Bin Nehir – Carol Black

Modern dünyanın çocuklar ve öğrenme hakkında unuttukları.

Geçen gün nasıl olduysa Twitter sayfamda aşağıdaki ifade göründü:

“Kendiliğinden okumayı öğrenme, bazı çocuklarda meydana gelir. Büyük çoğunluğu seslerin açıkça öğretilmesine ihtiyaç duyar ve hepsi bu işten faydalanabilir.” 

Sonradan, bu 127 karakterlik bildirinin; yakında çıkacak olan Brilliant:The Science of How We Get Smarter (Muhteşem: Nasıl Daha Zeki Olabileceğimizin Bilimi) adlı kitabın yazarı aynı zamanda da bir gazeteci ve danışman olan, nasıl öğrendiğimiz ve bunu nasıl daha iyi yapabileceğimiz hakkında konuşmalar da yapan,  genç bir kadın tarafından yayınlandığı ortaya çıktı.

Bu olay beni kızdırdı. Sadece, birinci sınıfta okumayı öğrenmiş olsan bile ses biliminde kötü olma ihtimalinin mümkün olduğunu kişisel olarak kanıtlamış olduğum için kızmadım. Kızdığım diğer şey kadının tonlamasıydı;  sonraki paylaşımlarında ortaya çıktığı üzere, konu hakkında yüksek güvence veren bu ton, ileri sürdüğü şeyin doğru olduğunu gösteren “araştırma” ve “bilgi” ile elde edilmişti.

Son yüzyıl boyunca eğitim kuruluşlarından bu tarz “bilimsel” bildiriler ortaya çıkmıştır. Her kuşağın kanıtlamış olduğu doğruların bir sonraki kuşak tarafından “zararlı çılgınlık” olarak keşfedildiği gerçeği, zamanın ortaya yeni çıkmış kesinliklerini çocuklar üzerinde uygulamaya meraklı uzman gruplarının cesaretini asla kırmaz. Havalı otoritelerinin ses tonu hepimize net bir mesaj verir. “Biz çocukların nasıl öğrendiğini biliyoruz. Siz bilmiyorsunuz.”

Ve bize bunu açıklarlar.

Bush yönetimi tarafından yapılan bir panel vasıtasıyla ses bilimi hakkında “bilimsel fikir birliği” oluşturulmuş ve bu “bilimsel fikir birliği” ders kitabı ve test hazırlama endüstrisinde olan Bush destekçilerine ödül olarak verilmiş, hükümet sözleşmelerinde bulunan milyarlarca doları meşrulaştırmak için kullanılmıştır. No Child Left Behind  (Hiçbir Çocuk Geride Kalmasın) ve  Race to the Top (Zirveye Yarış) yılları boyunca bu fikir yaygın olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden eğer tarih bir kılavuzsa günleri sayılıdır. Herhangi bir gün ses biliminin küçük çocuklara doğrudan öğretiminin zararlı olduğunu, zihinlerini karıştırıp onları korkuttuğunu  ve okumaktan nefret ettirdiğini (hepimiz bunun genellikle doğru olduğunu biliyoruz o yüzden bilim bunu keşfetse çok iyi olur) kanıtlayan yeni bir araştırma yapılacak ve milyonlarca yeni ders kitabı, test ve öğretmen kılavuz kitabı Bush’un McGraw-Hill’ deki eski arkadaşlarından vergi mükellefi fiyatına satın alınmak zorunda kalınacaktır.

Bu süreçle ilgili sorunlar çoktur ancak benim altını çizmek istediğim problem şudur: Buna sebep olan ulaşılabilir bilgi hakikaten, “insanların nasıl öğrendiğinin bilimi” değil “ insanlara okulda neler olduğunun bilimidir”. Ben şunu farkettim: Bugün insanlar, çocukların gerçekten neye benzediklerini bilmiyorlar. Onlar, sadece çocukların okullardaki halini biliyorlar.

Bildiğimiz okullar, kendi içlerinde geniş bir sosyal deneydirler ve tarihsel olarak çok kısa bir süreliğine var olmuşlardır. Bu noktada birçok bilgi vardır. Amerikalıların dörtte biri dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilmez. Amerikalıların yarısı, antibiyotiğin bir virüsü tedavi etmeyeceğini bilmez. Amerikalı lise mezunlarının yüzde kırk beşi,  ilk Anayasa değişikliğinin basın özgürlüğünü getirdiğini bilmez. Bunları bilmek çok zor değildir. Eğer hipotez;  evrensel zorunlu okullaşmanın, bilgili ve ciddi biçimde okur yazar olan vatandaşlar yaratmanın en iyi yolu olduğuysa, bu bilgilere çıplak gözle bakan herkes sonuçların en iyi ihtimalle karışık olduğunu kabul edilecektir. En kötü ihtimalle de felaket getiren türdendirler: Belki birkaç süper bakteri türü bu noktayı bize kanıtlamak üzeredir.

Bilgisayar kullanmayı nasıl öğrendiniz? Bir arkadaşınız size yardım mı etti? El kitapçığını mı okudunuz? Sadece oturup oynamaya mı başladınız? Bunların hepsinden biraz mı yaptınız? Yoksa hatırlamıyor musunuz? Sadece öğrendiniz, değil mi?

Diğer bir taraftan Amerikan Devrimi sırasında kuzeydoğu kolonilerindeki neredeyse tüm beyaz Amerikalı göçmenler okuma yazma biliyordu; okula gittikleri ya da ses bilimi dersleri aldıkları için kesinlikle değil, o zamanlar onlar yoktu. Thomas Paine’in  Common Sense (Sağduyu) kitabı kesinlikle hafif bir kitap değildir, basıldığı ilk yıl 500.000’in üzerinde sattı. Bugün eşdeğer bir kitap 60.000 satmaktadır. İnsanlar okumayı çeşitli yollarla öğrenmiştir: bazıları tek sınıflı okullardan, ama birçoğu annelerinden, özel öğretmenlerden, gezici vaizlerden, ustalardan, akrabalardan, komşulardan, arkadaşlardan… Onlar okuma yazma biliyor çünkü okuryazar bir toplumda, bir insandan bir sonrakine okuryazarlığı aktarmak gerçekten o kadar da zor değildir. İnsanlar bir yeteneği gerçekten isterse, bu bir virüs gibi yayılır. Deneseydiniz bunu durduramazdınız.

Başka bir deyişle, şu an bilgisayarları kullanabiliyor olmamızla tamamen aynı sebeplerle okuyup yazabiliyorlardı. Bilgisayar kullanmayı okulda öğrendiğimiz için bilmiyoruz, öğrenmek istediğimiz ve bizim için hangi yol en iyiyse o yolla öğrenmekte serbest olduğumuz için biliyoruz. Birçok insanın bu sürecin akıcılığı ve etkililiğini insanoğlunun özelliği olarak görmek yerine bilgisayarın özelliği olarak görmesi ironilerin en üzücüsüdür.

Modern dünyada okumayı 4 yaşına kadar öğrenmediğiniz sürece sizin için en iyi olan yolla öğrenme şansınız yoktur. Artık öğrenme süreciniz bilimsel olarak planlanmış, kontrol edilmiş, izlenmiş ve elde edilebilir en iyi bilgiye göre çalışan yüksek eğitimli “uzmanlar” tarafından değerlendirilmiş olacaktır. Eğer öğrenme tarzınız o yılın teorisiyle uyuşmazsa, küçük düşürülecek, terapi görecek, yakından takibe alınacak, damgalanacak, test edilecek ve en nihayetinde beyninizde hafif düzeyde zihinsel yetersizlik olduğuna dair teşhis edilip etiketleneceksinizdir.

Bilgisayar kullanmayı nasıl öğrendiniz? Bir arkadaşınız size yardım mı etti? El kitapçığını mı okudunuz? Sadece oturup oynamaya mı başladınız? Bunların hepsinden biraz mı yaptınız? Yoksa hatırlamıyor musunuz? Sadece öğrendiniz, değil mi?

Kurtların aynı yaştaki yavrularını yatırdıkları kuru ottan yuvaları vardır ve anne avlanmaya çıktığında bu yuvayı başka bir yetişkinin gözetimine bırakır; Kanada geyikleri, doğduktan birkaç dakika sonra kalkıp sürüyü takip edebilen buzağılar doğurur. İnsanların da içinde olduğu primatlar bir seferde tek yavru doğurur ve anne çalıştığı ya da yiyecek aradığı esnada bu yavruyu yanında taşır, sıklıkla da kalabalık akraba ve arkadaş ağıyla bu bakımı paylaşır.

Bütün sosyal memeliler bir yetişkin olarak hayatta kalmak için ihtiyaçları olacak becerileri aktarma ve öğrenme hakkında türlerine özel sosyal yapı ve davranış evrimi geçirmişlerdir. Bizim kendi türümüz yüz binlerce yıldan fazla bir süre, karma yaşlardan oluşan küçük toplumlarda yaşamak için evrim geçirmiştir. Bu toplumlarda çocuklar yetişkin faaliyetlerinin içinde yer alırlar, çevrelerinde kendinden büyük ve küçük çocuklar, büyükanne ve babalar olur, gerçek dünyanın içine dalmışlardır; hareket etme, oyun oynama, vücut antrenmanı yapma özgürlükleri bulunur ve gözlem yapma, taklit etme ve gelişimsel olarak hazır olduklarında da yetişkin eylemlerine katılma hakları vardır.

Hala bu modele göre yaşayan toplumlarda, bin yıldan fazla bir süredir gelişmekte olan zarif yerli pedagojiler, çocukların doğal gelişimine o kadar uygundur ki karmaşık ve incelikli beceriler neredeyse hiç uğraş vermeden kazanılabilir.

Kenya’daki herhangi bir Gikuyulu anne bir görevi bir çocuğa vermeden önce, çocuğun hazır olduğunu görmeyi beklemesi gerektiğini bilir. Hindistan ormanlarındaki herhangi bir Baigalı baba eğer bir çocuk bir şeyi dener ve sonra geriye çekilirse onu yalnız  bırakacağını bilir çünkü sonra denemek için tekrar geri gelecektir. Herhangi bir Yupikli yetişkin, küçük çocukların dersten çok hikayelerden, direkt anlatımdansa kendi elleriyle tecrübe etmekten daha iyi öğrendiklerini bilir. Papua Yeni Gine’den herhangi bir Forelu ebeveyn, çocukların bazen yetişkinler tarafından öğretilmekle değil de, daha büyük çocukları taklit etme yoluyla en iyi şekilde öğrendiklerini bilir.

Dünyanın her yerinden insanlar, “çocuklar ve öğrenme” hakkında bu şeyleri bilirler ve ilginç olarak, yazılım tasarlamayı öğrenme ya da bilimsel bir deneyi yönetme, ya da zarif bir makaleyi yazma hakkında, ren geyiği avlamayı öğrenme veya yağmur ormanlarındaki iyileştirici bitkileri tanımada oldukları kadar elverişlidirler.

Çocukların okuldaki davranışlarına bakarak insanoğlunun nasıl öğrendiği hakkında bilgi toplamak, katil balinaların su parklarındaki davranışlarına bakarak onlar hakkında bilgi toplamaya benzer.

Herhangi bir vahşi yaşam biyoloğu, eğer çevresi türlerinin zaman içinde gelişmiş olan sosyal ihtiyaçlarına cevap veremeyen türdense; hayvanat bahçesindeki bir hayvanın normal gelişmeyeceğini bilir. Ama artık biz bunu kendi adımıza bilmiyoruz. Çocukları karma yaştaki topluluklar yerine aynı yaştaki akran gruplarına yapay bir biçimde tecrit ederek onları günün büyük çoğunluğunda içeride ve sabit oturmaya mecbur bırakarak, bağlam içinde kullanılmış gerçek etkinlikler yerine, metin odaklı yapay materyallerden öğrenmelerini isteyerek, bir çocuğun gelişimsel hazırbulunuşluğunun ortaya  çıkmasını takip etmek yerine, öğrenmesi için keyfi ders programlarını zorla kabul ettirerek, kendi evrimleşmiş türümüzün davranışını kökünden değiştirdik. Sağduyumuz bize bütün bunların karmaşık ve tahmin edilemeyen sonuçları olacağını söylemelidir. Aslında söyler de. Bazı çocuklar bu, tamamen yapay çevrede işlev görebiliyor gibi görünse de gerçekte hatırı sayılır bir çoğunluğu da işlev göremiyor.

Dünya çapında her gün milyonlarca, milyonlarca ve milyonlarca normal ve sağlıklı çocuk, hayatları boyunca onları mahvedecek yollarla bir hata olarak etiketleniyor. Ve artarak okulun yapay çevresine uyum sağlayamayanlar zihinsel yetersizliğe sahip olduklarına dair teşhis edilip ilaçlara maruz bırakılıyorlar.

Biz, bu bağlamda insanoğlunun nasıl öğrendiğini araştırmak üzere yola çıktık. Ama çocukların okuldaki davranışlarına bakarak insanoğlunun nasıl öğrendiği hakkında bilgi toplamak; katil balinaların su parklarındaki davranışlarına bakarak onlar hakkında bilgi toplamaya benzer.

2010 yılında İngiliz Colombia Üniversitesi’nden üç kişilik bir araştırmacı grubu sosyal bilimlerde yankı uyandıran bir yazı yayımladı. Bu yazının yazarları Joseph Henrich, Steven J. Heine ve Ara Norenzayan sosyal bilimlerin yüz yıldır insan doğası ve davranışı hakkında yaptığı engin genellemelerin yapılışına meydan okudu. Bu genellemeler insanlığın dar bir kültürel alt kümesine dayanıyordu ve buna  “Western, Educated, Industrialized, Rich, Democtratic” (Batılı, Eğitimli, Sanayileşmiş, Zengin, Demokratik)  ya da “WEIRD” (ACAİP) toplumlar diyorlardı. Davranış Bilimlerinden baştan başa karşılaştırmalı bir veri tabanını gözden geçirdikten sonra, Henrich ve arkadaşları sadece bu toplumların insanlığın bütünün bir temsilcisi olmadığını değil, aynı zamanda birçok açıdan insan çeşitliliği çan eğrisinde en uç noktada olduklarını buldular; diğer bir deyişle “ACAİP  toplumların üyeleri, küçük çocuklar da dahil olmak üzere, insanlık hakkında genelleme yapabileceğimiz en son toplumlardır”. 

Birçok açıdan Amerikalılar çan eğrisinde Avrupalılardan daha ötedeydi; diğer bir deyişle, “uç değerin en ucundaydılar”.

Birçok açıdan Amerikalılar çan eğrisinde Avrupalılardan daha ötedeydi; diğer bir deyişle, “uç değerin en ucundaydılar”. Bu merkez dışı özelliklerin bir çoğu Amerikadaki “normal” olarak düşündüğümüz eğitim türü ile ilgilidir. Amerikalıların işbirliğine yarışı, alçak gönüllülüğe kendilerini övmeyi, bütünsel düşünmeye analitik düşünmeyi, toplu başarıya kişisel başarıyı, dolaylı konuşmaya direkt konuşmayı, statü anlayışlarında eşitlikçiliğe hiyerarşiyi tercih etmede görüntünün en tepesinde oldukları ortaya çıkmıştır. Bu yüzden okullarda çocuklarımızı arkadaşlarından daha iyi olmak için çabalamaya zorlarız ve başarılı olduklarında onları herkesin önünde överiz, birçok diğer toplumdaysa bu durum aşırı kaba bir davranış olarak kabul edilir. Çocuklarımıza direkt olarak odaklanıp ne bilmelerini istediğimizi onlara direkt olarak söyleriz, birçok diğer toplumlardaysa yetişkinler çocuklarının büyüklerini yakından gözlemlemelerini ve yaptıklarını gönüllü bir şekilde takip etmelerini beklerler. Çocuklarımızın öğrenmelerini eziyet derecesinde detaya girerek kontrol ediyor, yönlendiriyor ve ölçüyoruz; diğer toplumlarsa çocuklarının kendi hızlarında öğreneceklerini kabul edip günlük etkinliklerini ve tercihlerini kontrol etmenin uygun ya da gerekli olduğunu düşünmezler. Diğer bir deyişle, bizim “normal” olarak kanıksamış olduğumuz öğrenme ortamı dünya çapındaki birçok kişi için, o kadar da normal değildir.

Eğer Amerikalılar uçtakilerin de en ucundaysa, çok genç çocuklar üzerinde gittikçe daha sert isteklerde bulunan ve doğal enerji ve eğilimleri gittikçe daha fazla baskılayan Amerikan kültürünün bir alt kültürü olan kurumsal okullaşma buna sebeptir. Daha büyük Amerikan toplumlarında değer verilen özellikler -enerji, yaratıcılık, bağımsızlık- sınıf içinde başınıza bela olur ve üzücü olarak çocuklarımızın bazılarının çan eğrisinde bizi yeterince takip edemediği ortaya çıkar. İnsan türleri oldukça uysal ve çeşitlidir, ama son derece de değildirler. Kültürümüz git gide uç noktalara büyüdükçe bireysel çocuklarda, bazen bozucu bir şekilde de olsa, altta yatan türlerin doğalarının yeniden ortaya çıktığını görürsünüz. Kurtları evcil hayvan olarak sahiplenmeye çalışan insanlar gibi, çocuklarımızın bazılarının tasmalarını kemirmeye başladığını fark ederiz.

Bir gün harika bir kumtaşı formu olarak Kaliforniya Çölünün dışından yukarı doğru eğim yapan Vasquez Kayalıklarında bir grup çocuğu yönlendiren 9 yaşında bir erkek çocuğunu izledim. Çekici, elektrik aldığınız, göz alıcı olanlardan biriydi; küçük olanlara karşı kibar, güçlü, çevik, meraklı, bir raptiye gibi keskin, gözlerinden havaya kıvılcımlar saçılıyordu. Yanımdaki arkadaşıma onu sadece izlemenin bile çok keyifli olduğunu söyledim. Bana kendisine daha yeni DEHB ( Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu)  teşhisi konduğunu söyledi.

 Çekici, elektrik aldığınız, göz alıcı olanlardan biriydi; küçük olanlara karşı kibar, güçlü, çevik, meraklı, bir raptiye gibi keskin, gözlerinden havaya kıvılcımlar saçılıyordu. Yanımdaki arkadaşıma onu sadece izlemenin bile çok keyifli olduğunu söyledim. Bana kendisine daha yeni DEHB (Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu)  teşhisi konduğunu söyledi.

Okulda iyi öğrenemeyen çocuklara baktığınızda, eğer dünyada herhangi bir geleneksel toplumda yaşamış olsalardı değer verilecek ve sevilecek özellikleri sıklıkla sergilediklerini fark edeceksiniz. Fiziksel olarak enerji doludurlar; bağımsızdırlar, sosyaldirler, komiktirler. Elleriyle bir şeyler yapmayı severler. Gerçek oyun için (hayat dolu olan, güçlerini, becerilerini, cesaret ve dayanıklıklarını test eden) can atarlar. Gerçek çalışma için ( önemli ve somut olan, değerli katkılar yapabildikleri) can atarlar. Soyutlamayı, oturup durmayı ve otoriter kontrolü sevmezler. İlgilerini çeken, merak uyandıran, tamir edip keşif yapabilmeye yönelten şeylere odaklanmayı severler.

ACAİP toplumumuzdaki “uzmanlar” bu çocukların öğrenme engelli olduğunu; zayıf dürtü kontrolüne sahip olduklarını; örgütsel becerilerinin eksik olduğunu; muhalif olduklarını söylerler.

Ama herhangi bir Maorili ebeveyn bir çocuğun savaşçı mı yoksa rahip doğasına mı sahip olduğunu anlamanız için onu sabırla, sessizce, müdahalesizce izlemeniz gerektiğini bilir. Çocuklarımız bize arayış içindeki varlıklar olarak gelirler, bunu Maorili öğretmenler bize söyler;  biri gökle biri bedenle ilgili olmak üzere içlerinden geçen iki nehirle birlikte, bilinen ve henüz bilinmeyenle. Çabaları ikisini birleştirmektir. Yetişkinler olarak bizim rolümüz de bu süreci desteklemektir, şekillendirmek değil. Bu, kontrol etmek üzere bizim olan bir şey değildir.

“Gökkuşağı tıpkı çiçekler gibi solar”. Bunu kızım yağmurlu ve güneşli bir günde, renklerin kavis yaparak gökyüzünde kayboluşunu  izlediğimiz sırada dağın tepesinde ayağa kalkarak söyledi. O zaman, iki buçuk yaşındaydı.

