilimsel sebep yoktur. Bu bir felsefik – ve derinlemesine politik – bir karardır.
Herhangi bir Yanomamili baba küçük çocukları öğrenmeye zorlamak zorunda olmadığımızı bilir, sadece ihtiyaçları olan aletleri onlara verir, oynamaya bırakır. Herhangi bir Creeli büyükanne bir çocuğu bir şeyi yanlış yaparken görürse, yanlış yaptığı şeyi ona alenen göstererek onu utandırmayacağını tantana yapmadan sessiz bir şekilde onu yapmanın doğru yolunu göstereceğini bilir. Herhangi bir Odawalı büyük, bir çocuğun bazen konuşmanızdan çok, sessizliğinizden öğreneceğini bilir.
Yavaşça, sendeleyerek ve titizlikle bilim, bunun bir kısmını yeniden keşfediyor.
Başka bir deyişle, IQ’nuz ne kadar zeki olduğunuzun bir ölçüsü değildir. Ne kadar ‘ACAİP’ olduğunuzun bir ölçüsüdür.
Aydınlanma Çağından beri, bilim insanlarının her kuşağı: “Şu anda insan bilgi ve algısının tepe noktasında durmaktayız” yanılgısına düşmeye eğilim gösterdi; bu entelektüel gurur komik, beceriksiz, yıkıcı veya çocuklar söz konusu olduğunda trajik olan sonuçlar doğurabilir. 1950’lerde bilim insanları çocuklar için bebek mamasının anne sütünden daha iyi olduğunu “biliyorlardı”. Bu, gelişen dünyada milyonlarca bebeğin ishalden ve yetersiz beslenmeden ölmelerine sebep olan bir mantıksızlıktır. Yeni doğanların tıpkı hayvanlar gibi acıyı hissetmeye yeterli gelişmiş düzeyde nöral sisteme sahip olmadığını “bildiler” ve milyonlarca bebek (ve hayvan) üzerinde anestezisiz cerrahi operasyon uyguladılar. İçlerinden gökle ilgili akan bir nehir neticesinde öğrendiklerini bir yana bırakın; insanların içsel tutkular, dürtüler ve tercihlerin sonuçlarından ziyade davranışlarına yönelik olumlu ya da olumsuz pekiştirmelerin bir sonucu olarak öğrendiklerini “bildiler”. Böylece bütün bir eğitim sistemini çocukları güvercinler ve sıçanlar gibi, devamlı inceleme ve “geri bildirim”, cezalar ve ödüllerle eğitmeye razı ettiler.
Şimdi Amerikalı ses bilimi avukatları, çocukların okumayı nasıl öğrendiğini ve onlara en iyi nasıl öğretileceğini “bildiklerini” iddia ediyorlar. Bu konu hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Ciddi bilimsel sorgudaki anahtar bir değer, aynı zamanda dünya çapındaki her yerli kültürdeki anahtar bir değerdir; tevazu. Biz öğreniyoruz.
Ama her Eskimo ebeveyn; hikayelerin, geceleyin, çocuğun zihninin rahatlamış ve engin olduğu, kelimeleri ve görselleri ruhunun derinliklerine taşıyan an olan, uykudan önceki zamanda anlatıldığını bilir. Çocukların en iyi sabahleyin öğrendiğini “kanıtlayan” önceki kuşağa ait olan bilginin aksine; bilim, hatıraların geceleyin pekiştirildiğini yeniden keşfediyor. Sıklıkla çocuklar geceleri daha iyi dinler, geceleri daha derin sorular sorarlar ve geceleri daha canlı hayal ederler. Günün aydınlığında zihin dış dünyaya doğru döner ve gün içinde bir çocuk genelde aktif, hareketli ve sosyal iletişim içinde olmak ister. Sabahleyin size söylenen şeyler dönen bir pervanede vızıldayan bir güvenin çıkardığı uğultuyu çıkarabilir. Geceleyin size söylenen şeyler içeri taşınır, rüyalarınıza girer, çaba sarf etmeksizin sizin bir parçanız haline gelirler.
Bu yüzden bilimin bütün bunları yeniden keşfetmesini ve verilerin bunu kanıtlamasını beklerken ne yapmalıyız? İnsan yeteneklerinin ve ihtişamlarının ve yüklerinin tamamen eşsiz bir takımyıldızı olan, önümüzde bugün, şu anda duran eşsiz, normal, sağlıklı ve parlak insan yavrusuyla, bu çocukla ne yapmalıyız?
İyi çocuk yetiştirmek için hala bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyaç duyuyoruz. İronik olarak, öğrenme bilimi henüz ham ve ilkel iken, bazılarının “ilkel” dediği kültürler insan gelişimi hakkında sofistike, derin, incelikli ve deneysel olan, binlerce yıllık gözlem, sezgi, deneyleme ve iç görüye dayanan bilgiyi kafalarına yerleştiriyorlardı. Gerçekten iyi bir oto tamircisi, marangoz, çiftçi, kemancı, web sitesi tasarımcısı, film editörü, şarkı sözü yazarı, fotoğrafçı veya bir şef ile konuşun, aynı yolla öğrenmiş olduklarını bulacaksınız.
Yetenekli bilim insanlarıyla, yazarlarla, sanatçılarla, girişimcilerle konuşun. Yanomamili bir çocuğun öğrendiği gibi, keskin gözlem, deney yapma, tutulma, özgürlük, katılım, gerçek oyun ve gerçek çalışma, çalışma ve oyun arasındaki farkın kaybolduğu özgür etkinlik sayesinde öğrendiklerini bulacaksınız.
Eğitim araştırmacıları, yavaş yavaş gözlükleri vasıtasıyla bu olguya dikkatle bakmaya başlıyorlar ama yalnızca başlıyorlar. Atasözünde geçen henüz suyu keşfetmemiş balık gibi, birçoğu hala bir dizi ACAİP varsayımlarla sınırlandırılmış durumdalar. İçinde yaşadıkları unsurun bütün dünya olmadığını fark etmemiş olduklarından; bu varsayımlar sorgularının çeşitliliğini sınırlandırıyor, kendilerinin yaratmış olduğu bir balık kavanozunun cam duvarlarının içinde dönmekte olduklarını ve hiç hayal etmemiş oldukları öğrenme imkanlarıyla dolu bir evrenin var olduğunu henüz görmüyorlar.
“Batık gerçek bazen aylaklığımızda, bazen rüyalarımızda su yüzüne çıkar” demiş büyük bir sanatçı bir zamanlar. Bilim güç ve güzelliğin nefes kesici bir aletidir ama iyi bir ebeveyn değildir; daha geniş, daha derin, daha eski bir şeyle dengelenmelidir. Rüzgar ve hava gibi, ekosistemler ve mikroorganizmalar gibi, kar kristalleri ve evrim gibi; insan öğrenmesi hala yabani, tahmin edilemez,çiçeklemen bir kırılma hareketi, hiçbirimizin ölçüp kontrol edemeyeceği kadar gizemli ve karmaşık olarak durmaktadır. Ama hepimiz bu çiçeklenen kırılma hareketinin bir parçasıyız ve yavrumuzun öğrenme ve gelişimine yardım etme yeteneği bizim DNA’mızda var. Bunu yeniden keşfetmeye şimdi başlayabiliriz. Dene. Gözlemle. Dinle. Gezegenimizin her yerinde hala bulunan binlerce diğer öğrenme yollarını keşfet. Bilgiyi oku ve onu bir tarafa bırak. Çocuğunuzun gözlerini izleyin, onları ne sıkıyor ve öldürüyor; ne ışımasına, hızlanmasına, ışıkla parlamasına yol açıyor. İşte bu, öğrenmenin yattığı yerdir.
Çeviri: Duygu Kurat
Edit: Özlem Arkun
Çevirideki bağlantılar orjinal metindeki bağlantılar esas alınarak düzenlenmiştir.
Orjinal metindeki dipnotlar ve kaynaklar için buraya
Daha fazla Carol Black için buraya tıklayabilirsiniz.
Schooling The World Belgeselini buradan izleyebilirsiniz.
Bu yazı Stuart Lester ve Wendy Russell tarafından kaleme alınan “ Turning the World Upside Down: Playing as the Deliberate Creation of Uncertainty” adlı makaleden alınarak çevrilmiştir.
1-Giriş
Bir yaz günü öğleden sonra bazı çocuklar etrafı araştırıyordu. Çocuklardan biri ortalığa dağılmış haldeki araç gereç kulübesinden bulduğu kırmızı bir kızakla göründü.
“Bakın ne buldum! Bununla ne yapabilirim?” dedi. Başka bir kaç çocuk daha onu takip etti. Buldukları şeyi su deposu yapısının tepesine çıkarmaya karar verdiler. Kızağı yapının tepesine çıkarmak için birlikte çalıştılar. Kum çukurunun üzerine sarkan halatın olduğu yere kadar geldiler. Grup 4-5 kişilik usta tırmanıcılardan oluşuyordu, ben de biraz uzaktan neler olacağını izlemeye karar verdim.
Kızağı kumun üzerinden yapının en ucuna kadar ittiler, ağırlıklarıyla kızağın en uçtan düşmesini engelleyerek iki çocuk da kızağın üzerine oturdu. Geri sayımın ardından arkadaki çocuk kalktı ve diğer çocuk hala üzerindeyken kızak kaymaya başladı. Kızakla birlikte düşmemek için tam zamanında halatı yakaladı. Heyecan seviyesi daha önce oyun alanında hiç görmediğim seviyedeydi. Yukarıya doğru tırmandı, diğer çocuklar hayatta kaldığı için onu kutladılar.
“Bu dehşet bir şeydi! Dehşetti biliyorsun değil mi?” dedi. Diğer çocuklardan biri;“ Bunu her gün yapabiliriz!” İlk çocuk “ Yapabileceğimi bilmiyordum! Öleceğimi sanmıştım!” (Araştırma katılımcısının bloğundan)
3. Oyun, Sağlık ve İyi Oluş
Gelişmiş dünya ülkelerinde oyun, çocukluğun belirleyici bir özelliği olarak görülür, ‘‘sağlıklı’’ gelişime katkı sağlandığından büyük ölçüde değerlidir. Geleneksel kaynaklar gelişimi, olgunlaşma süreci olarak, basitten gitgide karmaşıklaşan evrensel aşamalardan geçerek, ya da ‘‘toyluktan’’ ‘‘olgunluğa’’ ilerleyiş olarak gösterir. İlerleme, gelişim çerçevesi içerisinde geleceğin bilindiği senaryolar önerir ve böylece gelişmekte olan hayatı önceden var eder [31] ; gelişim ‘‘tüm potansiyeline ulaşmak’’ olan bir sürece dönüşür ya da çocuğun yetişkin olması için neye ihtiyaç duyduğu soruları ile bezenir.