Bu yüzden, bu çocuğun kelimeler konusunda yetenekli olduğunu her zaman bilirdim. Ona, bir şeyler okunmasını severdi. Hikayeler, şiirler, şarkılar uydurur, oynardı; kendi mitolojilerini icat etmiş, sevgili büyükannesine sonu gelmeyen mektuplar yazmıştı.

Ama erken okumadı.

Okula gitmedi, bu nedenle bu durum onun için veya başkası için bir sorun teşkil etmedi. Nezaket anlayışlarının gerektirdiği üzere okuma ya da başka bir beceri konusunda bir çocuğun sahip olduğu ama diğerinin olmadığı becerileri mesele haline getirmeyen çocukların olduğu grubun bir parçasıydı. Oyun oynarken bir şey okumaları ya da oyun kurarken bir şey yazmaları gerekirse, bunu yapabilen bir çocuk ya da yetişkin bulurlardı.

Ona hikaye okurken birkaç defa okuduğum kelimelerin altında parmaklarımı gezdirmeyi ya da belli harflerin oluşturduğu seslere işaret etmeyi denerdim. Okula gitmeyen birçok çocuk gibi, elinde ajanda olan bir yetişkini fark etmede çok hızlıydı. “Parmağınla takip etmeni sevmiyorum” dedi ve bu yüzden ben de bıraktım.

Sanki sayfa üzerindeki baskıya dikkatini verirken hoşnutsuz olduğunu fark etmeye başladım. Kitapları, şiirleri bütün olarak ezberlerdi ama bunu görüntüyle değil ses yardımıyla yapardı. Piyano çalardı ama notalara bakmayı sevmezdi. Resim çizdiğinde, ki bunu sıklıkla yapardı, nesnelere bakıp sonra da gördüğünü kopyalayarak çizmezdi. Derinlerden bir yerden çizerdi; çizgileri akıcı, becerikli ve sezgiseldi.

Sonunda yaklaşık olarak yedi buçuk yaşındayken bir gün, sevgili büyükannesi, benim sevgili kayınvalidem, devlet okulu sisteminde bir psikolog olarak görev yapmış biri, bu duruma daha fazla katlanamadı. Müdahale etmemeye çalışmasına rağmen, ileri derecedeki bilimsel kesinliğini ve kırk yıllık profesyonel tecrübesini ve eldeki en iyi bilgiye olan istikrarlı erişimini daha fazla zapt edemedi, gerçek bir ızdırapla haykırdı. “Sadece okumayı öğrenmesi için her çocuğa ait belirli bir bilişsel pencere olduğunu bilirim ve eğer bu pencereyi kaçırırsanız ileride problem yaşayacaksınız demektir! Ve Isabel için bu yaklaşık dört yaşındayken ortaya çıkmıştı!”

Uzun bir sessizlik oldu.

“ Büyükanne” dedim sonunda “Eğer okula giderseniz ve yedi yaşına geldiğinizde okumayı öğrenemezseniz damgalanacak ve aşağılanacak ve gelecekteki öğrenme beceriniz engellenmek üzere inanılmaz derecede endişeleneceksinizdir. Bu Isabel’ e olmayacak.”

Şaşırtıcı bir biçimde tekrar bir sessizlik oldu. Bunu daha önce düşünmemişti.

“Ayrıca” diye devam ettim. “Çocukların hikayeleri  kaba üvey anneler, cadılar ve adam yiyen ejderhalar ile doludur. Ben okumayı dört yaşında öğrendim çünkü bu tür şeyleri çok seviyordum. Isabel bunlardan korkuyor. Fare ve Motorsiklet’ i okurken kadın odaya elektrikli süpürgeyle girdiğinde okumaya devam etmemizi ve fare kurtulursa ona söylememizi istiyor. Bu tarz hikayelerle yalnız bırakılmak hiç istemiyor. Bir büyüğün bunları ona okumasını istiyor.” Buna büyükannenin yüzünün erimesine çok şaşırdım. Gerçekten bir çiçek gibi soldu. Sesi yumuşadı.

“Oh” dedi. “ Küçükken ben de öyleydim.”  Altı ay sonra Isabel Harry Potter’ı tek başına okuyordu. Artık bir yetişkinin okuma için ona zaman ayırmasını beklemek istemiyordu; sonra ne olacağını öğrenmek istiyordu, ejderhalar var mıydı, yok muydu? On dört yaşındayken Savaş ve Barış’ı okudu. Yirmi yaşında yüksekokulda baş yazma becerileri öğretmeniydi.

Bu nasıl oldu? Gerçekten bilmiyoruz. Bu önemli bir noktadır. Siz bilmezsiniz. Ben bilmem. Kimse gerçekten bilmez. Okuryazarlığın altında yatan bilişsel işlemler sizin vahşi hayal gücünüzün ötesinde karmaşıktır; bunları bilimsel olarak algılama kapasitemiz henüz erken bebeklik dönemindedir. Ama çocukları okula gitmeyen insanlar benim hikayemi  tanıyarak başlarını sallıyorlar, çünkü okula gitmeyen çocuklar, ya da demokratik veya serbest okullara giden çocuklar arasında Isabel’in okumayı öğrenme modeli yaygındır. Bu her zaman olur. Okuryazarlık “araştırmacılarının” ve “uzmanlarının” (okul psikologlarından bahsetmeye gerek yok), bunun mümkün olan bir şey olduğunu fark etmemeleri hepimizi endişelendirmelidir.

Bizi daha fazla endişelendirmesi gereken şey ise, bu “uzmanların” okumanın bilişsel süreçleri hakkında gerçekte bildiklerinden daha fazla şeyi bildiklerini iddia etmeleridir ve milyonlarca çocuğu etkileyen politika -ufuklarını sınırlandıran, özürlü olarak damgalayan, hüsrana ve umutsuzluğa sürüklenmelerine sebep olan- onların kendinden fazla emin iddialarına dayanmaktadır. Dili içeren sinirlerle ilgili evrimsel temel üzerine çalışan Philip Lieberman adındaki bir bilişçi bilim insanı; dil hakkındaki “beyin merkezlerini” tanımlayan son görüşlerden, bir tür “neo-frenoloji” olarak bahsetmektedir -bu 19. yüzyıldaki zeka türlerini insanın iskeletindeki şişkinliklerin haritasının çıkarılarak tanımlanabileceğine dayanan teorinin güncellenmiş versiyonudur. Diğer bir deyişle, okuma becerilerini ya da kusurlarını işlevsel bir MR görüntüsü üzerindeki bulanık renk lekeleriyle tanımlayabildiğimiz hakkındaki iddialarımızla gelecek nesillerin gözünde kendi kendimizi utandırıyoruz. Bilim henüz burada değil. Yakın bile değil.

Okuma becerilerini ya da kusurlarını işlevsel bir MR görüntüsü üzerindeki bulanık renk lekeleriyle tanımlayabildiğimiz hakkındaki iddialarımızla gelecek nesillerin gözünde kendi kendimizi utandırıyoruz. Bilim henüz burada değil. Yakın bile değil.

Ama herhangi bir Maorili ebeveyn çocukların devamlı yukarıya doğru giden bir çizgide değil, merdiven basamakları gibi bir modelde öğrendiğini bilir. İleri sıçrarlar, sonra bir süre düz giderler sonra yine ileri sıçrarlar. Öğrenmeleri bir yeraltı nehri gibidir, göremezsiniz bazen hissedemezsiniz bile. Sonra birden hızla yükselirler. Kontrol edemezsiniz; onun yerine övünemezsiniz. Ona aittir. Sıcaklık ve istikrar sağlamak, kaynaklar ve aletler sağlamak, soruları cevaplamak, hikayeler anlatmak, onların yanında anlamlı yetişkin sohbetleri ve işi yapmak için orada olmak zorundasınızdır. Ama hızla yükseldiklerinde, öğrenmeleri onların kendi kanatlarındadır.

Maori educator Mereana Taki

Herhangi bir Creeli ebeveyn bir çocuğun bir şey için ne zaman hazır olduğunu söyleyebileceğini bilir; çünkü çocuk onun hakkında sorular sormaya başlar. Bunun zamanlamasını kontrol edemezsiniz ve buna gerek de yoktur. Her yıl somonun ve kazların ne zaman geleceğini, buzların ne zaman eriyeceğini ve nehirlerin yükseleceğini, yaban mersinlerinin ne zaman çiçek açıp meyve vereceğini bilmeyiz ama her yıl meyve verirler ve çocuklarımız büyür.

ACAİP toplumlarda bile herkes bir çocuğun ilk adımlarını atacağı ve ilk kelimelerini söyleyeceği normal bir yaş aralığı olduğunu bilir. 10 aylıkken yürüyen bir çocuk 14 aylıkken yürüyen bir çocuktan mutlaka fiziki olarak daha yetenekli olmayacaktır ve çocuk doktorları bunun güvenini vermek konusunda bizi cesaretlendirmek adına günlerinin büyük çoğunluğunu harcarlar. Çocukların herhangi bir başlıca dönüm noktasına aynı yaşta ulaşacağını farz etmenin hiçbir bilimsel ya da tam aksi bir dayanağı yoktur ve çocukları okula gitmeyen kişiler sıkça bu konu hakkında şaka yaparlar. Eğer bütün çocukların aynı zamanda ilk adımlarını atmasını bekleyecek olsaydık bütün herkesin yürüme engeline sahip olduğu bir ulus olurduk.

Ama bir çocuk yaşam çemberi boyunca ilerledikçe ilk adımlarından ve tuvalet eğitiminden tutun da süt dişlerini dökmesine, bisiklet sürmesine ve ergenliğe ulaşmasına kadar çeşitliliğin normal yaş aralığı -dramatik olarak- azalmaz; artar.  Tamamen normal, sağlıklı bir kız 9-15 yaşları arasında ergenliğe ulaşır. Bu, birçok yılı kapsayan normal bir yaş aralığıdır. Okuma, bu değişkenliği bilişsel, görsel, işitsel, duygusal, fiziksel ve sosyal boyutların oluşturmuş olduğu devasa bir karmaşayla birleştirir.  Akıcı bir okuryazarlık ortaya çıkabilmesi için büyümekte olan çocukta bu boyutların her birinin olgunlaşması ve birlikte çalışıyor olması gerekir. Ve buna rağmen biz bütün çocukların aynı yaşta bu dönüm noktasına ulaşması gerektiği fikri üzerine kurulmuş, multi milyar dolarlık yan endüstrileri ile beraber yine multi milyar dolarlık zorunlu bir kurum yarattık.

 Ve bu dönüm noktasına ulaşamazlarsa, büyük sorunlar yaşanacak demektir.

Bir gün, o zaman kızım sekiz yaşındaydı, en iyi arkadaşı Raphael ile birlikte bir iş peşinde oldukları hissine kapılmıştık ve onları ne dediğini anlamaya çalıştıkları bir kitap ile birlikte birbirlerine sarılmış halde bulduk. Sugata Mitra’nın ünlü “Hole in the Wall” (Duvardaki Delik) deneylerindeki çocuklar gibi, birlikte düşünerek buluyorlardı. Odaya girdiğimizde kural dışı bir şey yaparken yakalanan çocuklar gibi baktılar. Bu, okula gitmediklerinde çocuklar hakkında öğreneceğiniz başka bir şeydir. Her zaman izlenmek istemezler. Takip altına alınmak ya da değerlendirilmek istemezler. Öğrenmelerinin kendilerine ait olmasını isterler.

Küçük gruplarındaki bütün çocuklar çok yakın zamanlarda akıcı bir biçimde okumaya başladı. Tahıl gevreği kutularından, sokak tabelalarından, Susam Sokağı’ndan, bilgisayarlardan ve kitaplardan ve ablalarından, hikayelerden ve şarkılardan ve ve oyunlardan ve şiirlerden, kutu oyunlarından, video oyunlarından ve kelime oyunlarından, tariflerden ve etiketlerden ve montaj yönergelerinden, büyükannelere mektuplardan, ebeveynlerinden ve birbirlerinden öğrendiler. Amerika’daki çok az insan çocukluk boyunca biri ona bir yerde “B”nin ‘Bı’ sesi çıkardığından (çıkarmadığı durumlar hariç) bahsetmeden bunu yapacaktır, bu yüzden bu şekilde bir ses bilimi öğretimini dikkate alırsanız, o zaman iyidir. Seslerin ve harflerin arasında bir ilişki olduğu fikri kültürün içinde her yerde bulunur ve çocuklar M’nin Maymun için Y’nin de Yılan için olduğu önermesine yol boyunca bir yerlerde rastlayacaklardır. Çocukların bazıları okumayı öğrenirken yetişkinlerden yardım istedi, bazıları istemedi. Bazıları sesler için çalışma kitapları ya da bilgisayar programları kullandı ya da bir süreliğine çalışma kitaplarını alıp sonra sıkıldılar ve bir kenara bıraktılar. Birçoğu hiç önemsemedi.

Önemli nokta şu ki, hepsi bizim bilgisayarı kullanmayı öğrendiğimiz şekilde okumayı öğrendi; esnek ve özel durumlarıyla ilgili olarak her biri, kendi için en etkili yol ve zaman ve hız neyse ona göre öğrendi. Bir ses bilim programı kullanılacak ya da kullanılmayacak bir programdır, eğer çok meyilliyseniz, bir bilgisayar kullanım kılavuzu gibi; bazı kişiler onu sistematik olarak, bazıları düzensiz bir şekilde kullanabilirken bazılarıysa hiç kullanmayabilir. 

“Önemli bir şekilde, gözlemciler okumaya başlama yaşının nihai entelektüel eğilimi ve başarıyı tahmin etmede kullanabileceğimiz bir şey olmadığına işaret etmektedir. Okumaya geç başlayanların yüksek entelektüel beceriye, bunun yanında da okuryazarlığa karşı ilgi ve beceriye sahip olmaları alışılmamış bir durum değildir.”

Çocukların okumaya ilgi duydukları ve hazır oldukları anda başlamalarına izin verildiğinde çok sayıda anekdot türünde rapor dört ya da beş yaştan on ya da on bir yaşa uzanan düz bir çan eğrisi dağılımı göstermektedir. Çanın doruk noktası 5-6-7-8-9 yaşları aralığı boyunca genişçe bir yayılım göstermektedir. (Buna rağmen psikolog Peter Gray mesajlaşma kültürü pratiğinin ortalamayı erkene taşıyor olabileceğini ileri sürmektedir.) Okumaya daha sonra başlayan çocuklar genellikle hızlı öğrenir birkaç aylık bir zaman dilimi içerisinde farz edilen “sınıf seviyelerinin” “gerisinden” “ilerisine” geçerler. Esas itibariyle ergenlik yıllarında hepsi “sınıf seviyelerinde” ya da üzerinde okuyor olur.

Neden bazı çocuklar diğerlerinden daha geç okumaya başlıyor? Tekrar, bilmiyoruz. Ama geç okumaya başlayanların çoğu mekanik, müzik, uzamsal, matematiksel ya da dijital alanlara karşı çok fazla ilgi ve beceri sahibidir. Çoğu sanat ya da sporu icra etmede yeteneklidir.

Bazılarının basitçe farklı bir öğrenme yöntemi vardır: Özümseyen, üzerine düşünen, birleştiren, bütünleştiren ve sonra birden tamamıyla şekillenmiş olarak çiçek açan. Isabel’in dokuz ya da on yaşındayken söylediği gibi, “Bir şeyi halihazırda biliyor olana kadar beklemeyi ve sonra onu öğrenmeyi seviyorum.”

Ama önemli bir şekilde, gözlemciler okumaya başlama yaşının nihai entelektüel eğilimi ve başarıyı tahmin etmede kullanabileceğimiz bir şey olmadığına işaret etmektedir. Okumaya geç başlayanların yüksek entelektüel beceriye, bunun yanında da okuryazarlığa karşı ilgi ve beceriye sahip olmaları alışılmamış bir durum değildir. Üç yaşına kadar konuşmamış olan Einstein gibi, basit bir şekilde bazı çocuklar becerilerini farklı bir sıralamada geliştirir.

Diğer bir deyişle, bu büyük bir mesele değildir.

Siz onu büyük bir mesele haline getirmedikçe.  Hazır olmadığı bir zamanda çocuğu okumaya zorlarsanız ona çok hızlı bir şekilde çok fazla zarar verebilirsiniz. Yetişkinler bir çocuğun gelişimi hakkında endişelendiklerinde bu endişe ona hemen aktarılır. Çocuklarınız okula gitmediğinde keşfettiğiniz başka bir şey şudur ki: 6 yaşındaki bir çocuğu kandıramazsınız. Onlar sizin üzerinizden doğruyu görürler. Bu yüzden sizin “teşvik” ya da “destek” olarak adlandırdığınızı, onlar sıklıkla “manipülasyon” ya da “baskı” olarak görecek ve ona direnecektir. Planlamış olduğumuz şu “eğlenceli” eğitici aktiviteye cevap verirken önünüzdeki gerçek çocuğa dikkat edin, bunun gerçekleşmekte olduğunu görmeyi hızlıca öğreneceksiniz.

Çocukların direnişleri çeşitli formlar halinde görülebilir; dikkatsizlik, asabiyet, bozulma, geri çekilme, huzursuzluk, unutkanlık… Gerçekte DEHB’nin bütün belirtileri yetişkin kontrolüne karşı aktif ya da pasif olarak direnen bir çocuğun davranışlarıdır. Bir kere öğrenmeye karşı bu direnişi oluşturmaya başladığınızda, eğer hızlıca geri çekilmezseniz, çok engelleyici bir şey olarak katılaşabilir.

“Bir çocuğu gelişimsel olarak bir şeyi yapmaya zorladığınızda, şöyle bir şiddetli inanış yaratırsınız: (a) Bundan nefret ediyorum (b) Bunu yapamıyorum (c) Bunu asla yapamayacağım ve (d) Bende bir sorun var.”

Eğer bir çocuğu gelişimsel olarak gerçekten yapamayacak durumdayken bir şey yapmaya zorlayacak olursanız -ben bu hatayı birden fazla yaptım ve okullarımız her gün yapıyor- meydana gelen psikolojik kapanma yıkıcı olur. Düpedüz yıkıcı. Bunu tekrarlamama izin verin: Basit bir şekilde, gelişimsel olarak bir şeyi yapmaya zorladığınızda, şöyle bir şiddetli inanış yaratırsınız: (a) Bundan nefret ediyorum (b) Bunu yapamıyorum (c) Bunu asla yapamayacağım ve (d) Bende bir sorun var.

Dikkat çekmeliyim, hepsi son derece engelleyici inanışlar.

İlginç olarak, dünyadaki en yüksek okuma rekorlarına sahip Fin Okul Sistemi, okumada yedi yaşına kadar direkt öğretime başlamaz ve öğretimi zorlamaya her zaman çok daha erken yönelen Amerikan sistemine oranla doğal ve zorlama olmayan bir çan eğrisinin zirvesine daha yakındır. Yeni Zelanda’da bir araştırma okuma öğretimine yedi yaşında başlayan Waldorf okullarını beş yaşında başlayan devlet okullarıyla karşılaştırmış ve erken öğretiminin uzun vadeli hiçbir faydası olmadığını bulmuştur. Aslında, erken okuma öğretimi ile ilgili bir avantaj gösteren birçok araştırma, çocukların yaklaşık 8 ya da 9 yaşlarındaki yeterliğini karşılaştırır. Yeni Zelanda araştırmasının gösterdiği şey; on ya da on bir yaşlarında bu avantajın kaybolabildiği ve on iki ya da on üç yaşında bu avantajın sıklıkla tersine döndüğüdür. Daha sonra öğretilen çocukların önce öğretilenlere göre okuduğunu daha iyi anladığı ve daha çok keyif aldığını ortaya koymaktadır.  Bu yüzden bir hipotez de Amerikan okullarının okumaya ait normal gelişimsel pencereyi  çok dar olarak kabul etmekte, aynı zamanda da onu çok erken vermekte olduğudur. Diğer bir deyişle bu, bütün çocukların ilk adımlarını ortalama zaman olan on ikinci ayda atmalarını beklemek gibi bir şey değil, hepsinin vaktinden çok önceki bir zaman olan onuncu ayda atmalarını beklemek gibi bir şeydir. Bunu yaparak çok şaşkın, çok endişeli, fiziksel ve nörolojik gelişim ve hazırlanmaları çok ciddi bir şekilde tahrip edilmiş olan çocuklardan oluşan bir alt sınıf yaratıyorsunuz, harfiyen bunu onlara yapmamış olsaydınız neye benzeyecekleri konusunda hiçbir şey bilemezsiniz.