Belirsizlik ve riskten kaçınma arzusu; eleştirilmeden, kabul edilmiş bilgi ve gelenekler, “verilen problemlere karşılık gelen çözümlere ve verilen sorulara karşılık gelen cevaplara yerleşen bir hafife alma hissi” takınır [32] (s.82). Bu sağduyu ya da tutuculuğun malzemeleri, öğretileri, uygulamaları ve söylemleri; ilerleme hakkında yargılar uyandıran, iyi ya da kötü veya doğru ya da yanlış gibi bir dizi ikili ilişki arasında ayrım yapan, iyi niyetlerle ve herkesin yararı için uygulanan belirli bir çocukluk görüşü sunar.
Oyun, bu ilerlemeyi desteklemek amaçlı bir kontrol mekanizması olarak kullanılabilir [33] böylelikle – büyümeye açıkça katkı sağlayan – arzulanan oyun davranışlarını destekleyen, ya da açıkça amaçsız, saçma ve istenmeyen diğer oyun formlarını sansürleyen araçsal bir değer üstlenebilir.
Oyun, fiziksel, bilişsel, sosyal ve duygusal becerilerin gelişmesi açısından önemli bir yer tutar, bu durumda oyunda ‘‘ertelenmiş fayda’’ yaklaşımı salt oyun oynamanın ötesine hizmet eder [34,35]. Bu açıdan oyun, bir aktivite olarak tanımlanıp sınıflandırıldığında, organizasyon düzleminde, düzenlenmiş, yapılandırılmış ve belirli amaçlar için, tahsis edilmiş zaman ve mekânda gerçekleştirilen aktive sınıfına dahil olur. Örneğin, oyun ve öğrenme söylemi çocuğun araştırma ve keşfetme özgürlüğünü hoş karşılama iddiasında olsa da bu özgürlük, pedagojik bir bakış ve inceleme ile kontrol altında tutulur; çocukların doğru şeyleri keşfetmeleri esas alındığından, çocuğun keşfetme özgürlüğü, sıkı bir şekilde kayıt altına alınır ve denetlenir [36].
Somutlaştırılmış bir araç şeklinde kullanılan gelişim anlatımı, makalede yer alan birbiriyle ilişkili başlıca iki tartışma konusu içeriyor, bunlar sağlık (hastalığın seyir etmemesi), ve güvelik (risk yönetimi) olarak adlandırılır. Bu işlevsel kullanımda odağın büyük bir çoğunluğu bilhassa fiziksel olarak ve açık havada oynanan oyunlar üzerine. Oyunun araçsal değerine artan ilginin bir örneği olarak, sosyal sağlık kurumları ve sağlık teşviki birimleri obezite ile mücadele etmek için oyundan bir araç olarak yararlanıyorlar [37,38], gelişmiş dünya ülkelerinin sağlık gündemine girmiş ve halı hazırda yükselmekte olan bir konudur [39]. Obezite söylemi, olağan biyotıp bakış açısından, hareketsizlik, düzensiz beslenme, obezite ve sağlıksızlık ilişkisine odaklanır; ‘‘obez ve risk altındaki (aşırı kilolu) vücutlar tembel ve ağır bedeller ödeyen şeklinde resmedilir ve uzman kontrolü altına alınma ihtiyacı duyulur’’[40] (s.228).
Amacımız, aktüel obezite söylevini analiz ederek eleştirmek değil; oyun oynamanın bu parametrede nasıl bir mertebeye ulaştığıdır. Alexander ve arkadaşlarının [37] notuna göre amaçlanana ulaşılmasını sağlanması için müzakere ve planlama gerektiren ciddi bir faaliyet haline geliyor. Çocuklar için oyun ve obezitenin oyunu sağlıklı bir akvite olarak yapılandırması üzerine basılan tanıtıcı edebiyat ürünleri, oyunu yalnızca değerli biçimleriyle sınırlarken (oyunun istenmeyen biçimlerini kastederek, bu bağlamda genel olarak oturarak oynanan oyunlar) aynı zamanda yetişkinleri çocukların hareketlilik içeren oyun aktivitelerine teşvik etmesi gerekliliğini gün yüzüne çıkarır [37,38].
Yine de bu tür politikalar, çocukların buldukları heryerde oyun yaratma kabiliyetini büyük ölçüde göz ardı ediliyor [41]: ‘‘Çocuklar nerede oyun orada’’ [42] (s. 10). İlk bakışta su kaydırağından kaymak, kasıtlı olarak fiziksel aktivite olması için amaçlanan bir eylem değildir, dürtüsel bir şekilde meydana gelen bir harekettir.
Obezite ile mücadelede bir araç olarak ‘‘fiziksel oyunun’’ araçsallaştırılmasının yanı sıra, ‘‘Riskli oyun’’ a atfedilen değer ve bunun çocukların risk değerlendirme yetkinliklerinin gelişimine yaptığı önerilen katkıdır [43]. Yine de bu durum bir nebze belirsizliğe ve probleme yol açar. Masumiyetinin korunması başlığı altında, çocukların risk alması tehdit edici olarak görülür ve çocuklardan riskten uzak durmaları beklenir, yaralanmalar ya da yaşam tarzından kaynaklanan hastalıklar da yetişkinlerin kötü risk yönetimi ile ilişkilendirilir [44]. Aynı zamanda, belli bir düzeyde göze alınan riskin faydalı olduğu savunulur. Risk-fayda değerlendirilmesinin yapılanmasında dengeli bir tavır sahiplenilmesi gereklidir, özellikle de Britanyada;
Gözetim altında oyun kurulurken denetimde yer alan bireylerin yaklaşımı ve sorumluluğu ile birlikte risk yönetimini göz ardı etmeden çocuklara ve gençlere yönelik faydalı bir oyun geliştirebilirler. Fayda sağlamak ve olası riskleri göz önünde bulundurmak, oyunu kuran bireylerin bu kuramda temel olan iki hedefi özümsemelerini sağlar: gençlere ve çocuklara eğlenceli, mücadeleci, etkileşime açık oyun fırsatları sunarken çocukları tolere edilemeyecek, zarara uğratacak risk faktörünün denetlendiğinden emin olmalarını [45] (s.8).