Lütfen hatırlayın “Sınıf seviye standartları” doğada bulunmazlar; bilimsel olarak değil de yetkiyle yaratılmışlardır. Ve okul sisteminin keyfi yaş sınıflandırılması tarafından öğrenmeleri şekillenmemiş çocuklardaki bilişsel gelişim hakkında neredeyse hiçbir ciddi araştırma yapılmamıştır. Finlandiya basit bir şekilde bütün çocukların başarılı olacakları bir yerde standartlarını belirlemektedir. Birleşik Devletler ise standartlarını gerçekten önemli bir yüzdeliğin başarısız olacağı bir yerde belirlemektedir. Bu, bir seçimdir. Bunu yaparken, kendilerine ait gelişimsel müfredata göre öğrenmelerine izin verildiği takdirde gayet iyi olabilecek çocuklar üzerinde sakatlıklar yaratıyor olabiliriz.

Çünkü ne, tahmin edin? Eğer burada verilerin kanıtlayabileceği bir şey varsa o da çocuklarımızın hepsinin farklı olduğudur. Bu arada “F” harfi “fıh” sesi çıkarır.

“Çocuklarımızın hepsi zekidir” diye Avusturalya’daki Aborjinler arasında yaygın bir deyiş vardır. Ne olsa beğenirsiniz, Brilliant: The Science of How We Get Smarter (Muhteşem: Nasıl Daha Zeki Olabileceğimizin Bilimi) adlı kitabın yazarı bile, araştırmaların disleksiklerin bazı alanlarda erken okumayı öğrenenlerden daha akıllı olduğunu göstermeye başladığını bildiriyor. Gerçekten bilimin bunu keşfetmesini beklemek zorunda mıyız? Gerçekten sadece çocuğumuzun parlak gözlerine bakıp, her birinin dünyaya eşsiz ve değerli bir şey getirdiğini bilemez miyiz? Onları sıralamak, karşılaştırmak ve eksik, hatta “engelli” olmaları için tahmin edilebilir bir yüzdelik bulmak zorunda mıyız?

“Disleksik çocuklar, disleksik olmayanlara göre çoğunlukla daha iyi bir hayal gücüne sahiptir, buna karşın, kimse “normal” çocukları “hayal gücü bozukluğu” adı altında etiketlemez .”

“Nöro-çeşitlilik” hareketi, kimin zihinsel tarzının “normal” kimin “ bozuk” olduğunu tanımlayan eğitimsel egemenliğe meydan okumaya başlamıştır. fMRI görüntüsü üzerinde bulanık varyasyonlar olsa da, disleksik olarak kabul edilen nüfusun %15-17 gibi büyük bir kısmının, tam olarak sağlıklı olmadığına dair ortada herhangi bir ikna edici bilimsel bir kanıt yoktur. Sadece farklı yetenekleri olan ve farklı zamanlarda, farklı yollarla öğrenen normal insanlar ve birçok disleksik,  kendilerine has bu öğrenme yönteminin; bir keman virtüözünün iyi bir hokey oyuncusu olmadığı için engelli olmasından daha fazla “engelli” olmadığını  ileri sürerek,  bu engellilik modeline karşı çıkmaya başladılar. Disleksik çocuklar, disleksik olmayanlara göre çoğunlukla daha iyi bir hayal gücüne sahiptir, buna karşın, kimse “normal” çocukları “hayal gücü bozukluğu” adı altında etiketlemez .

Kendisi de bir disleksik olan disleksi araştırmacısı Dr. Ross Cooper “Disleksi sahip olduğunuz bir şey değil, olduğunuz bir şeydir.” demektedir. Ve insan çeşitliliği izgesinin bir parçası olarak değer sahibi olan bir şey olduğunu vurgular. Cooper, birçok özel öğrenme güçlüğünün ortak özelliğinin, bilgiyi sözel ve analitik olarak işlemekten ziyade görsel ve bütünsel olarak işlemeyi tercih etmek  olduğunu varsayar. Konuların üzerine dar bir biçimde doğrusal ve ardışık şekilde odaklanmak yerine, bu eğilime sahip bir çocuk görsel veri ve anlamı ve konuyu büyük bir resim yoluyla absorbe eder (Bulanık renkler beynin sağ yarıküresinde parlar). Bu, deşifre etmeyi yavaşlatan; ancak aynı zamanda onu derinleştiren ve zenginleştiren bir süreçtir. Yanal düşünme, sezgi, hayal gücü ve yaratıcılığa öncülük eder.  Bu çocukların beyinleri kendilerini farklı bir şekilde düzenler, bu yüzden onların gelişimsel kavislerinin de farklı olacağını söylemeye gerek yoktur. Bu düzenleme sürecine müdahale ettiğimizde, damgaladığımızda, test ettiğimizde ve zamanından önce iyileştirdiğimizde – disleksik çocuklara sinirli bir şekilde ses bilimi çalıştırarak diğer çocuklar gibi düşünmelerini öğretmeye çalıştığımızda – Cooper, onlara kırılmış ve tamire ihtiyacı olan bir şey gibi muamele etmekten çok, bu çocukların sahip olduğu pek çok gücü organik olarak geliştirme fırsatından  mahrum bıraktığımızı söylüyor.

Ben bozuk değilim

İlginç olarak, geleneksel yerli kültürlerden çocuklar da genellikle bilgiyi analitikten ziyade bütünsel ve bağlamsal olarak işler. Eğer şehirli ve yerli olmayan kültürlere ait insanlardan bitkileri ve hayvanları bir liste olarak gruplara ayırmalarını isterseniz, onu cinslerine göre yapmaya eğilim göstereceklerdir; memeliler, kuşlar, balıklar, bitkiler olarak kategorilere ayırarak. Eğer yerli bir insandan isterseniz, bunu ekolojik olarak yapacaktır. Hepsi sulak alanda yaşadığı için bir kaplumbağa ile söğüt, balıkçıl ve kunduzu aynı gruba koyarak. Sınav bunu yanlış cevap olarak kayda geçirecektir; çünkü okullar cinse göre ve analitik düşünceye vurgu yapmaya eğilim gösterir. Ama ikinci cevap kırsaldaki yerli çocukların şehirdeki yerli olmayan akranlarına göre daha erken bir yaşta kıvrak olabileceklerini bize yansıtan bütüncül bir düşünme sistemidir. Konuşan çizgi film faresi ile gösteri müziği şarkıları söyleyen balık arasında büyüyen şehir çocukları gerçek yaşam sistemlerini idrak etmede genellikle çok geç kalırlar ki Henrich ve arkadaşları şehirli çocukların biyolojik muhakemedeki bilişsel gelişimleri üzerinde çalışmanın, eksik beslenmiş çocukların “normal” fiziksel gelişimleri üzerinde çalışmaya eşdeğer olabileceğini ileri sürer. Ama okullarda, kırsaldaki yerli çocuklar sınava tabi tutulduklarında şehirdeki beyaz çocuklara oranla daha az zeki ve daha çok öğrenme kusurlu bulunurlar. Bu bütün dünya çapındaki geleneksel kırsal kesim insanları arasında bulunan oldukça rahatsız edici bir olgudur. 

Bu nedendir? Zeka araştırmacısı James Flynn’in keşfettiği gibi, eğer bugünün yenilenmiş testlerine karşı yüzyıl önceki Birleşik Devletler ortalama IQ puanlarını hesaplarsanız, modern bir tanımla birçok beyaz Amerikalının büyükanne ve babasının ve büyük büyük anne babasının zihinsel özürlü olarak sınıflandırıldığını görürsünüz. Bu atalarınızın geri zekalı olduğu anlamına mı geliyor? Evet, belki de. Ama büyük bir olasılıkla bu, 19. YY ve erken 20. YY’da birçok Avrupalı- Amerikalının, bugünkü birçok yerli insan gibi, hayatta kalmak için soyutlanmış okula dayalı bilginin değil de, gerçek, somut, bağlam içinde kullanılmış olan bilginin ve zekanın gerekli olduğu bir dünyada yaşadıkları anlamına gelmektedir. Malcolm Gradwell New Yorker’da şöyle bildiriyor; psikolog Michael Cole Liberyanın Kpelle kabilesinin üyelerine WISC benzerlikler testinin bir türünü verdiğinde Kpelle’in tutarlı bir biçimde bıçak ve patatesi aynı kategoriye koyduğunu buldular.  “Çünkü bıçak patatesi kesmek için kullanılır.” 

“ Akıllı bir adam sadece bu şekilde yapabilir” diye açıkladılar. Sonunda araştırmacılar şöyle sordular “ Aptal biri bunu nasıl yapar?”  Kabile üyeleri hızlı bir şekilde nesneleri “doğru” kategorilere koydular. 

Yani IQ testi de  diğer okul temelli testler gibi,  esasında zekanın değil de  modernizasyonun bir ölçüsü olduğu – sanayileşmiş toplumlardaki -somut düşünceden soyut düşünceye, bütüncül düşünceden analitik düşünceye, bağlamsal düşünceden bağlamsal olmayan doğrusal düşünceye doğru olan  geniş ölçekli kültürel değişimin  bir değişimin bir ölçüsü olduğu ortaya çıkar.

Başka bir deyişle, IQ’nuz ne kadar zeki olduğunuzun bir ölçüsü değildir. Ne kadar ‘ACAİP’ olduğunuzun bir ölçüsüdür.

“Peki, ama toplumlar teknolojik olarak daha karmaşık ve entelektüel olarak daha ‘gelişmiş’ oldukça bu insan ‘gelişiminde’  kaçınılmaz ve olumlu bir aşama değil midir?” diyebilirsiniz. Modern toplumlarda oldukça baskın olan;  beynin  güç bela odaklanabilen, mekanik ve analitik işlevinin,  gerçekte daha geniş odaklanabilen, bütüncül ve ilişkilere dayalı kısmı tarafından kısıtlanmak ve yönlendirilmek üzere sınırlandırılmış bir alet olarak evrimleştiğini tartışan,The Master and his Emissary (Usta ve Casus) adlı çığır açan kitabın yazarı, nörolojik görüntüleme araştırmacısı ve psikiyatrist olan Ian McGilchrist’e göre böyle değildir. McGilchrist şöyle devam eder:  Modern batı medeniyeti diğer insan toplumlarından daha “gelişmiş” değildir, hatta birbirine daha bağlı, merhametli ve bütüncül dünya anlayışı pahasına, bir tür soğuk, soyutlanmış, mekanik analiz yönünde tehlikeli bir biçimde dengesiz olmuştur.  Bu tür bir dengesizlik, McGilchrist’in işaret ettiği gibi, sizi diğer insanlardan daha “parlak” yapmaz; sizi bir sosyopat yapar.

İnsanın bilişsel çeşitliliği bir sebep için vardır; bizim farklılıklarımız türlerimizin dahiliği ve vicdanıdır. Dar bir şekilde odaklanmış devlet tabanlı toplumumuz gezegenin korunması ve toptan tahribi arasında vahşice yön değiştirirken, yerli bütüncül düşünürlerin bize yaşamın ekolojik sistemi içerisindeki uygun yerimizi sürekli olarak hatırlatan kişiler olmaları bir tesadüf değildir. Disleksik bütüncül düşünürlerin genellikle sanatçılarımız, mucitlerimiz, hayalperestlerimiz ve isyancılarımız olması da tesadüf değildir. 

Saskatchewan Üniversitesinde bir Mi’kmaw eğitim profesörü olan Marie Battistenin, bir güçlü grubun kendi bilişsel özellik ve tercihlerini normal ve arzu edilebilir olarak ve diğer bütün düşünme, öğrenme ve dünyayı anlama yollarını eksiklikler ve güçsüzlükler olarak tanımlama yetkisini iddia etme eğilimine çok net bir terimi vardır. Ona “bilişsel emperyalizm” der. Irkçılığın bilişsel karşılığıdır. Doğal olarak, bu bizi tabii ki düşünme, öğrenme ve dünyada var olmanın tek yolunun diğerlerinin yerine geçme ve ezmenin kaderinde olduğunu varsayan bir tür bilişsel Açık Kader’e iter.

Bu bizi ses bilimine geri getirir. George Bush’un Okuma Çar’ı Reid Lyon okuma yazma öğretme yaklaşımının felsefeye değil de bilime dayandığıyla böbürlenip medyanın ilgisini oldukça üzerine çekmişti. (Burada tekrar o ton vardır.) Ama bütün çocuklara okumayı öğretmek için  “Kanıta Dayalı En İyi Yöntem”  üzerinde karar verme çabasıyla ilgili “bilimsel” olan hiçbir şey yoktur. Henrich ve arkadaşlarının işaret ettiği gibi ACAİP araştırma ACAİP sonuçlara varmaktadır; çünkü bu araştırma ACAİP sorular soran ACAİP araştırmacılar tarafından yürütülmektedir.  Bu durumda sordukları soru şuydu: “ Eğer Birleşik Devletlerdeki her bir çocuğu okumayı öğrenmesi için bir yönteme zorlasak, bu yöntem nasıl bir yöntem olmalıydı?”

Ama bu soruyu sormak için hiçbir bilimsel sebep yoktur. Bu bir felsefik – ve derinlemesine politik – bir karardır. 

Herhangi bir Yanomamili baba küçük çocukları öğrenmeye zorlamak zorunda olmadığımızı bilir, sadece ihtiyaçları olan aletleri onlara verir, oynamaya bırakır. Herhangi bir Creeli büyükanne bir çocuğu bir şeyi yanlış yaparken görürse, yanlış yaptığı şeyi ona alenen göstererek onu utandırmayacağını tantana yapmadan sessiz bir şekilde onu yapmanın doğru yolunu göstereceğini bilir. Herhangi bir Odawalı büyük, bir çocuğun bazen konuşmanızdan çok, sessizliğinizden öğreneceğini bilir. 

Yavaşça, sendeleyerek ve titizlikle bilim, bunun bir kısmını yeniden keşfediyor. 

Başka bir deyişle, IQ’nuz ne kadar zeki olduğunuzun bir ölçüsü değildir. Ne kadar ‘ACAİP’ olduğunuzun bir ölçüsüdür.

Aydınlanma Çağından beri, bilim insanlarının her kuşağı: “Şu anda insan bilgi ve algısının tepe noktasında durmaktayız” yanılgısına düşmeye eğilim gösterdi;  bu entelektüel gurur komik, beceriksiz, yıkıcı veya çocuklar söz konusu olduğunda trajik olan sonuçlar doğurabilir. 1950’lerde bilim insanları çocuklar için bebek mamasının anne sütünden daha iyi olduğunu “biliyorlardı”. Bu,  gelişen dünyada milyonlarca bebeğin ishalden ve yetersiz beslenmeden ölmelerine sebep olan bir mantıksızlıktır. Yeni doğanların tıpkı hayvanlar gibi acıyı hissetmeye yeterli gelişmiş düzeyde nöral sisteme sahip olmadığını “bildiler” ve milyonlarca bebek (ve hayvan) üzerinde anestezisiz cerrahi operasyon uyguladılar. İçlerinden gökle ilgili akan bir nehir neticesinde öğrendiklerini bir yana bırakın;  insanların içsel tutkular, dürtüler ve tercihlerin sonuçlarından ziyade davranışlarına yönelik olumlu ya da olumsuz pekiştirmelerin bir sonucu olarak öğrendiklerini “bildiler”. Böylece bütün bir eğitim sistemini çocukları güvercinler ve sıçanlar gibi, devamlı inceleme ve “geri bildirim”, cezalar ve ödüllerle eğitmeye razı ettiler.

Şimdi Amerikalı ses bilimi avukatları, çocukların okumayı nasıl öğrendiğini ve onlara en iyi nasıl öğretileceğini “bildiklerini” iddia ediyorlar. Bu konu hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Ciddi bilimsel sorgudaki anahtar bir değer, aynı zamanda dünya çapındaki her yerli kültürdeki anahtar bir değerdir; tevazu.  Biz öğreniyoruz.

Ama her Eskimo ebeveyn; hikayelerin,  geceleyin, çocuğun zihninin rahatlamış ve engin olduğu, kelimeleri ve görselleri ruhunun derinliklerine taşıyan an olan, uykudan önceki zamanda anlatıldığını bilir. Çocukların en iyi sabahleyin öğrendiğini “kanıtlayan” önceki kuşağa ait olan bilginin aksine; bilim, hatıraların geceleyin pekiştirildiğini yeniden keşfediyor. Sıklıkla çocuklar geceleri daha iyi dinler, geceleri daha derin sorular sorarlar ve geceleri daha canlı hayal ederler. Günün aydınlığında zihin dış dünyaya doğru döner ve gün içinde bir çocuk genelde aktif, hareketli ve sosyal iletişim içinde olmak ister. Sabahleyin size söylenen şeyler dönen bir pervanede vızıldayan bir güvenin çıkardığı uğultuyu çıkarabilir. Geceleyin size söylenen şeyler içeri taşınır, rüyalarınıza girer, çaba sarf etmeksizin sizin bir parçanız haline gelirler.

Bu yüzden bilimin bütün bunları yeniden keşfetmesini ve verilerin bunu kanıtlamasını beklerken ne yapmalıyız? İnsan yeteneklerinin ve ihtişamlarının ve yüklerinin tamamen eşsiz bir takımyıldızı olan, önümüzde bugün, şu anda duran eşsiz, normal, sağlıklı ve parlak insan yavrusuyla, bu çocukla ne yapmalıyız?

İyi çocuk yetiştirmek için hala bilgiye değil, bilgeliğe ihtiyaç duyuyoruz. İronik olarak, öğrenme bilimi henüz ham ve ilkel iken, bazılarının “ilkel” dediği kültürler insan gelişimi hakkında sofistike, derin, incelikli ve deneysel olan, binlerce yıllık gözlem, sezgi, deneyleme ve iç görüye dayanan bilgiyi kafalarına yerleştiriyorlardı. Gerçekten iyi bir oto tamircisi, marangoz, çiftçi, kemancı, web sitesi tasarımcısı, film editörü, şarkı sözü yazarı, fotoğrafçı veya bir şef ile konuşun, aynı yolla öğrenmiş olduklarını bulacaksınız.

Yetenekli bilim insanlarıyla, yazarlarla, sanatçılarla, girişimcilerle konuşun. Yanomamili bir çocuğun öğrendiği gibi, keskin gözlem, deney yapma, tutulma, özgürlük, katılım, gerçek oyun ve gerçek çalışma, çalışma ve oyun arasındaki farkın kaybolduğu özgür etkinlik sayesinde öğrendiklerini bulacaksınız.

Eğitim araştırmacıları, yavaş yavaş gözlükleri vasıtasıyla bu olguya dikkatle bakmaya başlıyorlar ama yalnızca başlıyorlar. Atasözünde geçen henüz suyu keşfetmemiş balık gibi, birçoğu hala bir dizi ACAİP varsayımlarla sınırlandırılmış durumdalar. İçinde yaşadıkları unsurun bütün dünya olmadığını fark etmemiş olduklarından; bu varsayımlar sorgularının çeşitliliğini sınırlandırıyor, kendilerinin yaratmış olduğu bir balık kavanozunun cam duvarlarının içinde dönmekte olduklarını ve hiç hayal etmemiş oldukları öğrenme imkanlarıyla dolu bir evrenin var olduğunu henüz görmüyorlar.

“Batık gerçek bazen aylaklığımızda, bazen rüyalarımızda su yüzüne çıkar” demiş büyük bir sanatçı bir zamanlar. Bilim güç ve güzelliğin nefes kesici bir aletidir ama iyi bir ebeveyn değildir; daha geniş, daha derin, daha eski bir şeyle dengelenmelidir. Rüzgar ve hava gibi, ekosistemler ve mikroorganizmalar gibi, kar kristalleri ve evrim gibi; insan öğrenmesi hala yabani, tahmin edilemez,çiçeklemen bir kırılma hareketi,  hiçbirimizin ölçüp kontrol edemeyeceği kadar gizemli ve karmaşık olarak durmaktadır. Ama hepimiz bu  çiçeklenen kırılma hareketinin bir parçasıyız ve yavrumuzun öğrenme ve gelişimine yardım etme yeteneği bizim DNA’mızda var. Bunu yeniden keşfetmeye şimdi başlayabiliriz. Dene. Gözlemle. Dinle. Gezegenimizin her yerinde hala bulunan binlerce diğer öğrenme yollarını keşfet. Bilgiyi oku ve onu bir tarafa bırak. Çocuğunuzun gözlerini izleyin, onları ne sıkıyor ve öldürüyor; ne ışımasına, hızlanmasına, ışıkla parlamasına yol açıyor. İşte bu, öğrenmenin yattığı yerdir.

Çeviri: Duygu Kurat

Edit: Özlem Arkun

Çevirideki bağlantılar orjinal metindeki bağlantılar esas alınarak düzenlenmiştir.

Orjinal metindeki dipnotlar ve kaynaklar için buraya

Daha fazla Carol Black için buraya tıklayabilirsiniz.

Schooling The World Belgeselini buradan izleyebilirsiniz.

“Eğitim bir Özgürlük Pratiğidir”

Geçtiğimiz Şubat ayında, Zakiyya Ismail TedxLyttletonWomen’da Eğitim bir Özgürlük Pratiğidir başlıklı bir TedX konuşması yaptı. Bu konuşmanın videosunu ve konuşma metnini yayınlamamıza nazikçe izin veren Zakiyya İsmail’e teşekkürler.

Ben bir okulzedeyim. İyi iş çıkardım ve ebeveynlerimi gururlandırdım. Ama bunun bir bedeli oldu. Zorunluluk, boyun eğme ve rekabet üzerine kurulu bir sistemde iyi iş çıkarmak; içimdeki çocuğa, meraklarıma ve bağlanma ihtiyacıma ihanet etmemi gerektirdi. Yine de atlattım; çoğu zaman…

Çoğumuz atlatıyoruz değil mi? Neden? Neden ben 12 yıl boyunca ölüm kalım mücadelesi vermek zorundayım? Hem de eğitim, gelişmek ve özgürlükle ilgili olmalıyken. Peki atlatamayanlara ne oluyor? Bunlar eğitim okumak için yola çıktığımda kafamdaki sorulardı. Çok fazla şey öğrenmedim ama unutulmaz bir satıra rastladım… “Öğrenme; bilgide, yetenekte ya da beceride deneyim aracılığıyla gerçekleşen, nispeten kalıcı değişimdir”. Nispeten kalıcı değişim. Şimdi eğer öğrenme nispeten kalıcı bir değişim ise, o zaman ben 12 yılı okulda ne yaparak harcadım? Çünkü ben hiç bir “nispeten kalıcı değişim” yaşamadım. Benim yöntemim şuydu, sınav için çalış, sınavı geç ve unut. Tanıdık geldi mi? “Öğren, sınava gir, unut” sistemi; otuz yıl önce ben oradayken, okulların olağan yöntemiydi. Çok fazla şey değişmedi. Bu öğrenme değil. Bu kısa süreli ezberleme.

Milyonlarca çocuğun içinde olmaya zorlandığı ama çok az öğrenmenin gerçekleştiği bu kurumdan, bu öğrenme yerinden kaçışın olmaması beni rahatsız etti. Ve hayatımızın o kadar çoğunu tüketiyor ki, 12- 15 yıl boyunca! Bunu deneyimledim, hayatta kalmayı başardım ve çok az öğrendim.

Nasıl oluyor da bu kurumun böylesi büyük bir etkisi oluyor. Bunun; öğrenme, eğitim ve toplumla olan ilişkisi nedir? Bu soruların cevabı kurumsal kutunun içinde bulunamaz. Dışarıya çıkmak ve kendi öğrenme yolculuğumu yaratmak zorundaydım. Kitaplar, bloglar ve videoları kullandım, ve ilişkilenecek birçok öğrenme topluluğu buldum. Okul sisteminin dışına çıkan aileler, özyönelimli eğitim merkezlerinde yer alan insanlar, topluluk öğrenme merkezleri ve ekoversiteler. Bu arada, öğrenme sürecimizi kendimiz yürüttüğümüz zaman öğrenme genel olarak nasılsa, benim öğrenme yolculuğum da şans eseri neredeyse öyleydi. İçsel motivasyon, kaynaklara erişim ve meraklı olma ve sorular sorma özgürlüğü… Yoldan sapma, yavaşlama, hızlanma özgürlüğü… Ve öğretmenlerimizi ve öğrenme topluluklarımızı seçme özgürlüğü.

İşte öğrenirken özgür olmak buna benziyor. Bazı cevaplar da buldum. Benim tahayyül ettiğim eğitim, köklerini çocuk haklarından, özgürlükten alıyordu ve toplumsal bir dönüşüme yöneliyordu. Bizim için bu, işbirliği ve toplulukla birlikte özgürce yaşama ve öğrenme pratiği olarak okulsuzluğa benziyordu. Kendi öğrenmem üzerine düşünme sürecim, bizim yolumuzu okulsuzluğa çıkardı, kendi öğrenme pratiğimden ayıkladığım değer ve prensipler ve sonuçta bilinçli olarak gerçekleştirdiğim eylemler… Eğitim budur. Bu düşüncenin eyleme dönüşme süreci, işte bu öğrenmeyi eğitime dönüştüren şey.

Eğitim tamamen içsel bir süreç. Kimse bize eğitim veremez. Kimse, kendi öğrenme sürecimizden hangi değer ve prensipleri çekip çıkaracağımızı tanımlayamaz. Eğitim, kendi doğamızla ve öğrenme kaynaklarına erişimimizle şekillenen, kendimiz için eşsiz olarak yarattığımız bir şeydir. Bizim eğitim hakkımız var. Bu birçok uluslararası anlaşma ile tanınmış bir insan hakkı. Fakat bu, diğer haklardan farklı. Bu uygulanması zorunlu olan tek hak! Rıza aranmıyor. Evet -hakkınız var- bu zorunlu bir hak. Rızaya gerek yok. Aynı zamanda kısıtlı bir hak. Yani bizim eğitim hakkımız zorunlu bir uygulama halini alıyor ve sadece zorunlu okullaşma* ile.

Özgürlük bunun neresinde? Bu hak değil; bu mecburi eğitim görevi! Zihinlerimizin belirli bir akıbete koşullandırıldığı, 12 yıllık bir zorunlu hizmet. Ya da Sir Ken Robinson’un dediği gibi, zihinlerimizin madenleştirilmesi*. Fakat zorunlu okullaşma şu anki haliyle sınırlı ve uygulamada kısıtlı.

Zorunlu okullaşma diyor ki: Öğrenmenin gerçekleştiği bütün zengin yöntemlere HAYIR. Meraklarımızı ve düşüncelerimizi keşfetmeye HAYIR. Bunun yerine bizi sınıflara kapatıyor ve erişebileceğimiz bilgiyi kısıtlıyor. Bu haliyle, zorunlu okullaşma, eğitim hakkımıza bir saldırı. Bu tek bir zorunlulukla, başka bir çok hakkın saldırıya uğradığı bir bataklığa doğru inen kaygan bir yamaç başlıyor.

Kendi okul deneyiminizi hatırlıyor musunuz? Berbat bir okul üniforması; hiçbir zaman havaya uygun olmayan ya çok sıcak, ya buz gibi, cinsiyet ayrımcılığını gözümüze sokar. Ve o korkunç denetlemeler? Saç, tırnaklar, takılar. İhtiyacın olduğunda tuvalete gitmekte özgür olmamak? Bu ne demekti? Bu insanlık dışı değil mi?

Zorlama varsa baskı vardır. Ve bu haliyle zorunlu okullaşma baskının bir aracıdır. Gençleri insani niteliklerinden yoksun kılarken farkında olmadan yarattığımız şey de yine ötekileştirilmiş başka bir topluluk. Kaçımız çocuk statüsüne geri dönmeye istekli? Böylesi insanlık dışı bir deneyimi yeniden yaşamaya? Kaçımız bu insandışılaştırmayı hayatımızdaki genç insanlar üzerinde uyguluyoruz? (Yapmamaya çalışsak bile)

Hiç ağzınızdan şu cümleler çıktı mı? “Bana çocuk gibi davranma” ya da “Ben çocuk değilim”. Aslında ne diyoruz? Bana bu şekilde saygısız davranma. Bana nasıl hissetmem gerektiğini söyleme ya da hissettiklerime nasıl tepki vermem gerektiğini. Bana insan değilmişim gibi davranma! Öyleyse çocuklara böyle davranılmasında neden sorun yok? Daha da kötüye gidiyor. Yalnızca çocuklara ötekileştirilen bir grup olarak davranılmıyor aynı zamanda küçümsenen bir grup olduklarını da öğreniyorlar. Çocuk ya da bebek kelimesi bir aşağılama olarak kullanılıyor. Çocukça kelimesi genellikle negatif bir niteleme olarak kullanılıyor. Ve çocuklar bunu kendi kimlikleri olarak duyuyor ve okuyorlar.

Dr Stacey Patton, çocukların baskı altına alınması ve kendimizi içinde bulduğumuz toplum arasındaki rahatsız edici bağlantıyı işaret eden az sayıdaki bilim insanından biri, bir çocuk hakları savunucusu. Bence, işte bu yüzden, çocuklarla nasıl yaşadığımız ve onların erişebildiği eğitim olanakları, birer toplumsal adalet meselesi. Diyor ki, herhangi bir ırk, cinsiyet, sınıf ya da cinselliğe dayanan toplumsal bir baskı düzenini; her bir genç insan neslini dünyaya gelir gelmez yok etmeden, yeniden üretemezsiniz. Üzücü bir şekilde hepimiz bu baskıyı hayatlarımızın ilk 18 yılında deneyimliyoruz.

Bu baskının bir adı var, aslında iki: Yetişkincilik ya da Çocukçuluk. Yetişkincilik, yetişkinlerin genç insanların üzerine hakimiyetini kabul eden ve yetişkinlerin gençleri baskılamasına neden olan otomatik bir varsayımdır. Bu yapısal bir düzeyde – örneğin zorunlu okullaşma ile- ve bireysel bir düzeyde, baskın ebeveynlik ile gerçekleşir. Ve sonra, sevgimizin en derininden ve en iyi niyetlerimizden alıp; gelecek bir nesli bu korkunç deneyimin içine bırakırız. Onları öğrenmelerine ket vuran, eğitim haklarına saldıran, onları insan yerine koymayan okullara gitmeye zorlarız. Bu gerçekten de her bir genç insan neslinin yaşamasını istediğimiz bir deneyim mi?

Tüm bunların sonucunda, kendimizi içinde bulduğumuz toplumdan hoşlanıyor muyuz? Ben hoşlanmıyorum. Bence bu toplum parçalanmış, saldırgan ve yokedici. Ve bize bu döngüyü kırmamız için yalvarıyor. Bu döngüyü kırabiliriz! Bir baskı aracı olarak okulların yerine, bir özgürlük pratiği olarak eğitimi koyarak bu döngüyü kırabiliriz. Genç insanlar üzerinde baskı kurmak yerine onlarla işbirliği yaparak bu döngüyü kırabiliriz. Toplulukça işbirliği lehine bireysel rekabeti en aza indirerek bu döngüyü kırabiliriz.

Sonuç olarak ortaya ne çıkabilir? Anaakım yerine Çokluakım, travma yerine sağlamlık, öğrenme hiyerarşileri yerine öğrenme toplulukları. Eğer ben sağlamsam ve parçalanmamışsam ve her birimiz sağlamsak ve parçalanmamışsak; o zaman bizim yarattığımız topluluk da sağlamdır ve parçalanmamıştır. Ve eğer topluluğumuz sağlamsa ve parçalanmamışsa, o zaman her birimiz serpilip gelişebiliriz… Ben varım, çünkü biz varız! Güney Afrika’da buna Ubuntu diyoruz. Bir özgürlük pratiği olarak eğitim, Ubuntu felsefesiyle desteklenir. Bir Ubuntu Pedagojisi!

Sizleri öğrenmeyi yeniden hayal etmeye, eğitimi yeniden hayal etmeye ve topluluğu yeniden hayal etmeye davet etmek için buradayım. Bu hayallerin diğer tarafında, çocukları onurlandıran hayret verici bir dünya uzanıyor. Hadi orada buluşalım.

Zakiyya Ismail Eğitimde bir özgürlük savunucusu. Üç çocuğu her zaman okulsuzdu. Okulsuzluğun dekolonizasyonla, toplumsal dönüşümle olan ilişkisine dair izlenimlerini ve okulsuzluğun toplumsal adaletin yaratılmasındaki rolünü sürekli paylaşıyor ve destekliyor.

*zihinlerin madenleştirilmesi: Belli türde bir çıktı almak amacıyla, zihnimizin alt üst edilerek, gelecekte bize hizmet edemeyecek hale getirilmesi olarak açıklanmıştır.

Çeviri: Özlem Arkun

Düzenlemeler için Gamze Boztepe ve Sinan Erdoğan’a içten teşekkürler.

Siyanür Zehirlenmesinde Nasıl Hayatta Kalınır

Bu yazı Ocak 2020′ de Tipping Points Magazine‘ de yayınlanmıştır.

Savaşımın koşulları eşit değil, çünkü eğitimi, dini, yasaları, orduları ve aşağılık hapishaneleri nefret dolu insanlar yönetmektedir. Bütün çocukların özgürlük içinde iyi insanlar olarak büyümesi için yalnızca bir avuç eğitimci çaba göstermektedir. Çocukların büyük çoğunluğu yaşam karşıtlığını benimseyip destekleyenler tarafından nefret dolu ceza dizgesiyle biçimlendirilmektedir.

Bu duygusuzluğa inananlarla yaşama inananlar arasında yer alan bir kuşaktır. Hiç kimse tarafsız kalamaz bu ölüm demek olur. iki yandan birinde yer almak zorundayız. ölümün yanında yer almak sorunlu çocuklar yaratır yaşamın yanında olmaksa bize sağlıklı çocuklar kazandırır.
 –A.S. Neill1

Epeyce bir süredir içinde yaşadığımız ve çocuklarımızı yetiştirdiğimiz bu sistemin bizi nefessiz bıraktığını düşünüyorum. Bunu düşündükçe de içinde yaşadığımız sistemin, yaşamdan çok ölüme hizmet ettiğine dair daha çok kanıt buluyorum. Tıpkı siyanüre maruz kalıyormuş gibi, fark etmeden belki sadece hafif bir acıbadem kokusuyla bizi yavaş yavaş zehirlediğini ve hayatta kalabilecek tek bir nokta bırakmadığını düşünüyorum. Bu sisteme siyanür sistemi adını verdim, ve bu çocukluğumuzdan başlayarak bizden ölü insanlar yaratmaya ya da en iyi ihtimalle etrafımızda olan her şeye gözlerimizi kulaklarımızı kapayıp, sessiz kalmaya zorlayan, binlerce ilmekle örülmüş bir sistem. Ve konu ebeveynliğe, okullara ya da konvansiyonel eğitime gelirse, bunlar en ölümcül ilmeklerin çoğunu oluşturuyorlar…

Yapmakta olduğum benzetme, bazı okuyucular tarafından absürd, gerçek dışı hatta saçma sapan olarak değerlendirilebilir. Bazı noktalarda abartılı ifadeler olduğuna katılabilirim yine de tüm bu benzerlikleri öylece görmezden gelemediğimi de söylemek zorundayım. Anlatacağım hikayelerin tümü gerçek hikayeler olduğunu düşününce ve bu hikayeler kafamın içinde dönüp durmaya devam ettikçe, çoğu zaman keskin bir acıbadem kokusu duyuyorum ve zorlukla nefes alıyorum.

Kimseniz kalmazsa, umudunuz da kalmaz mı?

Bundan birkaç ay önce, sabah haberlerini okurken, bir habere rastladım. İstanbul Fatih’te dört kardeş birlikte intihar etmişti. Kapının üzerine “içerde siyanür var polisi arayın” notu bırakan kardeşler, yataklarında yan yana yatarken bulundular. İlk bakışta, 48, 54, 56 ve 60 yaşlarındaki bu kardeşlerin neden birlikte intihar ettiğini kavramak zordu. Fakat kısa zamanda bu insanlara ailelerinden yüklü bir borç kaldığı, ikisinin kronik hasta olduğu, evdeki tek maaşa haciz konulduğu, borç ve icra denizinde yüzerken kiralarını, faturalarını da aylardır ödeyemedikleri hatta ekmeği bile borçla aldıkları ortaya çıktı. Onların ölü bulunduğu gün elektrik idaresi yaklaşık 600 liralık borcundan dolayı evin elektriğini kesti. Oya, Cüneyt, Kamuran ve Yaşar kendilerinden başka kimseleri olmadığından denemekten vazgeçtiklerinde, aynı nedenden dolayı kimsesizler mezarlığına gömüleceklerdi, ne varki eski bir dostları cenazeleri teslim aldı da isimleri ile gömüldüler…

Bu olay kadar trajik bir şekilde olay bir hafta kadar tartışıldı. Hükümet ekonomik koşullardan dolayı eleştirildi, hatta bazı eylemler yapıldı. Fakat bütün suçu ekonomik koşullara atmak doğru muydu? Eğer çevrelerinde apatik bireylerden oluşan bir kitle yerine, onlara destek olan, cesaretlendiren ve birlikte çözüm üreten insanlar olsaydı, yine de umut etmekten vazgeçerler miydi? Bu hala sırrını koruyor…Yaşarken kendi hayatlarını ilgilendiren konularda kararlarına danışılmayan bir toplumda, kadınların ya da çocukların “intihar ederken” de fikirleri sorulmayacaktır elbette.

Başkasının yerine karar vermek ne zaman zararsızdır?

Bu olayın hemen ardından, baba, anne ve 9 ve 5 yaşlarındaki 2 çocuğun hayatını kaybettiği başka bir siyanür ölümü gerçekleşti. Baba “hayatımıza son veriyoruz” diye bir not bırakmıştı ama bu kez sahne biraz daha farklıydı. Baba, çocukların ellerini tutuyordu ama anne çamaşır asarken yığılıp kalmıştı. Hayatına son vermeye karar veren biri neden çamaşır asar?

Babanın geride bıraktığı nota rağmen, onun diğerlerinin hayatlarını sonlandırmaya karar verdiği aşikardı. Bu planlanmış cinayet başka cinayetleri de tetikledi. Bir hafta sonra üç kişilik başka bir ailenin siyanür zehirlenmesinden hayatını kaybettiği haberlerdeydi, bu kez anne kaçmaya çalışırken kapının eşiğine yığılmıştı….

Tüm bu olaylarda, başka birinin yaşamına son vermeye karar vermek normalmiş gibi, finansal zorluklar ve depresyon tartışmaların ana odağı oldu. Gerçekte babalar, kadınların ve çocukların kendisinden güçsüz olduğuna ve onun ardından hayatta kalamayacaklarına dair bir inancı meşrulaştırıyorlardı. Yaşarken kendi hayatlarını ilgilendiren konularda kararlarına danışılmayan bir toplumda, kadınların ya da çocukların “intihar ederken” de fikirleri sorulmayacaktır elbette. Üstüne üstlük yaşadığımız toplumda “birisi için en iyi olan şeye, bir başkasının karar vermesi” meşru görülüyor hatta teşvik ediliyor. Son olarak hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu erkekler kibar ve iyi insanlar olarak anılıyorlar, fakat öyleyse kötülük nerede saklanıyor?Acaba bilginin kontrol edilmesi, manipulasyon ve durmaksızın bir zihin kontrolü üzerine kurulu, itaati, kendini feda etmeyi kutsayan bir sistem içinde mi yaşıyoruz?

“Tatlım, bu senin iyiliğin için…”

“Ne kadar üzücü bir gerçektir ki, en büyük kötülükler, iyi ya da kötü olmaya bir türlü karar veremeyen kimseler tarafından yapılır.” –Hannah Arendt2

Goebbels’in çocuklarının hikayesi muhtemelen siyanürle ölümler hakkındaki en dehşet verici hikayelerden biridir. 1945 yılının 1 Mayıs akşamında Nazi Propaganda bakanının altı çocuğu, bir Nazi doktoru tarafından morfinle uyuşturulduktan sonra dişlerinin arasında kırılan siyanür tabletleri ile zehirlendiler. İki gün sonra Sovyet askerleri tarafından bulunduklarında altısı da gecelikleri ile yataklarında yatıyorlardı, kızların saçlarına kurdeleler bağlanmıştı. Magda Goebbels onları siyanürle zehirlemeden hemen önce kızlarının saçlarını kendi elleriyle taramış, kurdelelerini bağlamıştı. Kendi çocuklarının Sovyet askerleri tarafından ölü bulunması için hazırlayan bir anne, dehşet romantik bir sahne değil mi? Mükemmel planlanmış bir “elveda”! Uyuşturmak için morfin, öldürmek için siyanür, daha güzel göstermek için gecelikler ve kurdeleler!

Çok açık ki Joseph Goebbels yüzyılın en önde gelen azmettiricilerinden biriydi. Nazi Almanya’sının Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı olarak işini oldukça “başarılı” bir şekilde yerine getirmişti. Fakat eşinin ve kendisinin de bildiği gibi, bu çocuklar babalarının erdemsiz ve rezil eylemlerini dinleyerek büyüyeceklerdi. Bu yüzden, tıpkı yığınlar için yaptıkları gibi, çocuklar için de en iyisine onlar karar vereceklerdi. Kendi iyilikleri için utanç içinde yaşayacaklarına, güzel bir şekilde öleceklerdi.
Başkaları ” daha zayıf ya da güçsüz olduğu için” onların hayatlarını kontrol etmeyi meşrulaştırdığınızda bunun kolaylıkla daha da geniş alanlara yayılması şaşırtıcı değildir.