Bu yaklaşım, çocukluğun tüm kurumlarına nüfus eden abartılı riskten kaçınma durumuna bir karşı koyuş olarak görünse de, (gerekli) risk yönetim süreci tekniği dili içerisinde ifade edilir, yetişkin bireylere nelerin irrasyonel davranış olarak algılanacağına dair bir kontrol mekanizması olmaları için sorumluluk yükler. Bunun yasallaşması, yetişkinlerin mesuliyeti ve kuralları, çocukluğun masumiyeti, koruma, en iyi fayda ve gelecek vatandaş gibi çok daha geniş bir bağlamda iç içe geçmiştir. Bunlara, “problem” yaratan dolaylı etkiler de eşlik eder ve böylece ne söyleneceğine ya da yapılacağına dair keskin sınırlar çizilir. Bu yüzden yetişkinler genellikle; oyunların “mış gibi” doğasını ve canlı duygusal boyutlarını takdir etmek yerine, oyunlardaki içeriği olduğu gibi ve risk odaklı bir okumaya dayalı olarak değerlendirebilirler.
Korumacı anlayış açısından bakıldığında herhangi bir yaralanma olasılığı istenmeyen bir durumdur, potansiyel bir zarar ortaya koyar, sadece çocuklar için değil, aynı zamanda yetişkinlerin çocukları güvende tutma görevinde başarısız olmaları açısından [34]. Bu düşünce, açılış senaryosuna kolayca uygulanabilir. Çocukların davranışları riskli olarak anlaşılabilir, yetkili yetişkinin bu durumda yaralanma olasılığı hakkında bir karara varması ve dile getirmesi gerekir, bu durumda çocukların yetkin tırmanıcılar olduğunu dile getirmektedir. Çocukların risk değerlendirme becerilerini geliştirdikleri anlaşılabilir, ki bu durumda şüphesiz öyledir, yine de yapılan gözlemler aynı zamanda bu deneyimin çocuklar için heyecan verici bir güç olduğunu da ortaya koyuyor, bu konu daha sonra ele alınacaktır.
Kamu sağlığı ve eğitim kurumlarından oyuna artan ilgi var, ‘iyi oluş’ kavramı da sağlık ve sağlık sorunlarının bir eki haline geldi. Bunun çocukların sağlığı ve gelişimi arasında bir ilişki olduğu varsayımı ile birlikte, bunun tanımı ‘sağlıklı gelişim’ terimi ile belirttiğimiz çocukların iyi oluşunun normatif ölçümlerine yönelik bir kısaltmadır. Ancak kavramlar yetersiz bir şekilde tanımlanmıştır, iyi oluş, pozitif sağlık, yaşam kalitesi ve mutluluk gibi çeşitli terimler sık sık birleşik, belirsiz, tanımı eksik ve literatürde tutarsız olarak kullanılmış [47,48], dolayısıyla çokça eleştirilmiştir [49,50]. İyi oluş hali; iyi olmanın ne olduğunu objektif ve normalleştirici bir tanımı benimseyen, oldukça politik bir kavramdır.
Çocukların iyi oluş halini hesaplamaya sıra geldiğinde, ölçümler eksik bir yaklaşım ortaya koyar: çocukların iyi oluş hali, fiziksel, zihinsel ve eğitimdeki “eksikliklerle” ölçülür.
Böyle bir bakış açısı, çocukların kimliği ve gidişatının önceden belirlendiği ve “normal” olmaktan alıkoyan şeyin ne olduğunu belirlemek için uygulanan, çocukları “iyi-olanlar” şeklinde değil, “iyi olacak olanlar” şeklinde bir vurguyu inşa eden, bir ajandayı destekler [51].
Morrow ve Mayall [50] (s. 227) iyi oluşa odaklanmanın nihayetinde bireyci, öznel, çocukların hayatlarının politik niteliğini ortadan kaldırma riski taşıyan bir yaklaşım olduğuna; çalışmaların çocukları kendi günlük dünyalar ve deneyimlerinden soyutladığı sonucuna vardılar.
“İyi oluş” ölçüleri; yaşanmış deneyimlerden ya da insanların dağınık, karmaşık ve rastlantısal gündelik hayatlarından çıkardıkları, iyi oluş ve mutluluğun genel tanımlarından ziyade, siyasi partilerin öncelikleri ve ideolojileri hakkında daha çok şey söyler.
Çocukların oyunları, bu süreçte giderek artan bir şekilde, ekonomik olarak üretken ve sağlıklı yetişkinlerin gelişimini desteklemek için uygun davranışlar hakkında değerler aşılamak için tasarlanmış bir dizi stratejik geliştirme süreci ile karıştırılmaktadır.
Burada tehlikeli olan konu, bu müdahalelerin değeri değil, çocuklar ve oyun arasındaki ilişkiye dair belirli bir anlayış ürettikleri yollar hakkındadır:
… çocukların oyunlarının sağlıklı ve aktif olmasını düzenler ve böylece çocukların oynamaya teşvik edilmesini, oyunun diğer göreceli niteliklerinin görmezden gelinmesini normalleştirir. Aslında, sadece eğlenmek için oynamak (yani anlamsız zevk) ortak bir çocukluk deneyimi olarak düşünülse de, sağlık için, daha üretken ve açıkça aktif oyundan daha az önemli görünmektedir [37] (s. 14).