Nazi Propaganda Bakanı abartılı bir örnek olabilir, fakat “Nazi” ye değil de “propaganda”ya odaklanalım. Buradan başlarsak, totalitarizmin köklerini nereye kadar takip edebiliriz? Ya bu propaganda ırkçı değil de kapsayıcı bir örnek olsaydı, ya insanların eşit bir şekilde kardeşçe yaşadığı bir ütopya tasviri olsaydı?İtaatkar bir toplum yaratmak için mükemmel bir yol değil mi?

“Ah lütfen, sorgulamana gerek yok, inansan yeter!”

1978’in 18 Kasım günü, 300 kadarı çocuk 900’d olabilir, fakat “Nazi” ye değil de “propaganda”ya odaklanalım. Buradan başlarsak, totalitarizmin köklerini nereye kadar takip edebiliriz? Ya bu propaganda ırkçı değil de kapsayıcı bir örnek olsaydı, ya insanların eşit bir şekilde kardeşçe yaşadığı bir ütopya tasviri olsaydı?
en fazla insanın siyanür zehirlenmesi ile hayatını kaybettiği gündü. Halkın Tapınağı iyi niyetlerle, insani değerler için mücadele ediyordu fakat Amerikan tarihinin en büyük toplu katliamlarından birine dönüştü.

Tüm bu insanlar; ya kendilerini öldürmeye ikna edildiler ya da zorlandılar. Bu tarikat Guyana’da yağmur ormanlarının arasında dış dünyadan tamamen yalıtılmış bir kolonide yaşıyordu. Bütün iletişim kanalları kontrol ediliyordu ve sürekli olarak tarikat lideri Jim Jones’un vaazlarının yayınladığı bir radyo hoparlör sistemi dışında, yayın yapan bir iletişim aracı yoktu. Bu vaazlar her gün durmaksızın “tarikata sadakati” kutsarken, herhangi bir eleştiri ya da ayrılık, ihanet olarak değerlendiriliyordu. Distopik mi görünüyor?

Zihin kontrolünün abartılı bir örneği olarak Jonestown katliamı 40 yıldan fazla süredir inceleniyor ve tartışılıyor. Fakat bu gerçekten de istisna ya da abartılı bir örnek mi? Acaba bilginin kontrol edilmesi, manipulasyon ve durmaksızın bir zihin kontrolü üzerine kurulu, itaati, kendini feda etmeyi kutsayan bir sistem içinde mi yaşıyoruz? Bilgi kaynaklarının gücü elinde tutanlar tarafından kontrol edildiğini biliyoruz, yalnızca seçilmiş haberler ya da propagandaları görüyor ya da duyuyoruz. Hiç kimse Tel Rıfat’ta bombalanarak parçalanan Kürt çocukları hakkında haberlere denk gelmiyor, oyun oynarken farketmeden bombanın patlaması sonucu hayatını kaybeden kardeşleri duymuyor, yağmur ormanlarında katledilen insanları ya da Şili’de polisin öldürdüğü eylemcileri ve sır olarak kalan daha birçoğunu görmüyor.

13 yaşlarındayken, kompozisyon dersinde bir ödevimi okuduğumu hatırlıyorum. Suikasti hala gizemini koruyan bir gazeteci ile ilgiliydi. Bitirir bitirmez, benim yazdıklarımdan bağımsız bir şekilde, öğretmen nutuk çekmeye başlamıştı, bize temkinli olmayı, bu kadar da sorgulamamayı öğütlüyordu, o zaman beni şok eden bu durum, şimdi tamamen mantıklı geliyor.

Anaakım bir okulda eğitim gören bir çocuk olarak, benim ya da akranlarımın bir çok kez kurallara uymadığımızda ya da sadece konuştuğumuzda tehdit edildiğimiz ya da cezalandırıldığımız bir çok sahneye tanıklık ettim. Bununla birlikte bir çok kez bize doğru cevaplamamız beklenen sorular yöneltildi (“doğru” değil aslında “beklenen” cevabı vermemiz isteniyordu.) fakat neredeyse hiç sorgulamak için teşvik edilmedik. Bunu kişisel olarak algılamak isterdim ama ne yazık ki dünya üzerinde birçok ülkede, bir çok çocuk, her gün yıllar boyunca bunu deneyimliyor. İtaatkar bir toplum yaratmak için mükemmel bir yol değil mi?

Fakat belki de bizi zehirleyen sadece itaat değil, inkarın başka bir biçimidir, kendinin inkarı. Hannah Arendt ” Totaliter eğitimin amacı hiçbir zaman bir görüşün aşılanması olmamıştır; amaç, herhangi bir görüş oluşturma kapasitesini yıkmaktır.” derken çok haklı değil mi?Bütün yukarıdaki hikayeleri düşündüğümde, hakim olan sistem (adına ne derseniz deyin, kapitalizm, totalitarizm, otoriteryanizm, parlamenter demokrasi, ne olursa) bu sistem duygusuzluğa inananlar tarafından şekillendirilmiş.

Şimdi kendimizle ne yapacağız?

Konudan konuya atlarken yazdıklarımın sonuna doğru geliyorum, fakat bu noktada en başa, Neill’in “Çocukların büyük çoğunluğu yaşam karşıtlığını benimseyip destekleyenler tarafından, nefret dolu ceza dizgesiyle biçimlendirilmektedir.” sözlerine geri dönmek istiyorum. Bu sistem içerisinde büyümüş bir yetişkin olarak kendi hayatımda ve bir şekilde tanıklık ettiğim hayatlarda benzer tıkanmalarla karşılaşıyorum. Ve tüm bu eğitimin insanlar üzerindeki tahribatına odaklandıkça, farkediyorum ki hayatlarımız ne kadar farklı olursa olsun, çok benzer noktalarda tıkanmalar yaşıyoruz. Bu tıkanmalara yönelik çıkarımları ya da sorularımı şöyle sıralayabilirim:

Tıpkı sürekli sorulara cevaplar bulmaya çalışırken, sorgulamayı öğrenmenin kolay olmaması gibi, vaktinin çoğunu otorite tarafından belirlenen konulara harcaman ve ve kendi ilgilerini başkalarının ( anne, baba, öğretmen ya da lider) hatırına bir kenara atman beklenirken, kişisel ilgilerini ve ihtiyaçlarını fark etmek de kolay değil.

Birileri sürekli senin yerine karar verdiğinde bir şeyden emin olmak ya da bir şeye karar vermek kolay değil.

Ya da, sürekli dışsal zorunluluklar ve dışsal motivasyonlarla bir yerlere sürüklenirken kendi zamanını planlamak ve yönetmek imkansız hale gelir.

Sürekli birilerinden iyi olmaya zorlanırken ya da durmaksızın başkalarıyla karşılaştırılıp, değerlendirildiğinde, işbirliği yapabilmek, birbirine empati gösterebilmek ya da sadece kendinle barışık olmak imkansız hale gelmez mi?

Çocukluktan başlayarak, çaresizce sakat bırakarak, kendi özümüzden, kendimizi gerçekleştirmekten, kendimize saygı duymaktan, kendimizle barışık olmaktan ve kendimizi sevmekten mahrum kalıyoruz. Neill’in tanımlamasını hatırlayacak olursak, kendiyle ya da başkasıyla sürekli savaş içinde olan mutsuz, sorunlu yetişkinlerden oluşan hasta bir toplum.
Bu hepimiz için zehirli değil mi? Hepimiz bunun normal olduğuna, başka türlüsünün mümkün olmadığına inandırılıyoruz, Kendi gerçekliğimize dair olan her şeyi gömdüğümüzde, geriye kalanlarla idare etmeye çalışıyoruz, eğer geriye bir şey kalıyorsa…

Etli bitkilerin bir fotoğrafı
Orijinal fotoğraf Scott Webb

Nasıl hayatta kalacağız?

Bütün yukarıdaki hikayeleri düşündüğümde, hakim olan sistem (adına ne derseniz deyin, kapitalizm, totalitarizm, otoriteryanizm, parlamenter demokrasi, ne olursa) bu sistem duygusuzluğa inananlar tarafından şekillendirilmiş. İnsanlık tarihinde gittikçe derinleşen toplumsal, ekonomik, ekolojik krizlerin ortasında, çılgın bir zamanda yaşıyoruz. Bir çok şeyden bahsettikten sonra itiraf etmeliyim ki, bu siyanür sistemine maruz kalındığında, hayatta nasıl kalınır sorusunun kesin cevabini bilmiyorum. Fakat başka soruları da akla getiren bazı sorularım var.
Acaba dünyayı severek, sorumluluğunu alacak kadar cesur muyuz?
Yaşamımızın ana kaynakları olan sevgi ve empatinin yaşamlarımıza yön vermesine izin verebilir miyiz?
Sorgulamaya ve cevapları birlikte aramaya hazır mıyız?
Ortak faydalar için birlikte çalışan ve birbirinden sorumlu olan bir topluluk halinde yaşamak için el ele vermeye hazır mıyız?
Eski çürümüş değerleri bir kenara bırakıp yenilenmeyi kucaklayabilecek miyiz?
Yeni ve genç olanların bizim yerimizi almalarına müsade edecek miyiz?

Bu soruları buraya bırakıp daha fazlasını düşünerek, bitirirken Wilhelm Reich’in Geleceğin Çocukları’nda söylediklerine katılmadan edemiyorum.

Çocuklarımıza nasıl bir dünya kuracaklarını söyleyemeyiz, söylememeliyiz. Ama onları kendi kararlarını alabilecek, kendi yollarını bulabilecek, kendi geleceklerini oluşturabilecek ve bütün bunları çocuklarına aktarabilecek biçimde akıllıca donatabiliriz.3

[1] Neill, Alexander S., çev. Nilgün Şarman, Özgürlük Okulu, Payel Yayınları, 2000. sf 131
[2] Arendt, Hannah. The life of the Mind : One/Thinking, Two/Willing. Hartcourt, 1981.
[3] Reich et al. Children of the Future : On the Prevention of Sexual Pathology. Farrar Straus Giroux, 1984.

Avcı Toplayıcılardan Gerontokratik Topluma: Çocuğun Değişen Konumu

İnsanlık tarihinin 1.8 milyon yıl boyunca aynı yaşam döngüsünü sürdürdüğü su götürmez bir gerçek. Bebeklik, çocukluk, ergenlik yetişkinlik.. Bu hiç değişmedi. Ama milyonlarca yıllık insanlık tarihi boyunca değişen toplumsal ilişkiler, değişen yaşamsal koşullar ya da üretim- tüketim alışkanlıkları bu döngüye bakış açımızda da bazı değişiklikleri beraberinde getirdi.

Bu yazıda çocukluğa, ve çocukluğa dair yaklaşımlarımızda gerçekleşen değişimlere ve bunların tarihsel, sosyal ya da politik arka planlarını inceleyerek, bu değişimin ne yönde ya da hangi gerekliliklerle gerçekleştiğine; ve bu değişimin sonuçlarına göz atacağız. Bu tarihsel çizgideki sapmaları ve yol ayrımlarını takip ederek başka bir bakış açısının ya da yaklaşımın mümkün olup olmadığını tartışacağız.

Çocukları Anlamak Bu Kadar “Zor” mu?

… Çocuklar ise binlerce yıldan beri aynıdır. Uyku saatleri geldiğinde babalarını kandırmak için bize bir şeyler anlat da uyuyalım diyerek babalarına öykü üstüne öykü anlattırırlardı. Krallıklar, politik düzenler, toplumsal yapılar yükselir ve düşerken çocukların kaprislerinin hiç değişmeden kaldığını bilmek ne kadar huzur verici…

“Eski Atina Yaşantısında Bir Gün”

Hayatımız boyunca şanslıysak geriye dönük bir özlem ve nostaljiyle hatırladığımız; ama o kadar da şanslı değilsek hayatımızın geri kalanı boyunca başa çıkmaya ve sağaltmaya çalıştığımız anılarla hatırladığımız çocukluğumuz, bizim olduğumuz kişi olmamızdaki en önemli kesittir belki de. Freud’dan yıllar sonra bile bugün hala psikologlar çocukluğumuza “inerek” cevaplar bulmaya çalışıyorlar. Nörologlar, pedagoglar, eğitimciler, ebeveynler her biri ayrı ayrı yollardan çocukluğu tanımlamaya çalışıyorlar. Milyonlarca makale, yüz binlerce kitap, binlerce yöntem, yüzlerce farklı yaklaşım… Her biri benzer sorulara cevap arıyor, benzer sorulara birbirinden “çok farklı” cevaplar veriyor…

Oysa bu soruların cevabı hepimizde var. Eğer büyüdüysek, mutlaka çocuktuk. Ve çocukken nelerin bizi üzdüğünü ya da mutlu ettiğini kendimize sorduğumuzda, birbirmizden ne kadar farklı olsak da, verdiğimiz cevaplar birbirine çok benzemiyor mu?

Belki doğru “yaklaşımın” ne olduğunu anlamak için, bütün bu araştırmaları bir kenarda tutarak, bir insan yavrusuyken neye ihtiyaç duyduğumuzu ve neyin bizi yaraladığını hatırlamamız gerekiyor.

Ezilenlerin Ezileni Çocuklar

“Tarih boyunca, toplumdaki hiç bir sınıf çocuklardan daha çok ezilmemiştir.”

Alexander Khost

Çocukluk hepimizin hayatının bir dönemini kapsayan bir süreçtir ve herkesin hayatının bir parçası olan bu dönem, bugün dahi hala süregelen, en yaygın ve en uzun süreli baskı biçimi olmuştur. Çocuklar toplumsal hiyerarşide çoğu zaman daha az “insan” görülür, çocukların kendi kararlarını vermelerine, istedikleri şeyi yaparak vakitlerini geçirmelerine, izin verilmez. Çocuklara zorla birşeyler yaptırmak ya da yedirmek “normal” kabul edilir… Bugün dünyanın neresine gidersek gidelim, genel kabul gören, doğruluğuna inanılan bir perspektiftir bu. Bu düşüncenin kaynağında elbette yetişkinlerin bilgi, deneyim, beceri olarak daha üstün oldukları kabulü vardır. Bu kabulü tartışmayı sonraya bırakarak şimdilik şunu soralım:

Çocuklara neden böyle davranıyoruz ya da bu şekilde davranarak neyi amaçlıyoruz?

Avcı Toplayıcılar ve Çocukları

Aslında insanlık tarihine baktığımızda çocuklara bu şekilde davranmamızın tarihi çok eskilere dayanmıyor. İnsanlık tarihinin oldukça geniş bir zaman dilimi (yaklaşık 1,8 milyon yıl boyunca) avcı-toplayıcılar çocuklara saygı ile yaklaşıyorlardı. Hatta farklı coğrafyalarda birçok avcı toplayıcı toplulukta çocuğa vurmak, ensest gibi bir tabudur.

Avcı toplayıcı topluluklarda çocuklar 4 yaşından itibaren topluluktaki diğer çocuklarla birlikte gün doğumundan gün batımına kadar yetişkinlerin müdahalesi ve gözetimi olmaksızın istediklerini oynamakta özgürdür. Çocukları büyürken, topluluğun bütün faaliyetlerine tanıklık ederek ve kültürün bütün araçlarını kullanarak büyürler. Çocukların hemen hemen bütün av malzemeleriyle (zehirli oklar dışında), kesici – delici aletlerle, ateşle oynamalarına engel olunmaz. Çocukların tüm bunları erişim fırsatı vardır.

Böylece oynadıkları oyunlar; toplama, avlanma, baraka inşa etme, alet yapma, yemek hazırlama, avcılara karşı savunma, doğum, bebekle ilgilenme, şifacılık oyunlarıdır. Ve oyun ilerledikçe, beceriler gelişir ve etkinlikler verimli hale gelir. “Oyun işe dönüşür ama oyun olma özelliğini kaybetmez. Hatta daha da eğlenceli hale gelir çünkü bu üretici faaliyet bütün topluluğa fayda sağlayan ve herkes tarafından takdir edilen bir etkinliğe dönüşür.” (Peter Gray)

Aslında bu durum yetişkinler için de aynıdır. “İlkel topluluklarda iş ve boş zaman ayrımına rastlamazsınız.” (Pierre Clastres) Avcı toplayıcıların işi oyundur. Her bir faaliyet gönüllülükle ve oyunbazlıkla yapılır. Bununla birlikte toplulukta birlikte yaşadığı insanlarla mutlu olmayan birey, kendini daha mutlu hissettiği başka bir topluluğa katılmakta özgürdür. Yani oyundan keyif almayan oynamayı bırakabilir o yüzden herkes birbirini gözeterek oyunun herkes için keyifli olmasını sağlar. Bu çok zor koşullarda hayatta kalabilmek için önemli bir meziyettir. Taşlık, çamurlu kaygan dik bir yamaçtan yukarıya bir sal taşımak zorunda olan bir grup avcı toplayıcı için bu “söylenilecek” bir meseleden ziyade, bunu eğlenilecek bir oyundur. Bu zor durum bir mücadele oyununa dönüştüğünde, herkes için daha keyifli bir hal alır. Aralarından biri düşüp salın altında kaldıkça daha çok gülerler ve her seferinde yeniden ayağa kalkar eğlenceye devam ederler..

Toprağı Çitlemek, Buğdayı “Yetiştirmek”, Atları “Eğitmek”

Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen insan; bu dünya senin eserin…

Jean Jacques Rousseau

İnsanlık tarihinin kayda değer bir kısmı avcı toplayıcı olarak geçse de, on bin yıl kadar önce, bu yaşam tarzını ve ilişki biçimini kökünden değiştiren bazı “gelişmeler” oldu. İnsanlar daha yerleşik hayatlar yaşamaya başladılar, toprağı işlediler, hayvanları evcilleştirdiler. Bütün bu değişimler, bu toplulukların ilişki biçimlerinde başka değişiklikleri tetikledi. Sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki fark belirginleştikçe, toplumsal ilişkilerde hiyerarşi de görünür olmaya başladı. Eşitlikçi toplum yapısı ve bu yapıyı oluşturan unsurlar birer birer ortadan kalkarken mülkiyet, mülkiyetli ilişki biçimleri, tahakküm ve ayrımcılık gibi unsurlar ortaya çıktı.

Toprağı işlemek avcı toplayıcılara göre daha uzun saatler çalışmayı ve tekrarlanan hareketleri yapmayı gerektiriyordu. Bu işler avcı toplayıcılarınki kadar karmaşık değildi, sadece “katlanmayı” öğrenmek gerekiyordu. Avcı toplayıcılarda olmayan iş ve oyun ayrımı belirginleşti, hatta çocuklara da iş düşüyordu; çapalamak, tohum atmak, ekinleri toplamak… Herbiri çocuklar tarafından da yapılabilirdi. Elbette bunun için çocukları buna ikna etmek ya da zorlamak gerekiyordu. Böylece buğdayı yetiştirip, atları eğitmeye başlayan yetişkinler, çocukları da “yetiştirmeye” ve “eğitmeye” başladı.

Bu toplumsal ilişki biçimlerinde ortaya çıkan hiyerarşi, daha yaşlı olanın daha genç üzerinde ya da daha deneyimli olanın daha deneyimsiz olan üzerinde kurduğu tahakkümü beraberinde getirdi. Gelişen gerontokratik ilişkiler, çocuklara da yetişkinlere de “büyüklerin” sözünü dinlemeyi öğütlüyordu. Merkezi iktidarın güçlenmesi, sosyal adaletsizlikleri yaratan kurumların ortaya çıkması toplumsal ilişkilerde itaatin meşrulaşmasıyla “itaat” ya da “söz dinlemek” artık çocukken geliştirilmesi gereken bir “beceri” olarak görülmeye başlandı.

“Eğitime” Kimin İhtiyacı Var?

“Her şeyden önemlisi, çocuğun doğal inatçılığını kırmaktır. Çocuğun daha fazlasını öğrenmesini isteyen öğretmenler, çocuğun zekasını işlemeye adanırsa, yeteri kadarını yapmamıştır. En önemli görevini unutmuştur: Yani çocuğun iradesini kırmayı.”

August Herman Francke

17. yüzyılda Prusya’da zorunlu eğitimin politik bir araç olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, çocuklara uygulanan tahakkümün boyutu genişleyerek derinleşmiştir. Kısa zaman içerisinde Kıta Avrupası’nda ve Amerika’da da karşılık bulan zorunlu eğitim hem gelişmekte olan kapitalizm, hem de milliyetçilik öğretisinden güç alan ulus devletler için tam anlamıyla bir propaganda aracına dönüşmüştür. Özellikle Amerika’da sanayinin giderek güçlendiği 1906-1920 yılları arasında, Rockefeller ve Carnegie gibi kapitalistler zorunlu okullara Amerikan hükümetinden daha fazla yatırım yapmıştır. Talimatları okuyup basit aritmetik işlemlerini yapabilen işçilere duyulan ihtiyacı karşılamak için okul müfredatları okuma yazma ve matematik olarak planlanmıştır. Bugünkü zorunlu eğitim ve okul sisteminin kökenini ya da hangi ihtiyaçtan doğru ortaya çıktığını görmek “eğitim” konusunu yeniden düşünürken yerinde olacaktır.

Zorunlu eğitim yaklaşımını Prusya’da pratikleyen Francke’e göre çocuğun iradesini kırmak için sürekli gözlemlemek ve denetlemek gerekiyordu. Notlarında şöyle yazıyordu: “Gençler kendilerini düzene sokmayı bilmezler, kendi kendilerine bırakıldıklarında, doğaları gereği avareliğe ve günaha yatkındırlar. Bu yüzden Prusya Pietist Okulları’nda hiç bir çocuğun bir yetişkin gözetimi olmaksızın dışarı çıkmasına izin verilmez. Bir denetleyicinin varlığı onu günahtan uzak tutacak ve iradesini yavaş yavaş zayıflatacaktır.”

Bugün toplumda çocukların gözlenmesine dair “genel geçer doğru” kabul edilen bu anlayışların temelinde -tüm varoluş amacı otoritesinin bekası için çocukların iradesini kırmak – olan bir rahibin ağzından çıkan cümleler olduğunu görmek- sadece eğitime değil ebeveynlik yaklaşımlarımıza ya da çocuklara bakış açımıza farklı bir noktadan yaklaşabilmek için oldukça önemli bir noktada duruyor.

Eğitilmek İstemeyenler Sahnede

1911 yılının 5 Eylül günü bir arkadaşlarının öğretmenden dayak yemesi üzerine “Bu kadar yeter!” diyen çocuklar okulu terk ettiler ve greve gittiler. Llanelly Mercury gazetesindeki 7 Eylül tarihli bir habere göre bu isyan, herkesi greve çağıran bir notun yazılı olduğu kağıdı sınıfta dolaştıran bir çocuğun öğretmenden dayak yemesi üzerine, herkesin sınıfı terk etmesiyle başlamıştı. Bigyn okulundan çıkan çocuklar bağırarak ve şarkılar söyleyerek Llanelli sokaklarını doldurdular ve isyanın ateşi hepsini sardı...

Ders: İsyan Konu: Grev-1911 İngiltere’de Çocuk İsyanları

Elbette baskı ve tahakkümün olduğu her yerde ve her dönemde olduğu gibi bu noktada da -ezilenler- kendi direniş yöntemlerini geliştirdiler. Zorunlu eğitime ve çocukların tahakküm altına alınmasına karşı farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda birçok karşı çıkış oldu.

1805 yılında Pestalozzi İsviçre’de bir enstitü açtı, korku temelli yaklaşımı reddetti; çocuğa saygıyı yaklaşımının temeline oturttu. Yoksul halkın, köydeki çocukların kendilerini geliştirmelerine fırsat yaratmaya çalışmıştı. 1860’larda Rusya’da ise Leo Tolstoy, yaşadığı evi- Yasnaya Polyana’yı çocuklara açtı, çevre köylerden gelen çocuklarla, onların ihtiyacı ve talebi doğrultusunda dersler yaptı, masallar okudu, oyunlar oynadı. Tolstoy anılarında, Yasnaya Polyana’daki deneyiminde çocukların kendilerine hiçbir şey öğretilmesine ihtiyaç duymadıklarını fark ettiğini söylemişti.

1898’de Elisabeth ve Alexis Ferm NewYork’ta Amerika’daki ilk özgür okulu “Çocukların Oyunevi”ni açtılar. Çocukların kendi istediklerini şeyleri yaptıkları, ve talep ettikleri kadarını aldıkları, kurallar olmayan bu okul, özgürlükçü hareketler açısından da önemli bir noktadaydı. Politik baskının artmasıyla Alexis ve Elisabeth okulu Stelton’a taşıdılar. Okuldaki çocuklar ve aileleri de Stelton’a taşındılar ve böylece ilk kez çocukların ihtiyaçları çevresinde bir araya gelen bir topluluk olarak bir özgür okul modeli deneyimlediler. Bu deneyim bugün hala özgünlüğünü korumaktadır ve araştırmaya değer bir noktadadır.

1901’de Fransisco Ferrer ilk modern okulu kurdu ve kendisinden sonra yüzlercesine ilham verdi. 1909 yılında İspanya devleti tarafından düzmece bir yargılamanın ardından öldürülmesine karar verildiğinde son sözleri; “Modern Okul Çok Yaşa” olmuştu.

Farklı bir örnekte, 1911 sonbaharında hem okullarda hem fabrikalarda sömürülen, baskı altına alınan çocuklar sokaklara döküldüler, okulları taşladılar. Daha az ödev, daha çok tatil talep eden pankartlar ve sloganlarla bütün çocukları isyana katılmaya çağırdılar. Özellikle işçi hareketinin çok yoğun olduğu bölgelerde çocuklar okula karşı – hayatın kendilerine öğrettikleri ile direnişe geçtiler. ( 1911 Hull Çocuk İsyanları).

Kayda alınmamış, burada yer veremediğimiz tarihteki bir çok örnek, günümüzde benzer kaygılarla açılan merkezleri ilham vermiştir. Summerhill, Agile Öğrenme Merkezleri, Sudbury okulları gibi “eğitim”den ziyade çocukların kendilerini gerçekleştirmesinin ve içinde yaşadığı topluma dair sorunları tespit edip çözümler üretebilecek bireylerin, ketlenmeden, törpülenmeden, daha da yeşerip filizlenerek büyüyecekleri alanlar olarak varolma kaygısını da taşımaktadır.

Peki Çocuklar Ne İster?

“Çocukluk, mantığın karanlık saati gelmeden önce sesler, kokular ve görüntülerle ölçülür”

John Betjeman

Bu kez 1,8 milyon yıl öncesine değil kendi çocukluğumuza dönüp bakalım:

Yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmaya zorlandığımızda aşağılanmış, değersiz hissetmiyor muyduk?

Bizi ne istediğimiz sorulmadan, yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmamız beklendiğinde, bundan sıyrılmak için her yolu denemiyor muyduk?

Bizi aşağılayan küçük düşüren kişilerden, intikam almak için türlü yaratıcı yollar bulmuyor muyduk?

Risk aldıkça korkularımızı aşmıyor muyduk?

Oyunun kurallarını, oyuna her yeni katılan oyuncuya ya da kafamıza göre yeniden koymuyor muyduk?

Sınırları nereye kadar zorlayabileceğimizi merak etmiyor muyduk?

Kendimizi tehlikeli bir durumda bulduğumuzda, hemen güvenli bir noktaya çekilmenin bir yolunu aramıyor muyduk?

Sadece oynuyor olmaktan keyif aldığımız için oynamıyor muyduk?

Hep büyümeyi, bizden birkaç yaş büyük o karizmatik çocuk gibi olmayı istemiyor muyduk?

Gerçek anlamda saygı görmeye ve özgürlüğe ihtiyaç duymuyor muyduk?

Peki ya şimdi çocukluğumuzun “yetişkinler” tarafında nasıl harcandığını görüyorken, biraz daha empatiye ve biraz daha çocuk olmaya ihtiyacımız olduğunu hissetmiyor muyuz?

Dostane ilişkilerin arasında gönüllü birlikteliklerle yaşayacağımız anları hayal etmiyor muyuz?

Belki de bu yüzden artık mantığın karanlık saati gelmeden önce, seslerin kokuların ve görüntülerin peşinden koşanları izleyerek keyif almanın ve yalnızca onlarla oyun oynarken ciddi olmanın zamanı gelmiştir.

Belki çocuklara bir şeyler öğretmeye çalışmak yerine; biraz geri çekilip onlara saygı göstererek, onlara özgürlüklerini vererek kendi başlarına neler yapabileceklerini görmenin zamanı şimdidir.

Özlem Arkun

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

Röportaj: Brooklyn Apple Academy’den Mesajımız Var

Özyönelimli bir öğrenme merkezi olan Brooklyn Apple Academy’de görev alan yürütücülerden biri olan Alexander Khost’un, Mayıs 2019’da İstanbul’da, Uluslararası Alternatif Eğitim Sempozyumuna katıldıktan sonra, Brooklyn Apple Academy’den çocuklarla gerçekleştirdiği röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Alex: Öncelikle şunu söyleyeyim, Türkiye’de buraya benzer bir yer yok ve oradaki insanlar burada bir günün nasıl geçtiğini merak ediyorlar, neler yapıyorsunuz, nasıl karar alıyorsunuz, sıradan bir gün neye benziyor? İstersen adını, yaşını söyleyerek başlayabilirsin. Ve sonra da Brooklyn Apple Academy’de neler yapıyorsun, belki bundan biraz bahsedebilirsin?

BZ: Merhaba Ben BZ, 10 yaşındayım. Herkesin bu soruya benzer cevapları olacağını ama aynı zamanda da farklı cevapları olacağını düşünüyorum. Burada arkadaşlarla oyun oynuyoruz ve aslında bir biçimde insanlarla nasıl başa çıkacağımızı öğreniyoruz ama sanırım burada farklı şeyler yapan insanların farklı yanıtları olacaktır.

-İnsanlarla başa çıkma kısmını biraz açabilir misin, nasıl yapıyorsun, neleri kapsıyor?

Yani farklı geçmişlerden, farklı inançlardan ya da sadece farklı karakterlerden insanların buradaki herkesle çok yakın arkadaş olmak zorunda olmadığını, sadece insanlarla iletişime geçmeyi ve bir çatışma ortamı yaratmamayı öğrenmesi ve bunun gibi şeyler.

-Bunun hayatta önemli bir beceri olduğunu düşünüyor musun?

Evet.

-Peki geleneksel okulların bunu öğrettiğini düşünüyor musun?

Hayır, pek sayılmaz. Bence geleneksel okullar, eğer daha fazla yapılandırılmış bir yer istiyorsanız ve bağlı kalmanız gereken -oldukça ağır- bir ders programına sahip olmaktan hoşlanıyorsanız, iyi. Ama bu gerçekten nasıl biri olduğunuza bağlı, daha özgür olmaktan hoşlanıyorsanız evokulluluk, “otur, şimdi bunu yapıyoruz” gibi şeylerden hoşlanıyorsanız, geleneksel okullar.

Isa: Adım Isa. I-S-A şeklinde yazılıyor, E-S-A şeklinde değil. Birçok insan bunu yanlış heceliyor. Hatta bir arkadaşım var, bana mesaj attığında hep yanlış yazıyor, bu gerçekten can sıkıcı ama ona söylemek istemiyorum. 12 yaşındayım ama iki hafta içinde 13 olacağım, yani aslında 13 sayılır. Ben burada D&D (Dungeons & Dragons) oynatıyorum. Yani bir hikaye anlatıyorum ve bundan hoşlanan diğer insanlar hikayeme dahil oluyor ama genellikle olmuyorlar. Bir de Salı günleri iki arkadaşımla film çekiyoruz, bu gerçekten çok eğlenceli. Neredeyse bitirdik ama düzenlemek için yeterince vaktimiz olmayacak, muhtemelen evde bitireceğim.

-Filmin konusu nedir?

Ben Açlık Oyunları’nı okudum ve bir distopya yazmak istedim ama arkadaşım fantastik bir hikaye olsun istedi ve hikayeye öyle karar verdik.

Oliver: Ben Oliver, 10 yaşındayım. Burada günlerimiz çok çılgın geçiyor.

-Çılgın derken, biraz açar mısın?

Yani çılgın işte. Burada insanlar bir sürü şey yapıyor; masa oyunları ve video oyunlar oynuyor, parka gidiyor.

-Sence insanlar burada nasıl öğreniyorlar?

Burası “otur ve bir daha asla hatırlamayacağın 15 bölümlük testi çöz” gibi değil, daha fazlası. “Hey, bunu mu yapmak istiyorsun, evet bunu yapacağım.” Sonra onu yaparsın ve bir şeyler öğrenirsin.

-Sen burada öğrendiğin bir şeyle ilgili bir örnek verebilir misin?

Okumayı Minecraft oynayarak öğrendim.

-Peki insanlarla geçinmek konusunda bir şeyler öğrendiğini düşünüyor musun?

Evet elbette, ama Koca Billy hariç. O dün benim öğle yemeğimi çaldı.

-(Okuyucuya not) Ona inanmayın yalan söylüyor, burada Koca Billie diye biri yok.

Shaylem: Adım Shaylem. 11 yaşındayım. Brooklyn Apple için bir youtube kanalı yürütüyorum. Gazete kulübündeyim ve ayrıca şaka kulübünün kurucularındanım.

-Neden şaka kulübü?

Çünkü iyi şaka yapmanın birine bir şeyi daha güzel anlatmanın bir yolu olabileceğini düşünüyorum. Gazete Kulübü’nün editörüne bir şaka yaptık, çünkü gerçekten patronluk taslıyordu. Ben de ona küçük bir ders verebileceğimi düşündüm. Karşı tarafa mesaj vermenin eğlenceli bir yolu.

Türkiye’de evokulluluk yasal değil, ve bu röportajı okuyacak insanlar için bunun başka yollarına dair ya da sistemi nasıl değiştirebileceklerine ya da genel olarak neler yapılabileceğine dair bir tavsiyen var mı?

BZ: Benim Toronto’da olan şu anki okulum gibi olabilir, yapılandırılmış dersler var ama hala oyun oynayabiliyoruz. Brooklyn Apple Academy kadar özgür değil ama demokratik bir okul. Sınıflarımız var ama “sırana otur” falan gibi değil. Masalarımız var, öğretmen bir şeyler anlatırken minderlere oturmayı seviyoruz, arkadaşlarımızla birlikte oturabiliyoruz.

Bence çok stresli, katı ortamlar aslında çocukları travmatize ediyor. Yeteri kadar vakit var ve bence bazen “ben bunu yapacağım” demek ya da oyun oynamak ve bir şeylere bir süreliğine mola vermek çok yararlı.

Javier: İsyan. Ya da isyan değil de daha çok protestolar. Protestolar gerçekten çok eğlenceli.

-Sen hiç protestoya katıldın mı?

Evet, iklim değişikliği eylemine katıldım. Bir arkadaşımın ebeveynleri gözaltına alındı, bir de Noah tutuklandı.

-Noah kim?

Burayı kuran kişi, Apple Academy’i.

-Sence bu iyi bir şey miydi, kötü mü?

Bence çok havalı bir şey.

Oliver: Zor bir soru… Şu işe yarayabilir. Kendilerini sürekli okuldan attırsınlar, böylece ebeveynleri yeni bir okul ararken özgür olabilirler.

Shaylem: Okul sonrası için bir kulüp kurmayı deneyebilirler. Okuldan sonra böyle bir yerde vakit geçirebilirler. Oradaki okul sistemini bilmiyorum, yani neyi değiştireceklerini bilemiyorum.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

BZ: Arkadaşlar oradan bana biraz lokum yollayın lütfen, çok seviyorum, bayılıyorum. Yakın zamanda Türkiye’ye gidebilecek gibi görünmüyorum, yani bu yüzden lokum yollayın. Teşekkürler.

Shaylem: Burası süper bir yer!

Brooklyn Apple Academy’de özyönelimli eğitim nasıl uygulanır görmek isterseniz, buyrunuz:

Röportaj- Alexander Khost: “Eğitmeyen Okullarda Oyunla Öğrenmek”

Alternatif eğitim modelleri hakkında gerçekleştirdiğimiz araştırmalar, tartışmalar, yazılar ve röportajlara devam ediyoruz. Gazetemizin 47. sayısında öz yönelimli öğrenme hakkında röportaj yaptığımız Alexander Khost ile bu kez, Kadıköy’de gerçekleştirilen, alternatif eğitim üzerine farklı yaklaşımlardan pratiklerin aktarıldığı ve kendisinin de katıldığı sempozyum ve 26A Atölye’de yaptığı etkinlik üzerinden bir sohbet gerçekleştirdik.

Merhaba Alex, bazı okuyucularımızın bildiği gibi birkaç hafta önce bir sempozyum için Türkiye’deydin ve 26A Atölye’de öz yönelimli eğitim üzerine bir etkinlik gerçekleştirdin… Öncelikle çocuk hakları konusundaki perspektifini ve dünyanın birçok yerinde edindiğin deneyimleri öğrenmek bizim için çok ilham vericiydi. Buradaki deneyimin nasıldı ve Türkiye’deki durum hakkında izlenimlerin neler?

Her şeyden önce, Kolektif 26A’da tanıştığım harika insanlar beni o kadar nezaket ve içtenlikle karşıladı ki ne kadar teşekkür etsem azdır. Hepinize çok teşekkür ederim. Bana derinden ilham verdiniz. Alternatif Eğitim Sempozyumu da güzel bir buluşmaydı ama sempozyumun asıl ilgi alanı daha çok yukarıdan aşağı, yetişkin güdümlü eğitim modelleri gibi gözüküyordu ki bence bunlar hala çocuk haklarını ihlal ediyor.

Türkiye’de çocuk hakları mücadelesinin bir çok açıdan ABD’de olduğundan çok daha zorlu olduğunu görüyorum. ABD eğitim kanunları o kadar katı değil ve bu yüzden istersek Öz Yönelimli Eğitim yapıp “cezasız” kurtulabiliyoruz. Ancak baskıyla birlikte daha fazla tutku geliyor. Ve Türkiye’de çocuk haklarıyla ilgilenen insanların gerekli değişiklikleri yapmak için çok daha motive ve kararlı olduklarına şahit oldum. ABD, çoğu zaman topluma sahte “seçenek” sunarak, kapitalizmi gerçekten protesto etmemizin önünü tıkıyor.

Sonuçta çocuk haklarına inananlar her iki ülkede aynı mücadeleyi yürütüyor; çocuklar duygusal ve hatta bazen fiziksel şiddetle eziliyor. İnsanların büyük çoğunluğu bu durumun zalimliğini ve çocukluktaki ezilmenin topluma getirdiği korkunç etkileri anlamıyor gözüküyorlar.

Bir hayvan yaşamının erken döneminde travma yaşadığı zaman o hayvanın yetişkin olduğunda nasıl zorluklar çektiğini açıkça kabul ediyoruz. Fakat aynısının insanlar için geçerli olduğunu reddediyoruz. Devletin zorunlu müfredatını dayatmak travmadır, çocukları sıralara oturtup onlardan itaat istemek şiddettir. Bunu çocuklara yıllarca ve yıllarca ve yıllarca yapıyoruz ve onların kendi iyiliği için olduğunu söylüyoruz. Bu onların kendi iyiliği için değil, devletin çıkarı için. Bu durum en iyi ihtimalle şevki kırılmış yetişkinler yaratıyor, en kötüsü depresyon, endişe ve hatta intihar. Bu Türkiye’de, ABD’de ve dünyanın neredeyse her yerinde oluyor. Bunun durması gerek.

Kesinlikle. Sen kendini tanıtırken, genç hakları savunucusu olarak tanıtıyorsun. 26A’daki etkinliğe başlarken kurduğun bir cümle dikkatimi çekmişti: “Toplumun hiçbir kesimi, tarihin hiç bir döneminde çocuklardan daha çok ezilmiyor.” demiştin. Bu çok çarpıcı bir ifade. Bunu biraz açabilir misin – çocuk hakları konusunda ne sorunlar var?

İnsan haklarının tarihine bakarsak zulüm ve ayrımcılık, tarım ve zenginliğin bulunmasıyla başlıyor. Zamanın bu noktasında birçok insan grubu zenginlerin daha zengin olması için zorla idare ediliyordu. Bu sistem devam etti ve endüstri çağında genişledi ve tabii bugün halihazırda her yere yayılmış durumda. Açıkçası zulüm zulümdür; tahakkümün altında acı çeken her birey, bu işkenceci sistemin kurbanıdır ve bireylerin ya da grupların acılarını karşılaştırmaya gerek yok. Böyle demekle birlikte bu süreç boyunca çocuklar hemen her zaman haklarından mahrum bırakıldılar ve bu gün bile insandan aşağı görülüyorlar. Bana inanmıyorsanız herhangi bir kıtada herhangi bir çocuğun tuvalete gitmek için izin istemek zorunda olması, kendi varlıklarını biriktirmesine izin verilmemesi ya da onu etkileyen konularda karar verememesi gibi durumlara bakabilirsiniz. Ve tabii ki çocukluk herkesin yaşamının bir parçası olduğu için bugüne kadar sürmüş olan en kapsayıcı ve en uzun tahakküm biçimi.