Açılış senaryosuna geri dönersek, böyle bir hesap, fiziksel kaynakların faydalarını ve faaliyet, risk değerlendirme becerilerinin geliştirilmesini ön plana çıkaracaktır, fakat son birkaç cümleye fazla dikkat vermeyin:
“Bu dehşet bir şeydi! Dehşetti biliyorsun değil mi?” dedi. Diğer çocuklardan biri;“ Bunu her gün yapabiliriz!” İlk çocuk “ Yapabileceğimi bilmiyordum! Öleceğimi sanmıştım!”
Bununla birlikte, bu gibi durumlarda bile, çocuklar düzenlenmiş olsa da kendiliğinden, öngörülemez ve eğlenceli, birlikte oyun yaratma eylemleri, anları için fırsatlar her zaman vardır, bu çocukların ve bazen de yetişkinlerin, başkalarının kendilerine dayatmaya çalıştıkları davranış ve hareketlerden kaçmalarını sağlar. Ek olarak, şimdi oyuna bu noktadan bakıyoruz.
Bu yazı Stuart Lester ve Wendy Russell tarafından kaleme alınan “ Turning the World Upside Down: Playing as the Deliberate Creation of Uncertainty” adlı makaleden alınarak çevrilmiştir.
kendi hallerine bırakılırlarsa, yalan söylerler, çalarlar,
hatta ispiyonlarlar değil mi?
Sanırım bunu sürekli görüyorum?
Siz de görüyorsunuz, değil mi?
O çikolatalı pasta ile kaplanmış tatlı küçük suratlarla,
hiç yemediklerine yemin ederler.
Yalancılar.
O “yemedikleri” keki sizin izniniz olmadan aldılar, hırsızlar.
Sonra da büyükbabanın onlara keke ulaşmaları için yardım ettiğini söylüyorlar?
İspiyoncular.
Yani, bu kanıt bizi çocukken bizim de bütün çocuklar gibi güvenilmez olduğumuz sonucuna götürüyor..
Bu, genç insanlar olarak, dürüstlüğün öğretilmesi için zamana ihtiyacımız olduğunu mu ima ediyor?
Esasen bütün güvenilir insanlar yetişkinler mi?
Gerçekten çocuklar hiçbir zaman, onlara belli özgürlükleri bahşedeceğimiz kadar güvenilmez mi?
Mesela zamanlarını nasıl geçirmek istediklerine karar verme özgürlüğü?
Ya da istediklerini öğrenme özgürlüğü?
Bunu soruyorum çünkü gençler kesinlikle özgürlükleri için zorluyorlar değil mi?
Ya kimse onlara özgürlüğün ve güvenilirliğin insan olmakla beraber geldiğini söylemememiş, ya da bu yutturmacaya inanmıyorlar.
Açıkça, özgürlüğün bir insan hakkı olduğuna inanıyorlar.
Ama buna kolektif yetişkin cevabımız genellikle şöyle oluyor:
Hayır, hayır tatlım, özgürlük doğarken hak ettiğin bir şey değil,
özgürlük kazanman gereken bir şey.
Özgürlük doğuştan gelen bir insan hakkı değil, bu bizim çocuklara kolektif cevabımız.
Sanırım bu mesajı kabul ettirmeye çalışmamızın bir nedeni yetişkinler olarak, sadece güvenlik anlamında değil aynı zamanda hayat çıkarımı olarak, çocuklara neler olabileceğine dair korkularımız. Çocuklarımızın güvenilmez olmasından, ya da daha kötüsü başarısız olmasından korkuyoruz.
YANİ MESELE ŞU:
Dünyada belirli türden insanları yetiştirmekten korkuyoruz ve bu korkuyu azaltma yolumuz, onun bizi kendileri korku ve güven eksikliğinden kaynaklanan ebeveynlik ve eğitim uygulamalarına çekmesine izin vermek.
Yani biz yetişkinler güvenilir insanlar yetiştirmek istiyoruz ancak bunu çocukların zamanlarını ve görevlerini kontrol ederek, onları, güvenilirliği yaratan gerçek yaşam deneyiminden etkili bir şekilde uzak tutarak yapıyoruz.
Gerçekten de, genç insanlara yalnızca bize itaat ettikleri noktada güveniyoruz.
Güven böyle mi oluyor?
Ben eskiden böyle düşünürdüm. Fakat iki çocuk sahibi olup onların duygusal sağlıklarını akademik gelişim pahasına kaybettiklerini deneyimledikten sonra bu inanışa artık tutunamadım.
Böylece, çocuklarım hakkındaki, öğrenme hakkındaki ve tüm bunların arasındaki bağlantı ve güven konusunda neye inandığımı sorgulamaya başladım.
Ve bu bağlantı, özgürlük, çocukluk ebeveynlik ve güvenin kesişim noktaları hakkında her zaman sorduğum soruları ateşleyen şey.
Şimdiye kadar size 11 soru sorduğumu fark ettiniz mi?
Çünkü rahmetli usta söz yazarı Christopher “Biggie” Vallace’ın “manyakça soru sorma” dediği şeyi hatırlatmak istiyorum. Bir kişinin, Güven ve Özgürlüğü Çocukluğa bağlarken sorguladığı, son derece önemli olan bir yaşam becerisi, özellikle de çocuklara kendi öğrenme süreçlerinde güvenmek ve kendi hayatları hakkında ciddi kararlar almaları konusunda.
Birçoğumuz için bu bir çeşit özgürleşme pratiği.
Ben buna Özgür İnsanlar Yetiştirmek diyorum.
Ve pratikle, manyakça soru sorma becerim giderek gelişti ve şu benim için oldukça netleşti:
Bir grup insanın, biz onları güvenilir hale getirene dek, tabiatı gereği güvenilmez olduğuna karar vermek, tehlikelidir! Bu, bizi ilişkilerde neyin sağlıklı ve normal olduğuna dair baskıcı ve toksik düşüncelere sürükler.
Ve biz bu toksik baskıcı şeyleri çocuklarımızı sevmediğimiz için ve onlar için en iyisini istediğimiz için yapmıyoruz, bunu yapıyoruz çünkü bize güvenilmez olmadığımız öğretildi. Ve bu yüzden, bizler kendi ebeveynlik ve eğitimimizi korku yerine güvene kök salan bir dil ve pratik geliştirmedik.
Bizler, okulun güvenilir, özgürleşmiş insanlar yetiştirmemize yardımcı olduğundan değil, her zaman gördüğümüz bu olduğu için, zorunlu okul gibi baskıcı stratejilere başvuruyoruz. Bugünkü toplumumuzda baskı araçları, güven temelli pratiklere göre çok daha fazla normalleşmiştir.
Ve baskı araçları derken, çocukların güvenilir olmadıkları ve bu nedenle bilginin yukarıdan aşağıya doğru, bir öğretmenden boş bir kaba benzeyen bir öğrenene aktarılan bir şey olduğu fikrine dayalı gündelik ödül ve ceza temelli sistemlere dahil olmaya zorlanmaları gerektiği varsayımına dayanan sistemleri kastediyorum. Çok az kaynak verilen ancak genellikle öğretmenin büyük ölçüde, çocuğunsa kuşkusuz biçimde hiç girdisinin olmadığı, çokça çıktı ve parametre verilen bir öğretmenden.
Baskı araçları diyerek, çocukları, kasıtlı ve yaygın bir şekilde Siyah, Yerli ve Beyaz Olmayan insanların katkılarını ve bilgi sistemini, tarihsel ve güncel olarak dışarıda bırakan bir müfredata tabi olmaya zorlamaktan bahsediyorum.
Şöyle ki; kızlarımızın okuldaki ilk iki yılı manyakça soru sormaya başladığımız zamandı. O soruların sonucu olarak bugun:
Marley ve Sage 15 ve 13 yaşlarında ve notları iyi değil.
İftihar listesi yok, etkileyici test sonuçları yok, okulda sivrilmiyorlar.
Esasen okula gitmiyorlar çünkü bu bizim okulsuzluk aracılığıyla özgür insanlar yetiştirme pratiğimizin bir parçası.
Biz bu değişimi yaptığımızda, babaları Kris ve ben evimizin ve gelirimizin tüm yapısını ortak yaşam düzenlemelerine, daha fazla toplu taşımaya ve girişimciliğimizi belirli bir yerde olmamızı gerektirmeyen web tabanlı çalışmalara odakladık, bunun bugünkü tanımı dijital göçebe. Okulsuzluk yaşantımızın nasıl yürüyeceğini bilmiyorduk ama manyakça soru sormak, kaos duygusunun yerini netliğin almasına yardımcı oldu ve biz de dijital göçebeler haline geldik.
Okulsuzluk, Özyönelimli eğitimin bir formu; bu kavram bir öğretmen ve yazar olan John Holt tarafından ortaya atıldı. Bu evokulundan farklı olarak önceden belirlenmiş konulara ya da herhangi bir müfredata bağlı kalmıyor.
Okulsuzluk hakkında birşey duyduysanız muhtemelen “okulsuzluk, ebeveynlik yapmamaya eşittir” i de duymuşsunuzdur.
Sineklerin tanrısı, sadece en ayrıcalıkların işine yarayan su katılmamış kaos, değil mi? Eğer çalışmak zorundaysanız, zengin ya da beyaz değilseniz, okulsuzluğu yürütemeyeceğinizi söylerler. Gerçekten? Çünkü benim geçtiğimiz üç yıldan bu yana neredeyse her hafta gerçekleştirdiğim halka açık konuşmalar bize gösteriyor ki; okulsuzluk bir özgürleşme işidir, topluluk içerisinde özgür bireyler yetiştirme işi, hatta özellikle en dezavantajlılar arasında.
Benim okulsuzluk tanımım çocuğa güvenen, baskı karşıtı, sevgiyi merkezine alan bir ebeveynlik yaklaşımı. Bu rıza, saygı ve kendinden emin bir otonomi üzerine kurulu bir yaşam.
Bir çok çocuk için, okulsuzluk kendilerine olan güvenini inşa eder. Bundan dolayı utanç duymadan başarısız olabilirler. Ne zaman yemek yiyecekleri kendilerine söylenmeden, kendi bedenlerini kontrol edebilirler. Aktif olarak sosyal çatışmaları yönetmek konusunda becerilerini ortaya koyarlar, kişisel kaygılarının üzerine giderler ve önyargılarının başka insanlar için zararlı olacağını ve nasıl daha iyisini yapacaklarını fark ederler.
Şimdiye kadar muhtemelen benim için manyakça sorularınız vardır, değil mi?
Çocukların bütün gün ne yapıyorlar Akilah?
Bu yasal mı?
Okulsuzlar üniversiteye girebiliyor mu?
baksanıza şimdiden manyakça sorgulamaya başladınız. Devam edin!
Aslında hadi en baştaki soruya dönelim:
Çocuklar doğası gereği güvenilmez mi?
Hayır! Peki bu sonuca nasıl vardım?
Manyakça soru sorma.
Dikkatli sorular, güvenilir seçimler; özgür insanlar yetiştirme kararı gibi, bize baskının başka biçimlerini fark etmek ve dağıtmak konusunda yardımcı oluyor— deneyimlediğimiz önyargılar ve -izmler gibi, ama şimdi araçlara, örneklere, desteğe, dile sahip olarak, seçmekten vazgeçebiliriz.
Bugün, sizi manyakça soru soran bir düşünce biçimi geliştirmeye davet ediyorum.
Biz yetişkinler baskı araçlarını kullanmaya devam ederek, özgür insanlar yetiştirmeyi bekleyemeyiz, bu yüzden çocuklarımızla kurduğumuz ilişkide yetki ve öncelikleri sorgulamalıyız.
Teşekkür ederim.
Akilah Richards’ın izniyle, TEDxAsburyPark’ta gerçekleştirdiği konuşma metninden çevrilmiştir.
Bu röportaj X-X Soru Cevap dizisi kapsamında X-X INSTITUTE ile gerçekleştirilmiştir.
Pop-up Adventure Play’in kurucuları Morgan Leichter-Saxby ve Suzanna Law’dan aldığı eğitimlerle Türkiye’nin ilk oyun kurucusu olan ‘oyun savunucusu’ Özlem Arkun’a sorduk.
Küçük bir kızınız da var bildiğimiz kadarıyla. Oyun sizin için nedir?
Evet, altı yaşında bir kızım var ve doğduğundan beri oyunun ne olduğunu bana anlatabilmek için çok çabalıyor. Onun bunca çabasının ardından anladığım tek şey ise oyunu tanımlamanın çok zor olduğu. Oyun, onu tanımlamak için fazla büyük; yani hiç âşık olmamış birine aşkı anlatmak ne kadar imkânsızsa oyun oynamayı unutan birine oyunu anlatmak da o kadar imkânsız olabilir. Yine de imkânsıza ulaşmanın mümkün olduğuna inanırsak ve denemekten vazgeçmezsek başarmak mümkün olabilir, değil mi? Bence oyunun tanımı biraz bu: Olasılıkların sonsuz olduğu ya da imkânsız olanın mümkün hâle geldiği bir durum; bir aktiviteden ziyade bir his ya da bir zihin durumu.
Ben yine de cevabı bulmakta zorlandığım pek çok şey gibi kızıma sordum: “Oyun nedir sence?” Dedi ki, “Canımın istediğini yapmak.” Bu çok basit ama çok güçlü bir ifade. Benzer bir cevabı sekiz yaşındaki başka bir çocuk vermişti. “Oyun, kimsenin bana ne yapacağımı söylemediği zamanlarda yaptığım şeydir” diyordu. Çocukların her konuda ne kadar basit açıklamalar ürettiğini görmek inanılmaz. Bu beceriyi de artık ‘büyüyüp’, oyun oynamayı bıraktığımız bir yerlerde kaybediyoruz bence. O yüzden yeniden tanımlamaya ihtiyaç duyuyoruz ya da kendimize hatırlatıyoruz belki de: Oyun kendi istediğimiz gibi, ne zaman istersek, nasıl istersek öyle şekillendirdiğimiz bir süreç. Çoğu zaman gönüllü bir şekilde başkalarıyla birlikte olmayı seçtiğimiz, bu birliktelikten keyif aldığımız, keyif almadığımızda bırakıp gitmekte özgür olduğumuz bir ilişki biçimi. Kendimize, çevremize ve diğerleriyle ilişkilerimize yönelen bir keşif; doğrunun ve yanlışın olmadığı, sonsuz kez kurulup bozulabilir bir ‘dünya’. Yaşamsal bir ihtiyaç.
Macera Oyun Alanları’nın ne olduğundan biraz bahseder misiniz?
Macera Oyun Alanları 1940’lardan bu yana Avrupa ve Amerika’da farklı dönemlerde farklı yoğunluklarla uygulama alanı bulmuş ve kendi teorisini pratiğinden yaratmış oyun alanlarıdır. Onları bildiğimiz anlamdaki çocuk parklarından ayıran en belirgin fark, çocuklar tarafından inşa edilmeleri ve dönüştürülebilmeleridir. Hurda Oyun Alanları olarak da tanımlanabilirler, çünkü çoğunlukla hurdaya çıkmış malzemelerin çocuklar tarafından geri dönüştürüldüğü alanlardır. Bu malzemeler arasında keresteler, araba lastikleri, eski mobilyalar ya da giysiler, boyalar, halatlar gibi birçok malzemeyi sayabiliriz. Buradaki bütün malzemeler bu alanda sorumlu olan oyun işçileri (oyun kurucuları) tarafından temin edilir, seçilir, ayıklanır ve çocukların kullanımına sunulur ama malzemenin nasıl kullanılacağına çocuklar karar verir. Yani çocuklar alandaki bir kereste yığınını ateşe vererek büyük bir ateş yakmak ya da bir testere, çekiç, biraz çivi, vida ve matkap kullanarak bir kulübe yapmak konusunda tamamen özgürdür. Oyun işçilerinin işi, çocuklar için tehlike yaratabilecek durumları ortadan kaldırırken, çocukların kendi sınırları denemek için risk almasına izin veren zengin bir oyun çevresi sunmaktır. Yani oyun işçileri keresteleri alana bırakmadan önce üzerindeki paslı çivileri sökerler, ama çocukların kerestelerle çalışırken testere ve benzeri aletleri kullanmasına olanak sağlar ve yardım istediklerinde orada olurlar.
Oyun kurucu olma ateşi nasıl düştü içinize; sizin tabirinizle oyun emekçiliği fikri nasıl gelişti?
Macera Oyun Alanları ile ilk kez Joel Spring’in Özgür Eğitim adlı kitabında karşılaştım. Kitapta The Yard, Robinson Crusoe gibi bazı macera oyun alanlarına değinen bir bölüm vardı. Bunlar bildiğimiz anlamdaki oyun parklarından çok farklıydı. Çocukların kendi dünyalarını yaratmasına olanak sağlayan, ama eğer var olan çevre onlara yetmiyor, onları mutlu etmiyor, ihtiyaçlarına hizmet etmiyorsa ya da sadece çocuklar öyle karar verdiyse, var olanı yıkmakta da tamamen özgür bırakan yerlerdi. Çocukların özgürce kendi dünyalarını yaratıp yıkabildikleri bir yer, bir prova alanı, sonsuz olasılığın mümkün olduğu bir olasılık fikri beni gerçekten büyülemişti. Sonrasında biraz daha araştırmaya başladım ve biraz daha ve biraz daha… Derken kendimi oyun işçilerinin arasında buldum. Ben yaptığım şeyi tanımlarken ‘oyun kurucu’ demeyi tercih etmiyorum, çünkü oyunu çocuklar kuruyor, ben değil. Bu nedenle yaptığım şeye ‘oyun işçiliği’ diyorum, çünkü sadece işçilik yapıyorum: Materyal temin ediyorum, malzemeleri ayıklıyorum, taşıyorum, çocuklar talep ederlerse onlara yardım ediyorum ve bundan çok büyük bir mutluluk duyuyorum. Genç bir insanın hayal ettiğini yapması, kafasındaki her ne ise onu hayata geçirmesi için bir alan açmak, bunu deneyimlerken onun yanında olmak, yaşadığı çatışmalara şahitlik etmek, mutluluğunu paylaşmak, başarısızlığın ardından yeniden denemesine tanık olmak, bana kendi hayallerimde, deneyimlerimde, çatışmalarımda ve başarısızlıklarımda yol gösteren ve güç veren bir deneyime dönüştü.
Ada Düşü Sokak Festivali – Büyükada
Oyun alanı olarak şimdiye kadar nereleri kullandınız ve niye o mekânları kullandınız?
Geçtiğimiz yıldan bu yana Kadıköy’de, Büyükada’da, Çanakkale Bayramiç’te ve Eskişehir’de Yap Boz Oyun Alanları kurduk. ‘Kurduk’ diyorum, çünkü bu oyun alanlarını kurarken benimle birlikte olan oyun savunucusu arkadaşlarım vardı, onların katkıları olmadan bu deneyimi üretmek mümkün olmazdı, katkıları çok değerlidir. Biz bu alanlara Yap Boz Oyun Alanları dedik. Yap Boz Oyun Alanları, Macera Oyun Alanları ile benzer yapıda olmakla beraber, sabit bir araziye ihtiyaç duymuyor ve daha basit ya da daha hafif malzemelerle yapılıp bozulabiliyor. Birbirinden farklı noktalarda kurduğumuz Yap Boz Oyun Alanları’nda karton kutular, kumaşlar, ipler, plastik kasalar, kâğıt rulolar, araba lastikleri, el arabası, minderler, boyalar, yapma çiçekler, kuru yapraklar gibi birçok farklı malzeme kullandık. Bu oyun alanlarının her biri farklı ihtiyaçlar ve koşullarla gerçekleşti. Örneğin Bayramiç’teki, Tohum Takas Şenliği kapsamında tasarladığımız bir Çocuk Sokağı’ydı. Festivalin gerçekleştiği pazar yerinde iki gün süren ve sürekli değişip dönüşen bir Yap Boz Oyun Alanı deneyimledik. Bir korsan istilası oldu, bir kulübe inşa edildi ve sonra yıkıldı, bir havuz yapıldı, sonra bozuldu, piknik yapıldı, karınlar birlikte doydu. Eskişehir’deki ise kent ormanında günübirlik bir oyun günü olarak gerçekleşti. Yaprak yığınları yapıldı, çamurdan kanallar kazıldı ve ateşin etrafında marşmelov kızartılıp yendi. Yani her bir Yap Boz Oyun Alanında, oranın koşulları ve orada bulunan çocuklarla bambaşka bir deneyim ortaya çıktı.
Yap Boz Oyun Alanları genellikle açık havada düzenleniyordu, fakat şu an pandemi sebebiyle hassasiyetler de şekil değiştirdi. Alternatifler neler olabilir?
Evet, Yap Boz Oyun Alanları genellikle açık havada, zaman zaman ise kapalı alanlarda düzenlenebiliyordu. Pandemi sebebiyle tüm dünyada değişen koşullarda birçok farklı uygulama ortaya çıktı. Amerika’da bazı mahallelerde insanlar kendi evlerinin bahçesinde, komşu çocuklarla sosyal mesafeli oyun alanları kurdu. İngiltere’de trafiğin tamamen azaldığı bazı kaldırımlar, hatta caddeler oyun alanına dönüştü. Çocuklar mahallenin farklı yerlerine tebeşirlerle, haritalarla ya da sakladıkları oyuncaklar bırakarak birbiriyle oynamanın bir yolunu buldu. Hatta oyun işçiliğinde online oyunlar üzerine farklı pratikler ve tartışmalar ortaya çıktı. Aslında pandemi süreci ve var olan bu durum bizi farklı olasılıkları düşünmeye zorladıkça yeni yöntemler geliştirmek de kaçınılmaz olacak. Bu noktada, kendi ihtiyaçlarımızı, koşullarımızı ve çevremizi gözeterek, kendimiz için en olasılıksız olasılıkları bile olası hâle getirmenin çok da zor olmadığını düşünerek başlayabiliriz bence.
Bu yazı 15.08.2020 tarihinde Manifold Press‘te yayınlanmıştır.