Çocuklara ne yapacaklarını söylemeye başladığımızda onlara disiplini ve otoriteye itaat etmeyi öğrettiğimizi kabul etmeye başlamalıyız. Çocukların kendileri için önemli olan şeyler konusunda her gün kendi kararlarını verebilmeleri gerektiğini kabul etmeye başlamalıyız. Bunun anlamı ebeveynlerin, çocukların suda ve çamurda oynamak istediklerinde kirlenmelerine izin vermesidir. Bunun anlamı kendi yatma zamanlarını belirlemelerine izin vermek ve oyuncaklarını kimlerle paylaşmak istediklerini seçebilmeleri ya da mülkiyetlerini (mülkiyetimiz olacaksa tabi, ama bu başka bir gün yapılacak başka bir tartışma!). Bunun anlamı çocukların bir okul dersine gidip gitmemeyi seçmesine izin vermektir.

Aslında çocuk haklarının “eğitim”den çok daha fazlası olduğu açık. Çocukların katılımı sorunu hiç tartışılmıyor. Bu konuda ne yapabiliriz?

Eğitim çocukların yaşamının sadece bir parçası ve bu yüzden onların hak mücadelelerinin sadece bir parçası. Yaşamlarının büyük bir parçası oluyor çünkü toplum her gün çocukları okullara kapatıyor (“eğitiyor” yerine “okullara kapatıyor” demek istiyorum). Ve tabii çocukların özgürlüklerini kazanmalarına yardım etmenin önemli bir parçası. Ama başlayabileceğimiz tek yol bu değil. İlla eğitim reformuyla başlamak zorunda değiliz, ama bir noktada kesinlikle ele alınması gerekiyor.

Türkiye’deki eğitim kanunlarından anladığım kadarıyla buradan işe başlamak iyi bir seçim değil çünkü sistemi değiştirmek için gereken kavga şu an için çok büyük. Bunun yerine, çok daha az denetleme ve çok daha fazla etki alanı olan, çocukların okul dışı zamanlarıyla başlamayı öneriyorum. Kısaca açıklayayım:

Kendi çocuklarım tüm yaşamları boyunca Öz Yönelimli Eğitim ortamında bulundular. O zaman boyunca birçok insanın çocuklarıma ve bir ebeveyn olarak bana çok eleştirel baktıklarını gözlemledim. Sonra öz yönelimle aynı yöntemleri kullanan bir yaz kampı açtım ve aynı eleştirel ebeveynlerin çocuklarını benim programıma yazdırdığını görünce şaşırdım. Neden böyle olduğunu merak ettim ve hemen anladım ki ebeveynler (ve genel olarak toplum) öz yönelimli eğitimin çocuğun gelişimi için sağlıklı olduğunu ancak okul zamanı değil oyun zamanı olarak algıladığında kabul etmeye razı oluyor.

Bu yüzden yıllarca kendimi özgür oyun düşüncesi etrafında oluşan bir oyun alanı açmaya verdim. Bu oyun alanın adı “Bahçe” ve kurucu ortağı olduğum play:groundNYC (https://play-ground.nyc/) projesi tarafından işletiliyor. Geleneksel olarak okullanan binlerce çocuk her yıl bu oyun alanına akın ediyor ve daha önce fırsatını bulamadıkları öz yönelimi deneyimliyor.

Bu “hurda” ya da “macera” oyun alanlarının uzun bir geçmişi var (2. Dünya Savaşı sırasında başladılar) ve bazen “riskli oyun” denilen şeyin içinde çocuklara kendi kararlarını verebilecekleri zamanı ve mekanı sunuyor. Özetle bir araziyi çitliyorsunuz, her şeye karışan yetişkinleri uzak tutuyor ama çocukların haklarına saygı duyan “oyunişçileri”nden oluşan bir kadroyu hazır tutuyorsunuz, sonra da çocuklara oynayabilecekleri malzemeler veriyorsunuz. Hurda kullanılmasının nedeni, tanım gereği yetişkinler için hiçbir değerleri yok ve bu yüzden çocuklar hemen bu malzemeleri sahiplenebiliyor. Onlar kırabilir, yakabilir, boyayabilir, yağmurda 1 hafta bırakabilirler. Bunların hepsi bir yetişkinden izin isteme ihtiyacı duymadan yapılıyor.

Hurda oyun alanlarının arkasındaki ana kural (ve bütün ebeveynlere ve genç insanlarla çalışan yetişkinlere önerdiğim alıştırma) çocukların risk almalarını istiyoruz ve kazaları önlemek istiyoruz. İkisi de tehlikeli. Ama kazalar, çiviye basmak ya da sıcak sobaya dokunmak gibi çocuğun farkında olmadığı tehlikeler önlenmeli. Bir ağacın dalına tırmanmak ya da arkadaşıyla kılıç dövüşü yapmak gibi riskler kendi ilgilerini geliştirmek için bilinçli olarak aldıkları tehlikeler. Çocukların sağlıklı büyümesi için almak istedikleri bütün riskleri almalarına izin vermeliyiz.

Hurda oyun alanlarında çalıştıktan sonra farklı bir şeye geçtim, onlara Uçan Kadro diyorum. Temelde hurda oyun alanı ile aynı fikir ama bunda çitlenmiş bir arazi yok. Halk kütüphanesinde genç insanlarla buluşuyorum ve beraber nasıl zaman geçireceğimize karar veriyoruz. Tasarlanırken genç insanlara hiç önem verilmeyen ve dayatılan kanunlarında onları yok sayan bir şehirde kendimize bir mekan oluşturmaya çalışıyoruz. Ve her gün genelde “şaka” olarak tanımlanan şeyleri yaparak genç insanların sivil itaatsizliklerini çalışıyoruz.

İnanıyorum ki Türkiye’deki çocuk hakları hareketine yardım etmek istiyorsanız, başlamak için en iyi yer bu hurda oyun alanları ve benzeri kavramlar (basitçe çocuklarınızın evde özgürce oyun zamanı olmasına izin vermek dahil!). Ebeveynler, eğitimciler ve kanun yapıcılar böyle ortamların faydalarını görüp böyle bir atmosferde çocuklara güvenebileceklerini anladıkları zaman, yavaş yavaş bu kavramlar benimsenecek. O zaman bir güvenli ebeveynlik hareketi başlayabilir ve eğitim reformu kaçınılmaz olur. Bu yüzden hepinize İstanbul’da bir hurda oyun alanı açmak için uğraşmayı öneriyorum…

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.

Etkinlikte kullanılan slaytı bağlantıya tıklayarak görüntüleyebilirsiniz.

Alternatif Eğitime Bir Alternatif

Bu metin 25 Mayıs 2019 tarihinde Barış Manço Kültür Merkezinde yer alan, Uluslararası Alternatif Eğitim Sempozyumunun açılış panelinde; Play:ground NYC kurucularından, çocuk hakları savunucusu Alexander Khost’un yaptığı konuşmadan türkçeye çevrilmiştir.

Günaydın, benim türkçem iyi değil, yabancıyım.*

Bundan sonrasını İngilizce anlatacağım. Bir sene boyunca Ankara’da öğretmenlik yapmıştım, o yüzden birazcık Türkçe konuşabiliyorum. Adım Alexander Khost. New York Şehrinde yaşıyorum ve Brooklyn Apple Academy adında bir öğrenme merkezinde çalışıyorum. Size alternatif eğitime alternatif bir yöntemden bahsetmek için buradayım. Özyönelimli eğitim dediğimiz bu yöntem, okullarda, merkezlerde ya da evlerde “okulsuzluk” şeklinde uygulanabilir. Fakat bunlardan bahsetmeye başlamadan önce bir anlığına durmak ve insan olmanın tarihini düşünmek istiyorum.


1.8 milyon yıl boyunca insanlar eşitlikçi toplumlarda avcı toplayıcı olarak yaşadılar. Araştırmalar gösteriyor ki tüm kıtalarda, farklı coğrafyalardaki avcı toplayıcı topluluklar çocuklarını benzer şekilde yetiştiriyorlardı. Ortalama 4-5 yaşlarında çocuklar kendilerine bakan kişiden ayrılarak gidip oyun oynuyorlardı. Ve onlar, yetişkinlerin kullandığı tüm araçlara erişebiliyorlardı, mesela ateş, oklar, bıçaklar… ne isterlerse. Ve orada onları denetleyen hiç bir yetişkin yoktu, yani özyönelimliydiler. Bu şekilde 16-18 yaşlarına kadar oynuyorlardı. Yetişkinlerin arasına katılıp, avlanacakları, toplayacakları ya da topluluğun bir üyesi olarak ne istiyorlarsa onu yapacakları zamana kendileri karar veriyorlardı. On bin yıl kadar önce tarımı keşfettik, ve toprakları çitlemeye başladık. Böylece topraklara sahipleri ve toprak sahipleri için çalışanlar ortaya çıktı. Bu dönemde baskı ortaya çıktı, bazı insanlar belli türdeki işleri yapmaya ve öğrenmeye zorlanıyordu. Netleştirecek olursak, insanlık tarihinin yüzde doksan dokuzu avcı toplayıcı olarak yaşadık; insanlık tarihinin yüzde birinden daha az bir süredir ise benim ve sizin alışkın olduğumuz bu yaşam tarzını sürdürüyoruz.
200 yıl kadar önce Prusyalılar zorunlu eğitimi ve sertifikalı öğretmenliği ortaya çıkardılar. Bundan 150 ila 100 yıl öncesinde bir zaman aralığında, bu tarz bir sistem dünyaya yayıldı. Bu bir çoğumuza tanıdık gelen hatta içinde büyüdüğümüz kamusal eğitim sistemi.Eğer gelenekten ve geleneksel eğitimden bahsedecek olursak avcı toplayıcıları düşünmenizi isterim, çünkü gelenek uzun bir süreden bu yana yapılagelen şeyleri tarif etmek için kullanılır. Günümüzde popüler olan Prusyaların icat ettiği sistem için ise konvansiyonel eğitimi kullanacağım. Böyle bir giriş yapmak istedim çünkü birazdan size bahsedeceğim şey birçok insan için oldukça sıradışı ama aslında çocukların yüzyıllarca nasıl yetiştirildiğini düşündüğümüzde çok daha geleneksel.


Özyönelimli eğitim, çocukların kendileri için en iyi olan şeyin ne olduğunu bildiğine inanmaktır. Bu aslında bir çocuk hakları hareketidir, çocukların baskı altına alınmasına karşıdır. Benim ve özyönelimli eğitimi savunanların düşüncelerine göre bir yetişkinin bir çocuğu bir sırada oturmaya zorlayarak, bir yetişkinin önemli olduğunu düşündüğü şeyleri öğrenmeye zorlamak baskıcıdır. Hatta bunun şiddet olduğunu söyleyebiliriz. Ve eğer durum böyleyse, bir çocuğu bu baskıdan azade nasıl yetiştirebilirsiniz?
Ben Özyönelimli Eğitim Birliği** adında bir örgütte çalışıyorum. Özyönelimli eğitimde kullanılan altı basit süreç var, kısaca bunların üzerinden geçeceğim:

-Eğitimin çocukların sorumluluğu olduğuna dair sosyal beklenti

-Oynamak keşfetmek, kendi isteklerini hayata geçirmek için kısıtlanmamış zaman

-Kültürün araçlarıyla oynama olanağı

-Yargılamayan sadece yardım eden, farklı yetişkinlere erişme olanağı

-Benim en önemli olduğunu düşündüğüm, çocuklar ve ergenler arasında karma yaş grubu.

-Sonuncusu ise istikrarlı, saygılı ve destekleyici bir sosyal çevre.


Şimdi sizden iş çıkış saatinde kalabalık bir metro istasyonunu hayal etmenizi istiyorum. Eğer buradaki insanları gözlemleyen bir yabancı olsaydınız, bu size bir kaos gibi görünürdü. Oradan oraya koşturan insanlar, bir sürü farklı şey yapıyorlar, bir sürü ses, gürültü… Ama yine de bu tren istasyonu bir bakıma bir mucizedir. Oradaki her bir insanın kafasında bir varış noktası vardır. Ve oradaki herkes işbirliği içinde çalışır, ve böylece herkes nereye gitmek isterse oraya gidebilir. Eğer özyönelimli bir grup çocuğu birlikte oynarken ya da çalışırken görürseniz, bu tren istasyonunda gördüğünüz manzaraya çok benzerdir. Çoğunlukla çok dağınık yerlerdir, benim çocuklarımın da gittiği özyönelimli öğrenme merkezinde, içeriye ilk girdiğinizde çoğu zaman yerlerde bir sürü kirli çorap vardır. Ortalıkta bağıran, farklı oyuncaklarla koşturup duran çocuklar vardır. Ve insanlar böyle bir merkeze ilk defa girdiklerinde genelde yüzlerinde böyle dehşete düşmüş bir ifade olur. Bu yüzden bu insanlara bir an durup düşünmeleri için genellikle bu tren istasyonu benzetmesini yaparım. Ve tıpkı tren istasyonundaki bir yolcu gibi, eğer oradaki bir çocuğu uzun bir süre takip ederseniz, fark edersiniz ki bu çocuklar öğreniyor, diğerleriyle işbirliği yapıyor ve ne yönde gitmek isterse o yönde gitmekte özgürler. Ve yine tekrarlayacak olursak bu 1.8 milyon yıl boyunca avcı toplayıcıların yaptığına çok benzerdir. Bu yöntemin neye benzediğini kafanızda canlandırmanız açısından bir örnek faydalı olacaktır.


Bu hafta bu sunumu hazırlarken, (Fotoğraftan bir çocuğu göstererek) bu çocuğun adı Shaylem, benden bir şey yapmamı istedi. 5 ay önce bir pazartesi günü canı sıkılmıştı. Ben de ona yapabileceği bir şeyler önermiştim. Yanlış anlaşılmaya yer vermemek için söylüyorum, ben Shaylem’ı üç yıldır tanıyorum ve ilgi alanlarını epey biliyorum. Ve ona bir sanat tarihi dersi önerdim. Bu benim konvansiyonel bir öğretmen olarak çalıştığım yıllarda verdiğim bir dersti. O bu fikri sevdi ve birlikte böyle bir sınıf açmaya karar verdik. Ve böylece çalıştığım merkezdeki çocuklara sanat tarihi dersine katılmakla ilgilenen kimse var mı diye sormaya başladık. Beş kadar çocuk katılmak istedi. Biri 5 yaşında, ikisi yedi yaşında ve biri 11 biri de 12 yaşında. Her pazartesi kütüphane buluştuk. Mağara resimleriyle başlayan bir sanat tarihi dersine başladık, yola devam ettik ve bu pazartesi soyut ekspresyonizme kadar geldik. Ben ressam Jackson Pollock’tan bahsettim. Ve onun boyaları sıçratarak resim yaptığı videoları izlemeye başladık ve çocuklar bundan çok heyecanlandı. Çalıştığım merkezin hemen yanında bir boya dükkanı olduğunu hatırladım, onlar bazen bize bedava boya kovaları veriyorlardı. Çocuklara bir gidip bize boya verip veremeyeceklerini sormayı önerdim. Çok büyük bir kumaş parçası bulduk. Ve New York şehrindeki bir çatıya çıktık, boya kovalarını açtımnve ortaya bu (resmi göstererek) çıktı. Pazartesi günü bunu yarattılar. Merkezde bulunan ama sanat tarihi dersini almayan bir sürü çocuk kafasını pencereden çıkarıp “hey biz de boyayabilir miyiz” diye sordular. Ve böylece hepsi bize yardım etmeye başladılar. Kısa bir süre içinde çatıda bir sürü çocukla birlikteydim. İçeri girmek istediklerinde ayakkabılarının altında boyalar vardı ve bende ayaklarının altına kartonlar bantladım ve eğlenmelerine izin verdim. Ve orada durup çocuklar birbirleriyle konuşurken dinledim. Sanat tarihi dersi alanlar almayanlara bazı açıklamalar yapıyorlardı. “Bu Jackson Pollock tarzı bir soyut ekspresyonizm çalışması” diyorlardı. Size garanti ederim bu çocukların yarısı ne Jackson Pollock ismini ne de soyut ekspresyonizmin ne olduğunu hatırlamayacaklar. Ama bir dahaki sefere müzeye gittiklerinde, bir soyut ekspresyonizm örneği gördüklerinde bunu çok güzel anlayacaklar. Bitirecek olursak, bu sadece bir örnek, bu eğitim yönteminde çok çok farklı yöntemler var. Benim çocuklarım doğduklarından bu yana bu yöntemle büyüdüler. Evet okumayı yazmayı ve temel matematiği biliyorlar. Nasıl öğrendiler hiç bir fikrim yok! Çok teşekkürler.


*Bu kısım dışındakiler ingilizceden çevrilmiştir 🙂

**Alliance for Self Directed Education

Video: Zeynep Kaya Özdemir

Röportaj: “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor””

Alternatif eğitim modelleri üzerine yaptığımız araştırmalar ve tartışmalar  derinleştirdikçe, yaşadığımız topraklarda çok bilinmeyen bir kavram olan “özyönelimli eğitim” kavramına rastladık. Peki nedir bu öz yönelimli eğitim? Esasen bu yönteme eğitim demek bile çok tartışmalı. Çünkü ne bir öğretmene ne bir müfredata ne sınavlara ne de  bir okula ihtiyaç duymayan bir yöntem bu. Tamamen çocuğun merakı ve tutkusuyla şekillenen, başarı ve başarısızlık üzerinden bir sıralamaya gitmeyen, tersine başarısızlığı öğrenmenin bir yolu olarak gören bir yöntem. Diğer alternatif yöntemlerden farklılaşan bir başka özelliği ise, bu yöntemin bir kurucusu olan bir pedagog ya da öğretmenin olmaması. Bu yöntem avcı toplayıcılardan bugüne dek değişmeyen bir yöntem. Daha açıkça söyleyecek olursak çocuğun “oyun”una müdahale etmediğimiz her koşulda öz-yönelimli yani kendi ilgi ve merakı doğrultusunda kendi kendine öğrenme mümkün.

Biz de bu kavram üzerine tartışmaları bu topraklara taşımak üzere; özellikle avcı-toplayıcı topluluklarda oyunun işlevi gibi araştırmalarından tanıdığımız, “Çocuğum Okulu Sevmiyor Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor” kitabının yazarı psikolog Peter Gray ile iletişime geçtik. Kurucularından olduğu Öz-yönelimli Eğitim Birliği’den Patrick Farenga  ve Alexander Khost ile iletişime geçerek bir röportaj gerçekleştirdik. Khost ve Farenga ile yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Öncelikle öz-yönelimli eğitimin bu topraklarda çok bilinmediğini belirtmeliyim. Aslında bu yeni tartışılmaya başlanan bir konu. Öncelikle bize Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nden (ASDE) biraz bahseder misiniz? Bu birlik nasıl kuruldu ve nasıl işliyor? Siz bu birliğe nasıl katıldınız? Katılmak isteyenler nasıl katılabilir?

Alexander Khost: Öncelikle, sorularınızı cevaplamakla şahsen ilgilenmemin nedenlerinden biri, yaklaşık 20 yıl önce, gençlerle çalışma kariyerimin başlarındayken, bir öğretim yılı boyunca Ankara’da ikinci dil olarak İngilizce öğretmiş olmam. Okuldaki öğrenciler, ben oturmalarını söyleyene kadar, yere sabitlenmiş masalarında, okul üniformalarıyla hazırolda beklemek zorundalardı (bu yüzden ilk günden “otur!” demeyi öğrendim). Yılın sonuna kadar, A.S. Neill’in Summerhill kitabından sayfalar çoğaltıp bunu İngilizce öğretme metni olarak kullandım ve öğrencilerime “Öğrenmenin başka bir yolu olduğunu” fısıldadım. Bu hayatımın hiç unutamayacağım bir yılıydı ve eminim birlikte çalıştığım çocukların çoğu da asla unutamayacak!

Ben Öz-yönelimli Eğitim Birliği’nin (ASDE) asli kurucularından biri değilim ve fikrin nasıl ortaya çıktığını tam olarak söyleyemem. (Belki Pat size daha net bir resim çizebilir). Ben, asli kuruculardan ikisi olan Peter Gray ve Tomis Parker’ı tanıyordum. İlk olarak ASDE’yi konuşma yaptığım bir konferansta duydum. Web sitesine yardım etmek için aralarına katıldım (yıllarca profesyonel olarak web geliştiricisi olarak çalışmıştım) ve kısa süre içinde ASDE’nin online dergisi olan Tipping Points’in işleyişini devraldım. Anlayışım ve kişisel inancıma göre, bir grup insan, dünyada benzer işleri yapan birçok insan olduğunun ve birlikten kuvvet doğduğunun farkına vardı. Böylece, ASDE, öz-yönelimli eğitimin uzun ve zengin tarihini (geleneksel zorunlu eğitimin yıllar öncesinden gelen bir tarihi!) belgeleyecek ve doğrulayacak bir yer olarak kuruldu. ASDE’ye üyelik ücretsizdir. Buradan kayıt olabilirsiniz: https://www.self-directed.org/membership/

Patrick Farenga: Öz-yönelimli eğitim bizim coğrafyamızda da popüler değil, ASDE gibi gruplar bu nedenle önem taşıyor. Peter Grey, Chicago’da konuştuğum bir konferansta okulsuzlukla ilgili araştırmalar yapıyordu; konuşmalarımdan birini duyduktan sonra kendini tanıttı ve Boston’a döndüğümüzde birlikte okulsuzluk ve ilgili diğer konuları tartışmaya karar verdik. Peter çemberimizi genişletmek istedi, bu yüzden eğitime bakış açımızı paylaşan diğer insanları, her 3 ayda bir, onun erişime sahip olduğu bir üniversite toplantı odasında tanışmaya davet ettik. O zaman kendimize Tipping Point projesi demiştik. Bu grup, Harvard Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferans ve bir web sitesiyle sonuçlanan Okullara Alternatifler projesine evrildi. Bu çabaların yanı sıra, Peter’ın Özgürce Öğrenme (Free to Learn) kitabının aynı zamanlarda aldığı aldığı müthiş tepki, geleneksel okullara alternatif arayan diğer birçok kişiye, onlara yardım etmek ve onlarla biraraya gelmekle ilgilenenler olduğunu gösterdi.


Öz-yönelimli Eğitim ve demokratik okullar bu coğrafyada çok bilinmiyor fakat Montessori, Waldorf, Reggio Emilia gibi yöntemleri benimseyen alternatif okullar ve orman anaokulları gibi örnekler giderek yaygınlaşıyor, özellikle de anaokulu düzeyinde. Elbette bu örneklerle öz-yönelimli okullar arasında birçok farklılık var fakat ilkeler üzerinden düşündüğümüzde en belirgin fark nedir?

Khost: Öz-yönelimli eğitim ile geleneksel okul ve Montessori, Waldorf gibi belirttiğiniz alternatif yöntemler de dahil olmak üzere diğer tüm eğitim yöntemleri arasında son derece önemli bir ayrım vardır. Öz-yönelimli Eğitim (SDE), çocukların doğuştan meraklı oldukları inancıyla başlar ve eğer çocukların neyin kendi yararlarına olduğunu bildiklerine güvenir ve bu yola müdahale etmez, daha ziyade yardımcı olur ve cesaretlendirirsek, bu çocuk, hayata kendi tutkularıyla hazırlanmış ve tutkularının peşinde giden sağlıklı ve sorumlu bir yetişkin olacak şekilde büyüyecektir. Bu eğitim biçimindeki yetişkin rolü, öğrenci tarafından belirlenen bir yöntemde ona yardımcı olmaktır, tam tersi değil.

Devlet okullarından Montessori okullarına, Waldorf okullarına ve benzerlerine diğer tüm eğitim yöntemleri, bu öğrenme yolunu manipüle eder. Bu yöntemlerde, yetişkinler çocuğun uyum sağlayacağı aksi takdirde başarısız olacağı bir yol sağlamak için oradadır. Öz-yönelimli Eğitim’de, çocuğun kendi meraklarının peşinden gitmesine izin vermeyen bir yetişkinin olması dışında bir başarısızlık yoktur. Aslında başarısızlık, SDE’nin oldukça önemli bir parçasıdır, çünkü bir insanın, herhangi bir şeyde iyi olmak için tekrar tekrar başarısız olmayı öğrenmesi gerekir. Başarı ders çıkardığımız tecrübelerimizden ve sıkıntılarımızdan gelir. Ne yazık ki, geleneksel eğitim başarısızlık için çok az fırsat verir ya da hiç fırsat vermez.

Farenga: Okuldaki başarısızlık korkusu ve hata yapmaktan utanılması, Alex’in çok doğru bir şekilde tanımladığı önemli bir konudur. Fakat bu daha büyük bir toplumsal sorunla ilgilidir: yetişkinlerin çocuklara şu an olduğundan daha fazla güvenmeleri ve okulun yanı sıra ya da okul yerine, çocukların diğer çocuklar, yetişkinler, işler ve toplumla iç içe olabilecekleri başka yollar bulmaları gerekmektedir. İnsanların kendi hatalarına sahip çıkmaları ve düzeltmeleri için zamana ihtiyacı vardır ve yetişkinlerin sabrı yetersizdir, özellikle çocuklara karşı.


Alternatif okullar giderek daha yaygınlaşıyor fakat bu okulların ücretleri oldukça yüksek, bu da bu okulların aslında herkes için bir “alternatif” olmadığını ve erişilebilir olmadığını gösteriyor. Bütçeyi düşündüğümüzde Öz-yönelimli okulların avantajları neler? Ya da bu okulların herkes için erişilebilir olması konusunda çözüm önerileriniz neler?

Khost: Bu mükemmel bir soru ve kesinlikle tüm alternatif eğitim yöntemlerine meydan okuyor. Gel gör ki, açık olmak gerekirse bu, alternatif eğitimden ziyade, bir çocuğun eğitimi politik bir eylem olduğundan, hükümet desteği geleneksel yukarıdan aşağı eğitim modellerine (çok kasıtlı olarak) bir tekel oluşturuyor ve diğer eğitim yöntemlerini finansal zorluklarla karşı karşıya bırakıyor. Birçok Öz-yönelimli Eğitim modeli, diğer alternatif yöntemler gibi, yöntemlerini yalnızca ayrıcalıklı bir sınıftan daha fazlasına uygun hale getirme mücadelesi veriyor.

Ancak, bu durum böyle olmak zorunda değil ve kesinlikle bunun başka türlü olabileceğini kanıtlamış bazı büyük SDE okulları ve aileleri vardır. Bazı SDE okulları ya da merkezleri, imkanı olan ailelerin daha yüksek bir öğrenim ödemesi yapmasını ve imkanı olmayanların çok az ücret ödemesini ya da hiç ücret ödememesini talep eden, değişken ölçekli bir öğrenim ücreti modeli sunmaktadır. Ayrıca, okulsuz ailelerin (çocuklarının öz-yönelimli, güvenilir bir ebeveynlik yöntemini kullanarak evde eğitim veren aileler), böyle bir çocuk yetiştirme yöntemini mümkün kılmak için birbirlerine yardım etmek adına armağan ekonomisi kullandıkları toplulukları var. Başka bir deyişle, belki de hiç para el değiştirmez, ancak aileler birbirleriyle değiş tokuş yaparak çocukların toplulukların farklı üyelerinden öğrenmelerine olanak sağlamış olurlar. Aynı zamanda ebeveynler, bu yöntemle çocuklarını birbirlerine teslim ederler. Böylece hem bir yaşam kazanabilir hem de kendi çocuklarını eğitebilirler. Sağlıklı bir Öz-Yönelimli Eğitim ortamında, ekonomik çeşitlilik de dahil olmak üzere çeşitlilik vazgeçilmezdir.

Farenga: Evokullu (homeschooling)/ okulsuzluk hareketi 1981’den beri önemli ölçüde artmıştır ve bu ilk ailelerin çoğu varlıklı değildir; o dönemde evokullu muhtemelen 25.000’den fazla çocuk vardır. Bu, bugün bile, iki hane halkı geliri beklentisi içinde bir toplumda, tek gelir ya da evden çalışma sözleşmeleriyle hayatta kalmanın bir yolunu bulan (genellikle 2’den fazla çocuğu olan) ebeveynlerin olduğu orta gelirli bir orta-alt sınıf hareketidir. Evokullu aileler üzerinde yapılan araştırmalar, çocuklara eğitim materyalleri ve kurslar için yılda yaklaşık 600 dolar harcadıklarını (bu açıdan bakıldığında, benim Massachusetts’teki okulumun bölgesi, kayıtlı her bir çocuk için 4000 dolardan fazlasını almaktadır) göstermiştir. Bu aileler, eğitim olanakları yaratmak için kamu tesislerinden (kütüphaneler, müzeler, üniversiteler, kitapçılar vb.) yararlanırlar. Evokulluluk şu anda ABD’deki zorunlu okul çağındaki öğrenci nüfusun yaklaşık yüzde 3’ünü temsil ediyor ve okulsuzlar en hızlı büyüyen kesim.

ASDE, çocukların ve yetişkinlerin bilgi paylaşımında bulunacakları öğrenim merkezlerini ve diğer yeni yolları destekleyip teşvik ederek ve basit bir şekilde çocuklar ve gençlere etkileşimlerini kontrol eden yetişkinler olmadan (ancak bu, yetişkinlerin istendiği zaman yardıma hazır olmadıkları anlamına gelmez) örgütlenebildikleri ve birlikte oyun oynayabildikleri özel alanlar sağlayarak, çocuklarının evde ya da topluluklarında öğrenimi konusunda kararsız olan aileleri harekete geçirmeyi umuyor.

ASDE, evokullulukla ilgili toplum içinde konuştuğumda çokça duyduğum şu yoruma verilmiş bir yanıttır: “Çocuklarımın tarif ettiğin gibi öğrenmesini istiyorum ama çalışmak zorundayım. Onlara evde öğrenimi kim verecek?” Hükümet ya da hayırsever, bu tür çabalara mali olarak yardım etmezse – ki hiçbiri bugüne kadar etmedi – ve tüm masraflar öğrenim merkezlerine ve üyelerine düşerse, bu yerlerin makul ücretler talep etmesi gerekir. Bildiğim alternatif okulların ve öğrenim merkezlerinin her biri, her yıl bir finansal sıkıntıya giriyor ve bu, benim tüm alternatif eğitim hareketi içinde geçen yıllarım boyunca geçerli olan bir şeydi.


Sizce eğitim kooperatifleri, bu alandaki ekonomik eşitsizlikleri çözme ve herkes için erişilebilir kılma konusunda  bir çözüm olabilir mi?

Khost: Kesinlikle! (yukarıdaki soruya verdiğim cevaba bakınız!) Aslında, ekonomik adaletsizliği çözmenin tek yolunun, insanların farklı bir topluluk olarak bir araya gelmeleri ve birbirlerinin çocuklarını işbirliği içinde eğitmeleri olduğunu savunuyorum. Çocukların ötekilik anlayışını geliştirmeleri ve farklılıkları kutlamanın tek yolu hep birlikte birbirimizi önemsemek ve birbirimizi önemsemek için durup zaman ayırmaktır. Bu tam olarak bir eğitim kooperatifidir, paranın el değiştirmediği, aksine güven ve şefkatin değiş tokuş edildiği bir yerdir. Bu, sınıf, din, ırk, toplumsal cinsiyet ve cinsiyetle birlikte diğerleri arasında ulusal köken çeşitliliğini de içermelidir.


Hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım, başarı odaklı bir çağdayız. Öz-yönelimli okulların bunun tam tersi olduğunu, yani sonuca değil sürece odaklı olduğunu söylüyorsunuz. Geçtiğimiz yıl bu topraklarda, öz-yönelimli olarak tanımlamasak da kooperatif olarak işleyen alternatif bir ilkokul, ironik bir şekilde ebeveynlerin başarı odaklı beklentileri nedeniyle kapandı. Siz ebeveynlerin/bireylerin sürece değil sonuca odaklı, başarıya odaklı bu bakış açısını değiştirmeyi nasıl başarıyorsunuz?

Khost: Bunu ASDE’nin bir temsilcisi olarak cevaplayabileceğime emin değilim, fakat size kişisel inancımı söyleyebilirim: insanların/ebeveynlerin başarının ne anlama geldiğini anlama konusundaki bakış açısını değiştirmenin tek yolu işe koyulup onlara bunu göstermektir. Bu nedenle, kendi çocuklarımı böyle bir şekilde yetiştirmeye ve başkalarının da aynısını yapmasına yardımcı olmak için elimden geldiğince çok zaman ve çaba harcamaya devam ediyorum. Voltaire’in Candide’de yazdığı gibi, “gelin, bahçemizi ekelim”. Bu yüzden, kendi çocuklarıma güveniyorum ve başkalarına karşı olabildiğince sabır ve şefkatle yaklaşıyorum.

Farenga:  Onlara daha iyi bir yol göstererek. Evokullu ve okulsuz çocuklar, bilinen prestijli pozisyonların -avukat, doktor, politikacı olarak- yanı sıra, sadece daha büyük bir topluluk yapısının bir parçası olmaktan keyif alan iyi bireyler olarak toplumdaki yerlerini almak üzere büyüdüler. Okullara ve destekçilerine bağırıp çağırarak daha fazla destek aldığımızı düşünmüyorum; öz-yönelimli öğrenciler hakkında gerçek hayattan örnekler sunarak ve onlara, Alex’in de belirttiği gibi, çocukların nasıl birer yetişkin haline geleceğini belirleyen şeyin, bir çocuğu nasıl yetiştirdiğiniz değil, bir çocuğa nasıl davrandığınız olduğunu göstererek destek aldığımızı düşünüyorum.

Evde eğitim gittikçe popülerleşen kavramlardan biri. Kısa bir zaman önce bir grup ebeveyn evde eğitimin yasallaşması için bir kampanya başlattı. Bu grup oldukça karışık ve heterojen bir gruptu, çok farklı politik ekonomik ve dini kesimlerden bireylerden oluşuyordu. Bu nedenle bir çok farklı başlık tartışmaya açıldı. Evde eğitim çocuk istismarına, çocuk evliliklerine ya da çocukların ekonomik olarak sömürülmesine yol açar mı gibi sorular gündeme geldi. Elbette bu tür sorunların yasal düzenlemelerle çözülmeyeceğini ve geleneksel eğitim yöntemlerinin çocuğun ruhsal ve fiziksel olarak sistematik bir şekilde istismarını sürdürdüğünü göz önünde bulundurarak, bu tür olası sorunlara nasıl yaklaşıyorsunuz? Sizin de evde eğitim konusunda karşılaştığınız benzer sorular/problemler var mıdır?

Khost: Sağlıklı, güvenli ve sevecen bir ortam, yasaların ve yönetmeliklerin değil, ortaklığın ve dostluğun sonucudur. Çocuk istismarı, okullarda olduğu kadar evde de olabilir. Aslında, çoğu geleneksel okulun çocuk istismarı olduğunu ileri süreceğim (ve buna ilk elden ABD’de ve Türkiye’deki okullarda tanık oldum). Evet, tabii ki istismar ve köktendinci değerler evde eğitimden türetilebilir, ancak okuldan daha fazla değildir. Mesele, bir çocuğun evde mi yoksa okulda mı öğrenip öğrenmediği değil, ne öğrendiği ve kiminle zaman geçirdiğidir. Bir okulda ya da evde, etrafındaki duyarlı bir topluluğun desteği ve yardımı ile kendi eğitimine rehberlik etmesine izin veren sağlıklı, açık bir ortama sahip bir çocuk başarılı olacaktır. Farklı olandan ve ötekiden nefret uyandıran katı bir yukarıdan-aşağı değerler hiyerarşisine mecbur bırakılan ve zorlanan bir çocuk, ister evde ister okulda ister başka yerlerde olsun, bu değerleri kesinlikle sürdürecektir.

Farenga: Çocuk istismarı toplumumuz ve okullarımız genelinde bir gerçeklik olduğu için, birkaç evokullu ailenin çocuk istismarcısı olması şaşırtıcı değildir. Ancak, evokulluluğun daha fazla çocuk istismarına yol açtığına dair bir kanıt yoktur. Tara Westover’ın Educated kitabı, böyle bir ailede çocuk olmaya dair çarpıcı bir itiraftır ve istismarcı evleri terk eden evokullu öğrenciler için çevrimiçi destek grupları bulunmaktadır. Westover’ın belirttiği gibi önemli olan problem, bir ailenin dini inançlarının, inançları çocukları için ne kadar mantıksız ve tehlikeli olursa olsun, çocuklarına sert davranmalarına nasıl bir kılıf olabileceği ve koruma sağlayabileceğidir. John Holt’un Çocukluktan Kaçış: Çocukların İhtiyaçları ve Hakları (1971)’ndaki çözüm önerisi, çocuklara yetişkinlerle aynı hakları vermekti. Hukuki boyutunu düşünmeden, herkesin önünde bir başka yetişkine vuramazsınız, ancak çocuklar hep ortalık yerde tokatlanır ve sürüklenirler… Holt, kitabına gelen güçlü, olumsuz kamusal tepki yüzünden hayal kırıklığına uğramıştı, bu yüzden taktikleri değiştirdi ve çocuklara saygı ve itibar kazandırmak için yasama işlemi yerine başka yollar aradı. Nihayetinde evokulluluğa destek olmak için gelişi böyle gerçekleşti.

Tarih boyunca toplumların baskı altına alındığı her dönemde, insanlar direnmek ve özgürleşmek için kendi yöntemlerini geliştirmişler. Çocukların özgürce büyümesi geçmişte olduğu kadar günümüzde de önemli bir ihtiyaç. Bu kaygılardan hareketle geçmişte özellikle Ferrer’in “Modern Okulları” gibi örneklere rastlıyoruz. Öz-yönelimli Eğitim Birliği’ni kurarken size ilham veren tarihsel örnekler nelerdi? Okurlarımıza eğitime kendi alternatiflerini yaratmaları konusunda ne önerirsiniz?

Modern Okullar’dan bahsetmeniz hoş bir tesadüf. Yakın zamanda, Modern Okullar tarafından kurulan ve tüm bu yıllar boyunca süren Modern Okul Dostları örgütünün (http://friendsofthemodernschool.org/) yürütme sorumluluğunu aldım. Yarattıkları etki tarih kitaplarına adeta gömülmüş olmasına rağmen (bu nedenle gönüllülüğe dahil oluşum, örgütü bir diğer nesle kadar sürdürebilmek için), Modern Okulların, Öz-yönelimli Eğitimin ya da daha spesifik olarak anarşist eğitimin açık ara en önemli örneği olduğunu düşünüyorum. Modern Okullara ek olarak, elbette, Summerhill kendi hayatımda son derece etkili olmuştur. Highlander Halk Okulu’nun yanısıra Yurttaşlık Okulları ve Özgürlük Okulları da yirminci yüzyılda Amerika Birleşik Devletleri’nde Öz-yönelimli Eğitim tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Ayrıca, Agile Öğrenme Merkezleri’nin çağdaş SDE dünyasında son derece önemli olduğuna inanıyorum. (Tüm bunları detaylandırmaktan mutluluk duyarım!)

Farenga: Alternatif okullar benim için bir başlangıç noktasıydı, ancak Holt ve evokullularla on yıllar boyunca yaptığım çalışmalarda, tercih ettiğim okulsuz, topluluk temelli alternatiflere dair birçok şey öğrendim. Holt’un Instead of Education: Ways to Help People Do Things Better (Eğitimin Yerine: İnsanların Birşeyleri Daha İyi Yapabilmesine Yardım Etmenin Yolları) kitabında söz ettiği, Londra, İngiltere’deki Peckham Merkezi başlıca bir örnektir; bu kitap aynı zamanda alternatif okullara değil, okula alternatiflerle ilgilenen herkes için bir sürü başka fikri barındırır. Northstar: Gençler için Öz-Yönelimli Öğrenme, ABD’deki geleneksel liseler yerine yapılabileceklere dair harika bir modeldir. 20 yıldan fazla bir süredir faaliyetteler ve ABD’deki diğer genç öğrenim merkezlerinin başlamasına yardımcı olan bir programa sahipler.

Son olarak, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Khost: Bence bu hareketin tek başına “eğitim” ile daha az ve çocuk yetiştirme ve çocukluğun özü ile daha fazla ilgisi olduğunu belirtmek önemlidir. Çocukların sağlığı ve bakış açısı, salt eğitimlerinden daha fazla şeyden etkilenir. Bu hareket, şüphesiz ebeveynlik ve okulu kapsar ama aynı zamanda, daha önce bahsettiğim gibi, ötekilik için çeşitlilik, katılım ve şefkatin yanı sıra, şehir planlaması ve çocukların dünyadaki ortam ve mekânları üzerine düşünme gibi konuları da kapsar.

Teşekkür ederiz.

Röportaj: Özlem Arkun

Çeviri: Gamze Boztepe

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

Patrick Farenga’nın Uluslararası Alternatif Eğitim Sempozyumu için hazırladığı konuşmasını buradan izleyebilirsiniz: